ABBASİLER DÖNEMİ .

Max-Usa

Yönetici
Site Yöneticisi
Tepkime
51,478
Coin
112,209
ABBÂSÎLER
العبّاسيّون
I. SİYASÎ TARİH
İsmini Hz. Muhammed’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim’den alan bu hânedana ilk atalarına nisbetle “Hâşimîler” de denilmektedir.

İslâm dünyasında Emevîler’in yerine Abbâsîler’in yönetimi ele geçirmesiyle idarî, askerî, siyasî ve ilmî sahalarda çok büyük değişiklikler olmuş, Abbâsîler’in iktidara geldikleri 750 yılı, İslâm tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. Abbâsîler’in iktidara gelmesi, Emevî idaresinden memnun olmayan grupların lider kadrolarının temsil ettiği ve öncülüğünü yaptığı yoğun bir propaganda ve teşkilâtlanan büyük bir kitlenin faaliyeti neticesinde mümkün olmuştur. Emevî halifelerinin bir asır kadar devam eden idarelerinde benimsedikleri siyasî görüşler ve yaptıkları uygulamalar, geniş bir sahaya yayılmış bulunan İslâm toplumu içinde çeşitli gayri memnun unsurların ortaya çıkmasına ve sonunda Emevî hânedanının yıkılmasına yol açmıştır.

Hz. Muhammed’in kurduğu İslâm Devleti’nin aslî unsurunu Araplar meydana getiriyor ve devletin kurulduğu Arabistan’da pek az gayri müslim yaşıyordu. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde yapılan fetihlerle Mısır, Suriye, Irak ve İran ülke topraklarına katıldı. Emevîler devrinde de devam eden bu fetihler sayesinde devletin sınırları Endülüs’ten Orta Asya içlerine kadar uzanmıştı. Arap fâtihler, fethettikleri ülkelerin sakinlerine, cizye ödemek şartıyla eski dinlerine bağlı kalma hakkını tanıdıkları gibi, İslâmiyet’i kabul edenlere de kendileriyle eşit haklar tanıyorlardı. İslâm’ın bizzat kendi bünyesinde bulunan bu düşüncenin Hulefâ-yi Râşidîn devrinde uygulandığı görülmektedir. Ancak Emevî halifeleri, İslâm’ın ön gördüğü devlet reisliği yerine, Arap asil sınıfına dayanan hükümdarlığı getirdiler; böylece cihanşümul İslâm devleti yavaş yavaş etnik unsura dayalı bir devlet halini aldı. Emevîler zamanında giderek imtiyazlı bir sosyal sınıf durumuna gelen Araplar arazi vergisinden muaftılar ve ordugâh şehirlerini meydana getirmek için yalnız onlar silâh altına alınıyorlardı. Divana kaydedilen askerlerin büyük bir kısmı Araplar’dan meydana geliyor, her türlü tazminat ile fethedilen bölgelerden gelen ganimet ve para dışında ayrıca aylık ve yıllık alıyorlardı.

Fethedilen yerlerde İslâmiyet’i kabul eden Arap olmayan unsurlara (mevâlî) gelince, bunlar idarî, iktisadî ve sosyal bakımlardan ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Genellikle şehirlerde bulunan mevâlî, teoride Araplar’la eşit haklara sahipti, fakat uygulamada hiç de böyle değildi. Müslüman olmalarına rağmen, devletin gelirlerinin arttırılması maksadıyla kendilerinden her türlü vergi, hatta gayri müslimlerin ödedikleri bir vergi olan cizye bile alınıyordu. Fetihlere piyade olarak katılıyor, buna karşılık Arap süvarilerinden daha az aylık ve ganimetten daha az pay alıyorlardı. Emevî halifelerinin mevâlîye karşı takip ettikleri bu siyaset, Halife Ömer b. Abdülazîz tarafından terkedildi ise de onun ölümü ile tekrar eski duruma dönüldü. Bu tutum iktidara karşı kuvvetli bir muhalefetin doğmasına zemin hazırladı.

Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra meydana gelen hadiseler, İslâm dünyasında asırlarca devam edecek karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştur. Emevîler ve bu ailenin reisi durumunda olan Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman’ın öldürülmesini bahane ederek Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmedi. Bunun üzerine meydana gelen gelişmeler sonucu Cemel ve Sıffîn savaşlarında müslümanlar karşı karşıya gelmiş ve kardeş kanı dökülmüştü. 661 yılında Hz. Ali’nin de öldürülmesi ve oğlu Hasan’ın halifelikten feragat etmesiyle Muâviye’nin halifeliği kesinleşti. Ancak Hz. Ali taraftarları Irak’ta iktidara karşı sert bir muhalefet başlattılar. Muâviye’nin Irak Valisi Ziyâd b. Ebîh’in katı tutumu, aradaki gerginliği daha da arttırdı. Bilhassa 680 yılında Hz. Hüseyin’in şehid edilmesiyle sonuçlanan Kerbelâ faciası, iktidara karşı yapılan mücadeleleri daha da sertleştirdi. Şiî propagandası kısa sürede etkili oldu ve doğu eyaletlerinde kalabalık bir taraftar kitlesi meydana getirdi. Mevâlî, Şiîler’in görüşleri doğrultusunda Hz. Peygamber’in neslinden gelen meşrû bir halife fikrini benimsedi. Böylece mevâlî ile Şiîler arasında Emevî iktidarına karşı bir ittifak kurulmuş oluyordu. Bu arada Sıffîn Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Hâricîler, devamlı isyan halinde idiler ve az da olsa devlet otoritesinin zayıflamasına sebep olmuşlardır.

Emevî hilâfetinin başlıca zaaflarından birisi de Arap kabileleri arasında ardı arkası kesilmeyen mücadeleleri önlememiş olması ve hatta bizzat bu mücadelelerin içine girmiş bulunmasıdır. Arap an‘anesi, kabileleri Kuzey ve Güney Arapları olmak üzere iki kısma ayırıyordu. Kabileler arasında İslâm’dan önce görülen rekabet ve savaşlar İslâmiyet’le birlikte büyük çapta ortadan kalkmıştı. Ancak fetihlerden sonra siyasî ve iktisadî menfaatler eski düşmanlıkları yeniden körükledi. Yeni kurulan ordugâh şehirlerinde bu kabileler belirli yörelere yerleştirildiler. İslâmî devirde kuzey ve Güney Arapları arasındaki ilk sürtüşmeye Muâviye zamanında rastlanmaktadır. Bu mücadeleler devlet otoritesinin zayıf olduğu dönemlerde çok kanlı mecralara sürüklenmekteydi.

