Anadolu Yaşam Kültürünün Özeti / Kula EvleriBir Rum konağının pencereleri, bir Türk evinin cumbalarına değecek kadar yakın. Şimdi viran bir halde olsa da kilise ile cami yan yana. İşte Kula biraz da bu yüzden yüzyıllar içinde damıtılmış Anadolu yaşam kültürünün bir özeti adeta.
Kula evlerini duymuştum. Ama haritadaki yeri o kadar sapaydı ki uzun bir süre “gidilecek yerler” listemde adını korumayı başardı. Nasıl korumasın ki? İstanbul-İzmir ve İstanbul-Antalya karayollarının neredeyse tam ortasında, İç Ege'de ücra bir nokta gibi yer alıyordu. Sonunda bir bahaneyle Kula'yı da içine alan bir keşif turuna çıkabildim. Tarihi Sardes şehrini günün ilk ışıklarıyla fotoğraflayıp yarım saat uzaklıktaki Kula'ya doğru yola çıktım. Salihli'yi geçip Gediz vadisinden ayrılınca coğrafya da değişmeye başladı. Yeşiller yavaş yavaş sarıya kayarken, tepelerin kahvesi yerini kesif bir siyaha bırakmaya başladı. Uzaktan Kula'nın gezgine hiçbir şey vaat etmeyen silüeti göründüğünde hayal kırıklığına uğramamayı diliyordum ama meşhur evlerin bulunduğu eski mahalleyi hiç kimseye yol sormadan, nerdeyse içgüdüsel olarak buldum.
LABİRENT SOKAKLARA SAKLI EVLER
Sabah mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışan insanların sıcak selamlarıyla meydana açılan ilk sokağa girdiğimde ise, hiç de yabana atılmayacak otantik bir kültürel çevreyi keşfedeceğimi hissettim. Birkaç metre ilerleyince birdenbire elli yıl geriye savruldum. Araçların girmediği daracık bir sokağın başındaki terk edilmiş izlenimi veren evin ayakta kalma mücadelesine hayran oldum. Yoldaki asfalt kaplama ile elektrik direkleri olmasa rahatlıkla yüzyıl öncesinin atmosferini hissettiren bu sokaklar acaba kimsesizliğe mi teslim olmuştu? Ben bunları düşünürken birdenbire birkaç ev ötede bahçe kapısı gıcırtıyla açıldı. Orta yaşlarda bir teyze bir elinde sazdan sarı süpürge, öbür elinde güğüm aheste aheste sokağı süpürmeye başladı. Sonra bisikletleriyle çocuklar sökün etti. Derken sokağı mavi dumana boğan motosikletler belirdi. Hayat bütün renkleriyle tipik bir Anadolu kasabası hızında akıp gidiyordu işte. Bana da sokaklarda kaybolmak düştü. Lafın gelişi değil, çıkmazlarla kesilen, bir daralan, bir genişleyen ama her dönüşte yepyeni sürprizlerle karşıma çıkan labirenti andıran sokaklarda kayboldum. Her kayboluş yeni tanışıklıklarla son buldu. Gül çehreli çocuklar bisikletleriyle önüme düşüp kılavuzluk yaptılar. Birlikte sokakları, evleri, tarihi keşfettik, maziyi andık.
Kula'nın antik çağlara uzanan bir tarihi var. Ünlü tarihçi Strabon ondan “Katakekaumene” adıyla bahsediyor. “Lidya'nın ateşle kavrulmuş toprağı” şeklinde yaptığı müthiş tasvir, yol boyunca gözlediğim volkanik değişiklikleri de açıklıyor. Roma döneminde pek adından söz edilmeyen Kula, Bizans döneminde çok önemli bir askeri garnizon haline geliyor. Kesintisiz yediyüz yıllık Türk tarihinde ise, bir dönem Germiyanoğlu Beyliği'ne başkentlik yaparak adını duyuruyor. Özellikle günümüze kalan eski mahallenin kozmopolit dokusundan hemen anlaşılacağı gibi gerçek bir imparatorluk kasabası olarak 19. yüzyılı yaşıyor. Bir Rum konağının pencereleri, bir Türk evinin cumbalarına değecek kadar yakın. Şimdi viran bir halde olsa da kilise, avlusunda sarıklı mezar taşları barındıran camiyle yan yana. İşte Kula biraz da bu yüzden çok farklı. Bu yüzden yüzyıllar içinde damıtılmış Anadolu yaşam kültürünün bir özeti adeta.
Rum ve Türk mimarisi örnekleri
Kula evleri mimari özelliklerine göre kabaca ikiye ayrılabilir. Rum evlerinin karakteristiği, girişteki beş altı basamaklı merdiven. Genellikle iki sütun arasından yükselen merdiven incelikli bir kapıyla taçlanıyor, evin arka kısmında ise avlu mevcut. Türk mimarisinde ise ön giriş, avluyla sağlanıyor. Ana kapı, evi sokaktan ayıran avlu duvarında olduğu için Rum stiline göre daha az gösterişli. Alt katta yer alan mutfak ve kiler bu avluya açılıyor. Üst katta ise odalar ve sofa mevcut. Küçük de olsa bir avlu bütün evlerin ortak özelliği. Bazı evlerde ayrıca hamam da mevcut. Yine bazı örneklerde yiyeceklerin korunduğu, soğutucu görevini üstlenen bodrum katları yapılmış. Daha büyük, konak tipi açık sofalı evlerde genellikle üst katın bir cephesi sokağa, bir cephesi de avluya bakıyor. Sokağa bakan cepheye ahşap kafesli pencereler yerleştirilmiş. Türk evlerinde her oda yemek yeme, yatma, oturma eylemlerine uygun şekilde çok fonksiyonlu olarak dizayn edilirken, en büyük “baş” oda da genellikle misafirler için ayrılmış. Detaylardaki özenli işçilik hemen dikkati çekiyor. Avluda kayrak taşı, duvarlarda ise köfeke taşı yaygın olarak kullanılmış. İç kısımlarda da ahşap, alçı ve kalem işi gibi zengin süslemeler kullanılmış. Üst katlar her zaman sokağa doğru çıkık. Kiremitle örtülü çatılar sokağın daraldığı yerlerde birbirine değecekmiş hissi vererek bir saçakla bitiyor. Saçakların altında da süslemeler mevcut; pencereler tahta kepenkli. Fırın ve tuvalet çoğunlukla avlunun bir köşesinde yer alıyor. Günümüzde halen kullanılan evler eski ihtişamlarından uzak görünseler de dış cephelerde kullanılan birbirinden canlı boyalar hemen göze çarpıyor.
ZANAAT VE ESTETİK BİRARADA
Kula, günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş bir anıt kent adeta. Bu yüzden Tarihi Kentler Birliği’nin asil bir üyesi ve sit alanı. Ama Kula’yı ziyaret etmek için tek neden mimari açıdan eski kent yerleşmesinin korunmuş olması değil elbette. Evlerin duvarlarındaki kadar zengin renklerin kullanıldığı halıları, çömlekçilik, demircilik, bakırcılık gibi unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarının son zanaatkârları ile de ünlü.
Kula evleri bugün koruma altında. Çivi çakmak bile yasak. Ama bir kültürün canlı şahitlerini korumak için yasaklar yetmiyor. Bugünün ustaları bu taşları böylesine incelikle dizebilir mi? Hangi kalfa ahşabı bu güzellikte oyabilir? Bildiğimiz değersiz demir levhalarını sanat eserine dönüştürecek hünerli eller kaldı mı?
Kula yavaş yavaş ölüyor. Önce üst katlar boşalıyor, sonra zemin... Her fırtına, sahipsizliğe terk edilmiş kapı ya da pencerelerden birkaçının kırılması ve çürümenin hızlanması demek. Kış, birkaç evin çatısını teslim alıyor. Birbirlerine dayanarak zamanın acımasızlığına direnmeye çalışan bu evlerden birkaçı her sene tarih olmaktan kurtulamıyor. Kula gibi kaç kasaba kaldı ki Anadolu'da? Cumalıkızık, Safranbolu, Beypazarı... Belki birkaç yer daha sayılabilir ama Türk ve Rum ev sanatının ortak kültür mirası olan ve içinde hâlâ hayatın devam ettiği başka bir yer göstermek zor. Bu yüzden de Kula'ya sahip çıkmak gerekiyor harap olmadan. Ve elbette gidip görmek gerekiyor evlerini. Araç giremeyen sokaklarında kaybolmak ve evleri gibi hayata meydan okuyan insanıyla tanışmak gerekiyor.