Yezîd’in ölümünden sonra ortaya çıkan hilâfet mücadelesinde, Güney Arapları’ndan Kelb kabilesi Emevî ailesinden Mervân b. Hakem’i, Kuzey Arapları’ndan Kays kabilesi de Abdullah b. Zübeyr’i destekliyordu. Bu iki kabilenin 684 yılında Mercirâhit’teki kanlı savaşı, Benî Kelb’in yani Emevîler’in galibiyeti ile sonuçlandı. Bu savaşla Emevî halifeleri tarafsızlıklarını kaybederek kabileler arasındaki mücadeleye bizzat katılmış oluyorlardı. Halife I. Velîd zamanında (705-715) Haccâc’ın desteklediği Kays kabilesi güçlenirken, buna karşılık Velîd’in kardeşi Süleyman da Yemenliler’i destekliyordu. II. Velîd’in tahttan indirilmesinde en önemli rolü oynayan ve ondan sonra halife olan III. Yezîd de Yemenliler’in desteğini sağlamıştı. Halifelerin bu yola baş vurmaları, birlik ve bütünlük içinde bir imparatorluğun halifesi olmaktan çok, belli bir zümrenin temsilcisi haline gelmeleri sonucunu doğurdu. Bu ise Emevîler’in düşüşünü hızlandırmıştır.

Emevî hânedanının zayıflama sebepleri arasında, II. Velîd’in halifelikten hal‘edilmesinde aile arasında ortaya çıkan iç mücadeleyi de belirtmek gerekir. Bu olayla, yıllardan beri Emevîler’in hâkim olduğu Suriye ikiye bölünmüş oluyordu. Bu ihtilâf o hale geldi ki, son halife II. Mervân Dımaşk’ı terkederek kendisine hilâfet merkezi olarak Harran’ı seçti. Bu arada, son Emevî halifelerinin çok beceriksiz oldukları da unutulmamalıdır.

Bütün bunların yanında diğer bir yıpratıcı güç de Abbâsîler idi. Abbâsîler hilâfet makamını ele geçirmek için bütün bu şartları kendi lehlerine ustaca kullanmasını bilmişler, yavaş ve emin adımlarla hedeflerine doğru ilerlemişlerdir. Ülke çapında yaygın olan memnuniyetsizlikten faydalanan Abbâsîler, kısa zamanda Emevîler’e karşı başlatılan harekete yön verir hale geldiler. Hz. Peygamber’in amcası Abbas ve oğlu Abdullah siyasî olaylara katılmamış, ilimle meşgul olmuşlardır. Abdullah’ın oğlu Ali de babasının siyasetini takip etmiş, ancak I. Velîd tarafından baskıya mâruz kalınca Dımaşk’ı terkederek 714 yılında, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye gitmek zorunda kalmıştı. İşte burada, İslâm’daki siyasî mücadelenin belki en eski ve en ince propaganda hareketi başlamış oldu.

Abbâsîler daha harekete geçmeden önce Horasan’da kuvvetli bir güç olan Şiîler faaliyet halinde idiler. Şiîler Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olmasını istiyorlardı. Bu devirde Şiîler’in büyük bir kısmı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’in etrafında toplanmıştı. Ebû Hâşim ikametgâhını Humeyme’ye nakletti ve Abbâsîler ile temasa geçti. Hatta bir rivayete göre, 98 (716-17) yılında vefatı sırasında imâmeti Muhammed b. Ali b. Abdullah’a vasiyet etmişti. Böylece Abbâsîler daha başlangıçta Şiîler’in desteğini sağlamış oldular.

Abbâsî propagandası ve yer altı faaliyetlerinin merkezi Kûfe olup bu faaliyetleri yürüten teşkilât 718 yılında kurulmuştu. Kaynaklar ilk önce Arap’tan Arap’a yapılan propagandanın başladığı tarihi 100 (718) yılı olarak vermektedirler. Ancak bu konuda kesin bir şey söylemek oldukça güçtür. Zaten ilk faaliyetler hakkında verilen bilgiler de karışıktır. İlk zamanlar Abbâsî taraftarları ağır darbeler yemişler, fakat faaliyetlerinden vazgeçmemişlerdir. Abbâsî hareketini on iki nakîb ve bunlara bağlı yetmiş dâî büyük bir gizlilik içinde yürütüyordu.

Horasan’da ilk başarılı adımları atan, Hidaş adlı bir propagandacıdır. Aşırı fikirlere sahip olan Hidaş, etrafına kısa sürede kalabalık bir grup topladı. Merv’deki Şiîler de ona katıldılar. Hidaş başlangıçta bazı başarılar kazanmasına rağmen 736 yılında yakalanarak idam edildi. Aynı yıl, Hidaş’ın isyanından önce Abbâsî ailesinden Ali b. Abdullah b. Abbas ölmüş, yerine oğlu Muhammed b. Ali geçmişti. Muhammed, Abbâsî hareketinin kuvvetlenmesinde babasından çok daha fazla gayret sarfetti. Muhammed Hidaş’ı tanımadı ve bütün kötülükleri onun sırtına yükleyerek davayı ayakta tutmasını bildi. Abbâsî nakîb ve dâîleri kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtıyorlardı. İleri sürdükleri dava, hakkın haksızlığa karşı yaptığı mücadele idi. Biat kendileri için değil, ileride Peygamber ailesinden, üzerinde sonradan ittifak edilecek bir şahıs adına alınıyordu.

26 Ağustos 743 tarihinde İmam Muhammed b. Ali b. Abdullah vefat edince, yerine vasiyeti üzerine oğlu İbrâhim geçti. Horasan’da gelişmekte olan ihtilâl faaliyetinin dizginlerini eline alan İbrâhim 745 yılında Ebû Müslim’i, mukaddes ailenin vekili sıfatıyla Horasan’a gönderdi. Ebû Müslim’in milliyeti kesin olarak bilinmemekle beraber Arap olmadığı muhakkaktır. O, Abbâsî ailesine intisap etmeden önce Kûfe’de köle veya mevlâ olarak yaşıyordu. Genç yaşta olmasına rağmen Abbâsî hareketini yönetenlerin dikkatini çekti ve İmam İbrâhim b. Muhammed’e onu kazanması tavsiye edildi. İbrâhim Ebû Müslim’i yanına alarak kendi fikirleri istikametinde yetiştirdi ve kendi vekili olarak Horasan’a gönderdi.