Hakan Özhan
Kula evlerini duymuştum. Ama haritadaki yeri o kadar sapaydı ki uzun bir süre “gidilecek yerler” listemde adını korumayı başardı. Nasıl korumasın ki? İstanbul-İzmir ve İstanbul-Antalya karayollarının neredeyse tam ortasında, İç Ege'de ücra bir nokta gibi yer alıyordu. Sonunda bir bahaneyle Kula'yı da içine alan bir keşif turuna çıkabildim. Tarihi Sardes şehrini günün ilk ışıklarıyla fotoğraflayıp yarım saat uzaklıktaki Kula'ya doğru yola çıktım. Salihli'yi geçip Gediz vadisinden ayrılınca coğrafya da değişmeye başladı. Yeşiller yavaş yavaş sarıya kayarken, tepelerin kahvesi yerini kesif bir siyaha bırakmaya başladı. Uzaktan Kula'nın gezgine hiçbir şey vaat etmeyen silüeti göründüğünde hayal kırıklığına uğramamayı diliyordum ama meşhur evlerin bulunduğu eski mahalleyi hiç kimseye yol sormadan, nerdeyse içgüdüsel olarak buldum.
LABİRENT SOKAKLARA SAKLI EVLER
Sabah mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışan insanların sıcak selamlarıyla meydana açılan ilk sokağa girdiğimde ise, hiç de yabana atılmayacak otantik bir kültürel çevreyi keşfedeceğimi hissettim. Birkaç metre ilerleyince birdenbire elli yıl geriye savruldum. Araçların girmediği daracık bir sokağın başındaki terk edilmiş izlenimi veren evin ayakta kalma mücadelesine hayran oldum. Yoldaki asfalt kaplama ile elektrik direkleri olmasa rahatlıkla yüzyıl öncesinin atmosferini hissettiren bu sokaklar acaba kimsesizliğe mi teslim olmuştu? Ben bunları düşünürken birdenbire birkaç ev ötede bahçe kapısı gıcırtıyla açıldı. Orta yaşlarda bir teyze bir elinde sazdan sarı süpürge, öbür elinde güğüm aheste aheste sokağı süpürmeye başladı. Sonra bisikletleriyle çocuklar sökün etti. Derken sokağı mavi dumana boğan motosikletler belirdi. Hayat bütün renkleriyle tipik bir Anadolu kasabası hızında akıp gidiyordu işte. Bana da sokaklarda kaybolmak düştü. Lafın gelişi değil, çıkmazlarla kesilen, bir daralan, bir genişleyen ama her dönüşte yepyeni sürprizlerle karşıma çıkan labirenti andıran sokaklarda kayboldum. Her kayboluş yeni tanışıklıklarla son buldu. Gül çehreli çocuklar bisikletleriyle önüme düşüp kılavuzluk yaptılar. Birlikte sokakları, evleri, tarihi keşfettik, maziyi andık.
Kula'nın antik çağlara uzanan bir tarihi var. Ünlü tarihçi Strabon ondan “Katakekaumene” adıyla bahsediyor. “Lidya'nın ateşle kavrulmuş toprağı” şeklinde yaptığı müthiş tasvir, yol boyunca gözlediğim volkanik değişiklikleri de açıklıyor. Roma döneminde pek adından söz edilmeyen Kula, Bizans döneminde çok önemli bir askeri garnizon haline geliyor. Kesintisiz yediyüz yıllık Türk tarihinde ise, bir dönem Germiyanoğlu Beyliği'ne başkentlik yaparak adını duyuruyor. Özellikle günümüze kalan eski mahallenin kozmopolit dokusundan hemen anlaşılacağı gibi gerçek bir imparatorluk kasabası olarak 19. yüzyılı yaşıyor. Bir Rum konağının pencereleri, bir Türk evinin cumbalarına değecek kadar yakın. Şimdi viran bir halde olsa da kilise, avlusunda sarıklı mezar taşları barındıran camiyle yan yana. İşte Kula biraz da bu yüzden çok farklı. Bu yüzden yüzyıllar içinde damıtılmış Anadolu yaşam kültürünün bir özeti adeta.