Ebû Müslim’in Horasan’a giderek hareketin idaresini ele alması, ihtilâl faaliyetinin bir dönüm noktası olmuştur. Bu sırada Horasan’daki Arap kabileleri arasındaki mücadele had safhaya varmıştı. Kısa sürede ihtilâl faaliyetlerinin geliştiği Horasan şehirlerini dolaşan ve Şiîler’in baş dâîsi Süleyman b. Kesîr el-Huzâî’nin yerine liderliğe geçen Ebû Müslim, İmam İbrâhim ile devamlı temas halinde idi. Nihayet 15 Haziran 747 tarihinde Süleyman b. Kesîr’in taraftarlarının toplu halde bulundukları Sifezenç’te İmam İbrâhim’in gönderdiği siyah bayrak açıldı. Bir müddet Sifezenç’te kalan Ebû Müslim buradan Âlîn’e, oradan da Mâhuvân’a geçti. Ebû Müslim, Horasan’daki Emevî taraftarlarının toplanmasına fırsat vermeden bu eyaletin başşehri Merv’i işgal etti. Horasan Valisi Nasr b. Seyyâr, Nîşâbur’a çekilmek zorunda kaldı. Merv, Merverrûz, Herat, Nesâ ve Ebîverd şehirleri zaptedildi. Bu sırada İbrâhim’in yanından dönen ve onun tarafından başkumandanlığa tayin edilen Kahtabe b. Şebîb, Tûs yakınlarında Nasr b. Seyyâr’ı mağlûp etti. Artık Horasan’daki Emevî kuvvetleri çökmüştü. Haziran 748’de Nasr Nîşâbur’u terketti ve Ebû Müslim merkezini oraya nakletti.

Nasr ve onun etrafında toplanan Arap kabileleri Kūmis şehrinde tutunmaya çalıştılar. Horasan’daki bu gelişmeler üzerine Halife II. Mervân, Irak Valisi Ebû Hâlid İbn Hübeyre’ye Horasan’a yardımcı kuvvetler göndermesini emretti; ancak gönderilen kuvvetler Nasr ile birleşmeden mağlûp edildi. Kahtabe ve oğlu Hasan, Kūmis’i zaptettikten sonra batıya doğru ilerlemelerine devam ederek Rey ve Hemedan’ı ele geçirdiler. 749 ilkbaharında İsfahan civarında yapılan savaşı kaybeden Nasr’ın artık tutunabileceği yer kalmamış, Kahtabe’ye Irak yolu açılmıştı. Oğlu Hasan’ı önden göndererek kendisi de onu takip ediyordu. Hasan Celûlâ’da karargâh kurmuş olan İbn Hübeyre’den sıyrılarak Dicle’yi geçti ve Kûfe’ye doğru ilerlemeye başladı. Kahtabe ise 27 Ağustos 749 tarihinde İbn Hübeyre’nin karargâhına âni bir baskın yaparak onu mağlûp etti; İbn Hübeyre müstahkem şehir Vâsıt’a çekildi. Bu gece savaşları arasında, Abbâsîler’e ilk askerî başarıları kazandırmış olan Kahtabe öldürüldü; kumandayı oğlu Hasan aldı ve 2 Eylül’de Kûfe’yi zaptetmeye muvaffak oldu. Artık Abbâsîler’in Kûfe’deki gizli idaresi ortaya çıkabilirdi. Peygamber ailesinin veziri unvanını taşıyan Ebû Seleme el-Hallâl, gizlendiği yerden çıkarak idareyi ele aldı. Abbâsîler de artık ön plana geçme zamanının geldiğine karar verdiler. Horasan’da ihtilâl hareketi hızla geliştiği sırada Halife Mervân, İbrâhim’i Harran’a götürerek hapsetti. Rivayete göre İbrâhim, kendi yerine kardeşi Ebü’l-Abbas’ın geçmesini vasiyet etmişti. Abbâsî ailesi Kûfe’nin zaptından sonra oraya gitti, fakat pek iyi karşılanmadı.

Ebû Seleme, Ali evlâdını tuttuğu için onları oyalamaya çalışıyordu. Bunu farkeden Horasanlılar bir emrivâki ile Ebü’l-Abbas’a biat ettiler. 28 Kasım 749 Cuma günü Kûfe Camii’nde Ebü’l-Abbas’a biat edildi. Ebü’l-Abbas, halife olarak okuduğu ilk hutbede hâkimiyet hakkının Abbâsîler’e ait olduğunu çeşitli deliller ileri sürerek ispat etmeye çalıştı. Abbâsîler, ihtilâl hazırlıklarının başladığı ilk anlardan itibaren Şiîler’le birlikte hareket ediyormuş gibi görünüyorlar ve gerçek niyetlerini açığa vurmuyorlardı. Ancak iktidarı ellerine geçirince onlara sırt çevirdiler. Ebü’l-Abbas karargâhını, Şiîler’in çoğunlukta bulunduğu Kûfe’den Hammâm-A‘yen’e nakletti ve Ebû Müslim’in yardımıyla Ebû Seleme ile Süleyman b. Kesîr’i ortadan kaldırdı.

Kahtabe ve oğlu Hasan güneyden Kûfe üzerine yürürlerken, ikinci bir ordu Ebü’l-Abbas’ın amcası Abdullah b. Ali kumandasında kuzeyden Suriye istikametinde ilerliyordu. Halife II. Mervân, Suriye ve el-Cezîre Arapları’ndan topladığı bir ordu ile Büyük Zap kenarında Abdullah’ı karşıladı. Savaş 16 Ocak 750 tarihinde başladı ve on gün devam etti. Mervân’ın birlikleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle Abdullah savaşı kazandı. Bu hezimetten sonra Harran’a çekilen Mervân, orada da kalamayacağını anlayarak Dımaşk’a, oradan da Ürdün’deki Ebûfutrus’a kaçtı. Abdullah b. Ali hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Dımaşk önlerine geldi ve kısa bir muhasaradan sonra şehri zaptetti (26 Nisan 750). Mervân’ı takip eden birlik Yukarı Mısır’da Bûsîr adı verilen yerde ona yetişti ve Ağustos 750’de cereyan eden çarpışmada Mervân öldürüldü. Bu yıl sonlarına doğru Vâsıt’ta mukavemet etmekte olan İbn Hübeyre de teslim olunca Emevî hilâfeti tarihe karışmış oldu.

İhtilâlin başarıya ulaşmasından ve Abbâsîler’in iktidara gelmesinden sonra Emevîler’e mensup olanlar her tarafta hunharca katledildi. Muâviye ve Ömer b. Abdülazîz’in mezarları hariç, diğer halifelerin mezarları açılarak kemiklerinden bile öç alma yoluna gidildi. Emevîler’e karşı girişilen cinayetlerin en büyüğü, Abdullah b. Ali’nin bulunduğu Suriye’de meydana geldi. Abdullah, Ebûfutrus’ta Emevî ailesi mensuplarını bir ziyafete davet etti. Yemek sırasında okunan bir mısradan âniden hiddetlenerek Emevîler’den seksen kişiyi öldürttü.

Abbâsî ihtilâlinin karakteri ve ihtilâlcilerin esas istekleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. XIX. yüzyılın bazı Batılı tarihçileri, Emevîler’le Abbâsîler arasındaki mücadeleyi Araplar’la İranlı unsur arasında ırkçı bir mücadele olarak kabul etmekteydiler. Daha sonra yapılan yeni araştırmalar bu görüşün doğru olmadığını ortaya koymuştur. İhtilâl hareketi her ne kadar İranlı unsurun yoğun olduğu Horasan’da başlamış ve ilk başarısını orada kazanmışsa da ihtilâlin elebaşıları Araplardır. On iki nakîbden sekizi Arap, dördü mevâlî idi. Ayrıca Horasan’ın çeşitli şehirlerinde çok sayıda Arap yerleşmiş ve bunların büyük bir kısmı Abbâsî ordusu içinde yer almıştı. Abbâsî ihtilâli, yukarıda sebepleri açıklanırken belirtildiği gibi, Emevî hânedanına karşı cephe almış çeşitli unsurların beraberce hareket etmeleri sonunda başarıya ulaşmıştır. İhtilâli harekete geçiren ve başarıya ulaştıran güç ırkî bir temele değil, muhtelif menfaat gruplarının ittifakına dayanıyordu.

Abbâsîler hilâfeti ele geçirdiklerinde, genellikle Emevîler’in temsil ettiği “mülk-devlet” yerine, dine dayalı devlet şeklinde gerçek halifelik fikir ve idealini temsil eden kimseler olarak karşılandılar. Halife cuma namazlarında Hz. Peygamber’in hırka-i şerifini (bürde) giyiyordu. Etrafını, himayesi altında tuttuğu ve devlet işlerinde tavsiye ve görüşlerini aldığı fakihler ve diğer din âlimleri çeviriyordu. Abbâsî halifeleri, yerlerini aldıkları Emevî halifeleri gibi dünyevî zihniyet ve temayülde oldukları halde, etrafa karşı dindar ve zâhid görünmeyi ihmal etmiyorlardı.

Abbâsîler, hilâfet merkezi olarak Suriye yerine Irak’ı tercih ettiler. Birinci halife Ebü’l-Abbas es-Seffâh, Fırat’ın doğu yakasında bulunan küçük Hâşimiye şehrini merkez yaparak bir süre orada oturdu. Kısa bir müddet sonra da merkez Enbâr’a nakledildi. İkinci Abbâsî halifesi ve birçok bakımdan hânedanın gerçek kurucusu olan Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Dicle kıyısında, Sâsânî İmparatorluğu’nun eski başşehri Medâin harabeleri yakınında bulunan ve Abbâsîler’in sürekli başşehri olacak yeni bir şehir kurdu. Resmî adı Medînetüsselâm olmasına rağmen burası, aynı yerde bulunan eski bir İran köyünün adıyla Diyârıbağdâd olarak tanınmıştır. Hilâfet merkezinin değişmesinin önemli sonuçları olmuştur. Bu değişiklikle idarenin ağırlık merkezi, bir Akdeniz ülkesi olan Suriye’den, sulanabilen zengin bir vadi ve birçok ticaret yollarının kavşağı olan Irak’a geçmiş, böylece Bizans yerine İran’ın tesiri yoğunluk kazanmıştır.

Abbâsî ihtilâlinin başarıya ulaşması ile birlikte Araplar ve özellikle Suriyeliler için hâkimiyet devri sona ermiş oluyordu. Böylece Arap ve mevâlî arasındaki fark ortadan kalkmış, hatta mevâlî Araplar’a karşı üstünlük bile kazanmıştı. İhtilâlin ağır yükünü omuzlarında taşıyan Horasanlılar devletin yüksek makamlarını paylaştılar. Hareketin lideri Ebû Müslim büyük bir nüfuz ve iktidar sahibi oldu. İlk Abbâsî halifesi âdeta onun gölgesinde yaşıyordu. Halife Mansûr, Ebû Müslim’in bu hâkimiyetine tahammül edemeyerek onu öldürttü. Ancak bununla devlet içindeki İran nüfuzu kırılmış olmuyordu. Bermekî vezir ailesi, Mansûr devrinden itibaren uzun müddet iktidarını devam ettirdi. Bu sefer de Bermekîler devlet içinde halife kadar kudret sahibi olmuşlardı. 803 yılında Hârûnürreşîd bir bahane ile Bermekî ailesini bertaraf etti. Hârûnürreşîd’in ölümünden sonra, oğulları Emîn ve Me’mûn arasındaki hilâfet mücadelesi, aynı zamanda Arap ve İranlı unsurun iktidar mücadelesi idi. Anne ve baba tarafından Abbâsî ailesine mensup olan Emîn’i Araplar, annesi İranlı bir câriye olan Me’mûn’u da İranlılar destekliyordu. Neticede Me’mûn’un galip gelmesi, Araplar’ı devlet idaresinden tamamen uzaklaştırdı.

Me’mûn, halifeliğinin ilk yıllarında Merv’de bulunduğu sürece İranlı unsurun tesirinde kalarak kendisi için de zararlı bazı icraatta bulundu. Ancak hadiselerin hızla aleyhine gelişmesi Me’mûn’u uyandırmış ve siyasetini değiştirmek zorunda bırakmıştır. İlk önce Merv’den Bağdat’a gelerek idareyi bizzat yürütmeye başladı. Merv’de bulunduğu sırada cereyan eden hadiseler Arap ve İranlılar’a karşı güvenini sarsmıştı. Bu durumda güvenebileceği bir kuvvete ve kadroya ihtiyacı vardı. Horasan’da bulunduğu sırada yakından tanıma fırsatını bulduğu Türkler, Abbâsî İmparatorluğu’nda Arap ve İranlılar’ın nüfuzuna karşı çıkabilecek yegâne kuvvetti; siyasî tecrübe ve askerî kabiliyet bakımından da imparatorluk içinde bir denge unsuru olabilirlerdi. Me’mûn’un, halifeliğinin son yıllarında Türkler’i askerî birlikleri arasına almaya başladığı ve bunu bir devlet politikası haline getirdiği görülmektedir. Kaynaklar, Me’mûn’un son yıllarında halife ordusu içinde Türkler’in sayısının 8000-10.000 civarında olduğunu ve kumanda heyetinin Türkler’den meydana geldiğini belirtmektedir.

Halife Me’mûn’un ölümünden sonra kardeşi Mu‘tasım Türkler’in desteği sayesinde hilâfet makamına geçti. O da ağabeyi gibi çeşitli Türk ülkelerinden birlikler getirmeye devam ederek kısa zamanda ordunun büyük kısmını Türkler’den meydana getirdi. 836’da Sâmerrâ şehrini kurarak Türk birlikleriyle beraber hilâfet merkezini oraya nakletti. Böylece 892 yılına kadar devam edecek olan “Sâmerrâ devri” başlamış oluyordu. Türk kumandanları yavaş yavaş idarî kadrolara da hâkim olarak devletin yönetiminde büyük ölçüde söz sahibi oldular. Halife Mütevekkil’den itibaren istediklerini halife yapıyor, istemediklerini bu makamdan uzaklaştırıyorlardı. Diğer taraftan halifeler de Türkler’in baskısından kurtulmak için gayret sarfediyor ve fırsat buldukça Türk kumandanlarını öldürüyorlardı. Türkler’le halifeler arasındaki bu mücadele, 892 yılında merkezin tekrar Bağdat’a nakledilmesine kadar devam etti. Fakat hilâfet merkezinin Bağdat’a nakledilmesi, halifelik müessesesinin siyasî nüfuzu bakımından büyük bir değişiklik meydana getirmedi. Halife Mu‘tazıd devrinde kısmî bir toparlanma olduysa da onun ölümüyle durum tekrar eski haline döndü. Bu sefer de devlet erkânı arasındaki rekabet halifeliği yıpratıyordu. Halife Râzî, bu duruma son vermek maksadıyla âdeta halifelik yetkileriyle donattığı Muhammed b. Râiḳ el-Hazarî’yi emîrü’l-ümerâ tayin etti (936). Ancak bu tedbir de beklenilen sonucu vermedi. Bu sırada imparatorluk iyice parçalanmış ve halifenin sözde iktidarı, Irak’ın bir kısmıyla sınırlı kalmıştı.

Abbâsî hilâfeti için bütün bunlardan çok daha kötü bir gelişme, 945 yılında Büveyhîler’in Bağdat’ı işgal etmeleri olmuştur. İranlı ve Şiî bir hânedan olan Büveyhîler, IX. yüzyılın ortalarına doğru Fars, Hûzistan, Kirman ve Cibâl bölgelerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Abbâsî Halifesi Müstekfî, Büveyhîler’den Muizzüddevle Ahmed’e emîrülümerâlık pâyesi vermek zorunda kaldı. Böylece Abbâsî hilâfeti Şiî bir hânedanın baskısı altına girmiş oluyordu. Büveyhîler’in Bağdat’a hâkim oldukları bir asırdan fazla zaman içinde halifeler onların kuklaları durumuna düşmüşler, bütün siyasî ve askerî otoritelerini kaybetmişlerdi. Buna karşılık Büveyhîler, merkezî hükümetin meşruiyet kaynağı ve dinî lider olarak Abbâsî halifelerini başta tuttular. Ancak istediklerini halife yapıyor, istemediklerini de hiçbir zorlukla karşılaşmadan bertaraf edebiliyorlardı. Artık Bağdat İslâm dünyasının bir merkezi olmaktan çıkmıştı. XI. yüzyılın ortalarında Büveyhîler güçlerini kaybettiler. Bu dönemde Arslan el-Besâsîrî Bağdat’a hâkim olarak hutbeyi Fâtımî halifesi adına okutmaya başladı.

Abbâsî hilâfetinin resmen ortadan kaldırılmaya teşebbüs edildiği bu sıralarda İran’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı. Bu güç, Sünnî inancı benimsemiş olan Selçuklular idi. Arslan el-Besâsîrî’nin hutbeyi Fâtımî halifesi adına okutması, Selçuklular’ı harekete geçirdi. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’ı Arslan el-Besâsîrî’den kurtararak halifeye dinî itibarını iade etti. Yarım asır kadar halifeler, Selçuklular’ın siyasî hâkimiyetleri altında varlıklarını devam ettirdiler. Selçuklular yalnız Bağdat’ı değil, bütün Irak ve Suriye’yi de Fâtımî tehlikesinden kurtardılar. Aynı zamanda, başta Bağdat olmak üzere başlıca büyük şehirlerde medreseler kurarak fikrî bakımdan da Şiîler’e karşı harekete geçtiler. Ancak Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun taht kavgaları sebebiyle zayıflamaya başladığı sıralarda, Abbâsî halifeleri maddî iktidarı da ele geçirmek üzere harekete geçtiler. Fakat bilhassa Halife Nâsır’ın halefleri onun başlattığı siyaseti devam ettirecek kudrette olmadıkları için, Abbâsî hilâfeti tekrar eski haline dönmekte gecikmedi. 1194’te Irak Selçuklu Sultanı Tuğrul, Hârizmşah Tekiş’e mağlûp olunca, onun hâkimiyeti altındaki ülkeler Hârizmşahlar’ın eline geçti. Bu sefer de Abbâsî halifeleri ile Hârizmşahlar karşı karşıya geldiler. Bazı rivayetlere göre Halife Nâsır, yeni rakiplerini daha tehlikeli bularak bu sırada bütün Asya’yı kasıp kavurmakta olan Cengiz Han’dan yardım istedi. Gerçekten de Alâeddin Tekiş’ten sonra tahta geçen Hârizmşah Muhammed, Abbâsî hilâfetini ortadan kaldırmayı düşünüyordu. Ancak Moğol tehlikesi bu tasavvurun gerçekleşmesine fırsat vermedi.

Emevî hânedanı zamanında İslâm imparatorluğunun sınırları Türkistan içlerinden Pirene dağlarına, Kafkaslar’dan Hint Okyanusu’na ve Büyük Sahra içlerine kadar uzanıyordu. Bu sınırlarıyla tarihinde en büyük imparatorlukların başında yer alıyordu. Ancak o zamanın şartları göz önüne alınacak olursa, bu kadar geniş bir imparatorluğu ayakta tutmanın kolay olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Nitekim Abbâsîler’in iktidara geldiği ilk yıllardan itibaren kopmalar başladı. Abbâsî katliamından kurtulabilen Halife Hişâm’ın torunu Abdurrahman b. Muâviye, Mısır ve Kuzey Afrika yoluyla Endülüs’e gitmeye muvaffak oldu. Abdurrahman, Endülüs’ün içinde bulunduğu karışık durumdan faydalanarak 756 yılında bağımsız bir hükümdar gibi hareket etmeye başladı. Halife Mansûr, Abdurrahman üzerine kuvvetler sevkettiyse de bir sonuç alamadı ve Endülüs böylece imparatorluktan resmen kopmuş oldu. Endülüs’ün istiklâlini kazanmasından sonra yavaş yavaş bütün Kuzey Afrika’da bağımsız ve yarı bağımsız devletler ortaya çıkmaya başladı. 758’de, merkez Sicilmâse olmak üzere resmen Abbâsîler’e bağlı olan Hâricî Midrârîler, 777’de Batı Cezayir’de Rüstemîler, 789’da Fas’ta İdrîsîler ve 800’de İslâm coğrafyacılarının İfrîkıye adını verdiği Tunus’ta istiklâllerini kazanan Ağlebîler bunlar arasında sayılabilir.

IX. yüzyılın ortalarından itibaren Abbâsîler’in nüfuzu Mısır’dan batıya geçemiyordu. Hatta 868-905 yılları arasında Türk Tolunoğulları ile 935-969 arasında İhşîdîler Mısır ve Suriye’ye hâkim olarak batıdaki sınırı iyice daraltmışlardı. Doğu eyaletlerindeki durum da batıdakinden pek farklı değildi. 819 yılından itibaren Horasan ve Mâverâünnehir’de Sâmânîler, 821 yılında Horasan’da Tâhirîler ismen halifeye bağlı olmakla beraber iç ve dış işlerinde tamamen bağımsız hareket ediyorlardı. 867 yılında Sîstan bölgesinde ortaya çıkan Saffârîler, Bağdat halifesi ile uzun ve çetin mücadelelere giriştiler. Suriye ve el-Cezîre’de Hamdânîler 905 tarihinden itibaren bağımsızlıklarını kazanmışlardı. IX. yüzyılın ortalarına doğru halifenin maddî nüfuzu Bağdat ve çevresine münhasır kalmıştı.

Abbâsîler devrinde siyasî, iktisadî ve dinî sebeplere dayanan isyanlara sık sık rastlanmaktadır. 752’de Suriye’de Emevî hânedanının haklarına sahip çıkmak isteyen bir isyan oldu. İsyan çabuk bastırıldı; ancak Emevî taraftarları, Emevîler’in bir gün yeniden dönerek adaleti tesis edeceklerine inanıyor, pek tehlikeli boyutlara varmamakla birlikte Suriye’de zaman zaman ayaklanıyorlardı. Diğer taraftan Şiîler, başarıya ulaşmasında büyük ölçüde yardımcı oldukları ihtilâlden sonra Abbâsî ailesinin hilâfete geçmesini hazmedemiyorlar ve hilâfetin kendi hakları olduğunu açıkça ilân ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ın soyundan gelen Muhammed en-Nefsüzzekiyye ve kardeşi İbrâhim, halifelik iddiasıyla harekete geçtiler. Uzun müddet gizli çalışan ve halifenin takibinden kurtulmak için devamlı yer değiştiren bu iki kardeş, nihayet ailelerine yapılan baskıya dayanamayarak ortaya çıktılar ve Mansûr’a karşı harekete geçtiler. Ancak 762 yılında Muhammed ve ertesi yıl da İbrâhim yakalanarak idam edildi. Şiîler’in isyanları bununla bitmedi. Fırsat buldukça ortaya çıktılar; fakat bir sonuç elde edemediler. Ancak bunlardan daha önemlisi, Halife Mansûr’un 755 yılında Ebû Müslim’i öldürtmesi bahane edilerek İran’da başlatılan bir seri isyandır. Bu isyanların temelinde belirli bir noktaya kadar milliyetçi fikirler bulunuyordu. İsyan hareketinin altında yatan dinî ideoloji ise İran menşeli idi. Ebû Müslim’in ölüm haberi Horasan’a ulaşınca, muhtemelen onun yakın adamlarından Sunbaz adında bir kumandan Rey’i ele geçirerek Hemedan üzerine yürüdü. Rey ile Hemedan arasında halife kuvvetleriyle yaptığı savaşı kaybeden Sunbaz, Taberistan’a kaçtıysa da yakalanarak idam edildi. Yine aynı tarihlerde Ebû Müslim’in adamlarından İshak et-Türkî, Mâverâünnehir’de isyan etti ve iki yıl halife kuvvetlerini uğraştırdı. 757 yılında Üstâzsîs adlı birisi Herat, Bâdgīs ve Sîstan taraflarında ayaklandı; bir yıl kadar süren mücadeleden sonra isyan bastırıldı ve Üstâzsîs esir edildi. Horasan’daki isyanların en tehlikelisi, Mukanna‘ (Peçeli) isyanıdır. Fikirleri bugünkü komünizme benzeyen Mukanna‘ın isyanı, ancak 789 yılında bastırılabildi. Halife Mehdî zamanında eski İran dinlerini ihya etmek için daha birçok ayaklanma olmuştur. Bütün bu olaylar üzerine, isyanları bastırmakla görevli Dîvânü’z-zenâdıka adı verilen bir müessese de kurulmuştur.
Abbâsîler devrinde ortaya çıkan isyanların en önemlisi, geniş bir alana yayılması, devamlılığı, teşkilâtlanması ve bütünlük arzetmesi bakımından, Bâbek el-Hürremî’nin isyanıdır. Siyasî ve askerî sahada dikkate değer kabiliyetlere sahip olan Bâbek’in taraftarlarının çoğunu köylüler teşkil ediyordu. O, büyük arazilerin taksim edileceğini vaad ediyor ve sözünü de tutuyordu. 816 yılında Azerbaycan’da isyan bayrağını açan Bâbek, uzun müddet isyanını devam ettirmiş, üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûp ederek nüfuz alanını genişletmiş, nihayet 837 yılında Halife Mu‘tasım’ın Türk asıllı kumandanlarından Afşin tarafından yakalanarak idam edilmiştir.

Diğer taraftan, Zenc adıyla bilinen siyahî kölelerin 869-883 yılları arasındaki isyanı, daha çok iktisadî ve sosyal sebeplerden kaynaklanıyordu. Basra bölgesinde tuzla ve çiftliklerde çalışan bu köleler son derece güç şartlarda hayatlarını devam ettiriyorlardı. Hz. Ali soyundan geldiği iddia edilen Ali b. Muhammed, çeşitli vaadlerle Zencîler’i harekete geçirdi. İsyana birbiri arkasından katılan yeni gruplarla bu hareket süratle gelişti. Zencîler’in askerî harekâtı başlangıçta oldukça parlaktı. Güney Irak ve Güneybatı İran’ın önemli bölgelerini hâkimiyetleri altına alıp Basra ve Vâsıt’ı zaptettiler. Böylece Bağdat’ı da tehdit etmeye başladılar. Nihayet uzun ve çetin mücadelelerden sonra isyan güçlükle bastırılabildi.

X. yüzyılın başında imparatorluğun içinde bulunduğu sosyal buhran en yüksek noktasına varmıştı. Zencî isyanının bastırılmasına rağmen etkileri hâlâ devam ediyor ve İsmâilî mezhebine ait fikirler süratle yayılıyordu. 901-906 yılları arasında, Karmatîler adıyla bilinen bir gruba mensup silâhlı İsmâilî çeteleri Suriye, Filistin ve el-Cezîre’yi yağmaladılar. Bahreyn bölgesindeki Karmatî hareketi çok daha tehlikeli bir şekilde gelişiyordu. Merkez Ahsâ’da 20.000 kadar silâhlı kişinin yaşadığı söyleniyordu. Karmatîler süratle kuzeye doğru ilerleyerek Kûfe’yi yağma ettiler. 929’da Mekke’yi işgal ederek Hacerülesved’i Ahsâ’ya götürdüler ve ancak yirmi yıl sonra tekrar yerine koydular. Ayrıca Suriye’de büyük karışıklıklara sebebiyet verdiler. Karmatîler’in Bahreyn’deki hâkimiyetleri XI. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.

Abbâsîler devrinde fetih amaçlı savaşlara pek az rastlanmaktadır. Yeni hânedan zaten çok genişlemiş olan sınırları daha da genişletmek yerine, içeride refahı sağlama yoluna gitmiş ve bunda da oldukça başarılı olmuştur. Bununla birlikte ihtilâli takip eden birkaç yıllık bir sükûnet devresinden sonra Bizans’a karşı gazâlar yeniden başlamış ve Bizans İmparatorluğu ile mücadeleye devam edilmiştir. Halife Mansûr zamanında Anadolu’ya küçük çapta akınlar yapılıyordu. Üçüncü Abbâsî Halifesi Mehdî, İslâm devletindeki iç karışıklıklardan faydalanmak isteyen Bizans İmparatorluğu’na bir ders vermek maksadıyla 782 yılında İstanbul’a büyük bir sefer düzenledi. Oğlu Hârûn kumandasındaki İslâm ordusu Üsküdar’a kadar gitti ve Kraliçe İrene’yi yıllık vergi ödemek şartıyla barış yapmaya mecbur ederek geri döndü. Halife Hârûnürreşîd, Tarsus’tan başlayarak Malatya’ya kadar uzanan sınır hattını yeniden teşkilâtlandırdı, kaleleri tamir ve tahkim ettirdi. Buralara ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen gönüllüler yerleştirilerek akınlara hız verildi. Hatta bu sınır kalelerini Avâsım adı verilen yeni bir vilâyet haline getirdi. Halife Me’mûn, hilâfetinin son yıllarında Bizans’a karşı 830-833 arasında bizzat kendisinin de katıldığı üç sefer düzenledi. Orta Anadolu’da Tyana (Tuana) zaptedilerek şehre müslüman nüfus iskân edildi. Bu hareketinden, onun Anadolu’yu fethetmek niyetinde olduğu anlaşılmaktadır.

Abbâsîler devrinde Bizans’a karşı düzenlenen seferlerin en büyüğü Mu‘tasım tarafından yapılmıştır. 838 yılında büyük bir ordu ile Anadolu’ya giren Mu‘tasım, Ankara üzerinden yürüyüp bugünkü Afyon yakınlarında bulunan ve o zaman Anadolu’nun en büyük şehirlerinden biri olan Ammûriye’yi (Amorion) muhasara ederek zaptetti. Halife Mu‘tasım’dan sonra Bizans cephesindeki askerî harekâtın hızını kaybettiği görülmektedir. Diğer taraftan IX. yüzyılın ortalarından itibaren Abbâsî hilâfetinin zayıflaması, Suriye ve el-Cezîre’de yeni devletlerin ortaya çıkması üzerine, mücadeleler bu devletlerle Bizans arasında cereyan etmeye başlamıştır. Bilhassa Hamdânîler’den Seyfüddevle’nin gazâları büyük bir önem taşımaktadır. Bu sırada Türkistan ve Hazar cephesinde birkaç sınırlı harekât dışında, tam mânasıyla bir sükûnet hüküm sürüyordu. Abbâsîler, hilâfet merkezinin çok uzakta olması sebebiyle Akdeniz’e daha az ilgi gösteriyorlardı. Fakat Mısır ve Kuzey Afrika’da kurulan devletler, birkaç asır boyunca Akdeniz’de hâkimiyetlerini devam ettirdiler. Meselâ Ağlebîler, 825-878 yılları arasında Sicilya’nın fethini tamamlayarak burada parlak bir fikir hayatının gelişmesine zemin hazırladılar.

Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd ile Frank Kralı Büyük Karl (Charlemagne) arasında IX. yüzyılın başlarında kurulan dostane münasebetler her iki tarafın da karşılıklı menfaatlerinden kaynaklanıyordu. Büyük Karl, Hârûnürreşîd’i kendi düşmanı Bizans’a karşı muhtemel bir müttefik olarak düşünüyor, Hârûnürreşîd de onu İspanya’da kudretli ve müreffeh bir devlet kurmaya muvaffak olan rakibi Endülüs Emevîleri’ne karşı kullanmak istiyordu. Bu gaye ile başlayan münasebetler, Batılı tarihçilere göre, karşılıklı gönderilen elçiler ve hediyelerle geliştirilmiştir. Hatta Hârûnürreşîd’in gönderdiği hediyeler arasında tuhaf ve dikkati çeken bir saatin bulunduğu da zikredilmektedir. Batı kaynaklarında, 797-806 yılları arasında kurulduğu belirtilen bu münasebetler hakkında İslâm kaynaklarında hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

Diğer taraftan Moğollar Cengiz Han idaresinde Çin’e karşı yaptıkları başarılı akınlardan sonra, 1218 yılından itibaren batıya yönelerek İslâm dünyasını istilâ etmeye başladılar. Hârizmşahlar Devleti’nin ortadan kaldırılmasından sonra İran ve Irak’ta Moğollar’ın karşısında duracak kuvvet kalmamıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Hârizm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerliyorlardı. Cengiz Han’dan sonra da Moğol istilâsı devam etti. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine geldi ve şehri kuşattı. Bağdat Moğollar’a karşı dayanacak güçte değildi. Barış teşebbüslerinden de hiçbir olumlu sonuç alınamayınca son Abbâsî Halifesi Müsta‘sım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi; beş asırdan beri İslâm dünyasının başşehri durumunda olan Bağdat tahrip edildi. Bütün İslâm şehirlerinde olduğu gibi Bağdat’ta da dünya tarihinde eşine pek az rastlanır cinayetler işlendi; bütün medenî müesseseler yerle bir edildi. Camiler ahır haline getirildi; kütüphaneler tahrip edildi, kitaplar yakıldı ve Dicle nehrine atıldı. Moğollar’ın Bağdat’ı işgalleri İslâm tarihinde büyük bir felâket olarak kabul edilmektedir. Bu felâket siyasî sahadan ziyade medeniyet sahasında olmuş ve bu tarihten itibaren İslâm medeniyeti duraklamaya ve gerilemeye başlamıştır.

750-1258 yılları arasında hüküm süren Abbâsîler, İslâm tarihinde Osmanlılar’dan sonra en uzun ömürlü hânedandır. İslâm medeniyeti en parlak devrini bu hânedan zamanında yaşamıştır. Abbâsîler uzun müddet siyasî sahada hâkimiyeti ellerinde tutmuşlar ve bir iki fâsıla hariç, son günlerine kadar İslâm dünyasının mânevî liderliğini de sürdürmüşlerdir. Abbâsî hilâfetinin İslâm tarihinde olduğu kadar dünya tarihinde de büyük bir yeri vardır.
Kaynakça:islamansiklopedisi,wikipedia

Abbâsîler’in ulaştığı en geniş sınırları gösteren harita:

abbasiler-1.jpg
 

Similar threads

  • Soru
Türk-Arap İlişkileri Abbasiler Döneminde Türk Arap İlişkileri Nasıldır Abbasiler döneminde Türklerle Araplar arasında sağlanan dostluk ticari ilişkilerin gelişmesi ve tüccarların arkasından onları, dervişlerin ve sufilerin takip etmesi Türkler arasında İslâmiyet'in gelişmesine büyük katkılar...
Cevaplar
0
Görüntüleme
19
  • Soru
Memun Dönemi Tarihi - Memun Dönemi Hakkında - Memun Dönemi Olayları - Memun Dönemi Bizans İlişkileri -Harun Reşit'in ölümü üzerine yerine oğlu Emin geçti. -Kısa süre sonra yerine Harun Reşit'in diğer oğlu Me'mun geçti. -Mu'tezile Mezhebi bu dönemde ortaya çıktı. -Bu dönemde Antik Çağ Yunan...
Cevaplar
0
Görüntüleme
17
  • Soru
Emevilerden sonra halifelik hangi devlete geçmiştir? Abbasiler, 750 yılında Emevi yönetimine karşı ayaklanarak halifeliği ve iktidarı ele geçirmişlerdir. Kurulduğu tarihten itibaren 1258 yılına kadar Abbasiler, İslam dünyasının büyük bölümüne egemen olmuşlardır. İlk Abbasi halifesi 750-754...
Cevaplar
0
Görüntüleme
22
  • Soru
Hilafet nedir, ne anlama gelir? Halife kimdir, kime denir? İslam’da hilafet ve halifelik. Hilafet sözlükte “bir kimseden sonra onun yerine geçme, temsil etme” anlamına gelir. Halife de, “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir. Klasik İslâmî literatürde hilafet, Hz...
Cevaplar
0
Görüntüleme
22
  • Soru
İslâm tarihinde "Dört Halife Devri"nden sonra İslâm Devleti'nin başına gelen hanedana verilen ad. "Beni Ümeyye" de denir. Emevî iktidarı, Doğu ve Batı Emevîleri olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu Emevîlerine (661-750) Suriye ya da Şam Emevîleri, Batı Emevîlerine (756-1031) ise Kurtuba ya da...
Cevaplar
0
Görüntüleme
17
Üst Alt