Rum ve Türk mimarisi örnekleri
Kula evleri mimari özelliklerine göre kabaca ikiye ayrılabilir. Rum evlerinin karakteristiği, girişteki beş altı basamaklı merdiven. Genellikle iki sütun arasından yükselen merdiven incelikli bir kapıyla taçlanıyor, evin arka kısmında ise avlu mevcut. Türk mimarisinde ise ön giriş, avluyla sağlanıyor. Ana kapı, evi sokaktan ayıran avlu duvarında olduğu için Rum stiline göre daha az gösterişli. Alt katta yer alan mutfak ve kiler bu avluya açılıyor. Üst katta ise odalar ve sofa mevcut. Küçük de olsa bir avlu bütün evlerin ortak özelliği. Bazı evlerde ayrıca hamam da mevcut. Yine bazı örneklerde yiyeceklerin korunduğu, soğutucu görevini üstlenen bodrum katları yapılmış. Daha büyük, konak tipi açık sofalı evlerde genellikle üst katın bir cephesi sokağa, bir cephesi de avluya bakıyor. Sokağa bakan cepheye ahşap kafesli pencereler yerleştirilmiş. Türk evlerinde her oda yemek yeme, yatma, oturma eylemlerine uygun şekilde çok fonksiyonlu olarak dizayn edilirken, en büyük “baş” oda da genellikle misafirler için ayrılmış. Detaylardaki özenli işçilik hemen dikkati çekiyor. Avluda kayrak taşı, duvarlarda ise köfeke taşı yaygın olarak kullanılmış. İç kısımlarda da ahşap, alçı ve kalem işi gibi zengin süslemeler kullanılmış. Üst katlar her zaman sokağa doğru çıkık. Kiremitle örtülü çatılar sokağın daraldığı yerlerde birbirine değecekmiş hissi vererek bir saçakla bitiyor. Saçakların altında da süslemeler mevcut; pencereler tahta kepenkli. Fırın ve tuvalet çoğunlukla avlunun bir köşesinde yer alıyor. Günümüzde halen kullanılan evler eski ihtişamlarından uzak görünseler de dış cephelerde kullanılan birbirinden canlı boyalar hemen göze çarpıyor.
ZANAAT VE ESTETİK BİRARADA
Kula, günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş bir anıt kent adeta. Bu yüzden Tarihi Kentler Birliği’nin asil bir üyesi ve sit alanı. Ama Kula’yı ziyaret etmek için tek neden mimari açıdan eski kent yerleşmesinin korunmuş olması değil elbette. Evlerin duvarlarındaki kadar zengin renklerin kullanıldığı halıları, çömlekçilik, demircilik, bakırcılık gibi unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarının son zanaatkârları ile de ünlü.
Kula evleri bugün koruma altında. Çivi çakmak bile yasak. Ama bir kültürün canlı şahitlerini korumak için yasaklar yetmiyor. Bugünün ustaları bu taşları böylesine incelikle dizebilir mi? Hangi kalfa ahşabı bu güzellikte oyabilir? Bildiğimiz değersiz demir levhalarını sanat eserine dönüştürecek hünerli eller kaldı mı?
Kula yavaş yavaş ölüyor. Önce üst katlar boşalıyor, sonra zemin... Her fırtına, sahipsizliğe terk edilmiş kapı ya da pencerelerden birkaçının kırılması ve çürümenin hızlanması demek. Kış, birkaç evin çatısını teslim alıyor. Birbirlerine dayanarak zamanın acımasızlığına direnmeye çalışan bu evlerden birkaçı her sene tarih olmaktan kurtulamıyor. Kula gibi kaç kasaba kaldı ki Anadolu'da? Cumalıkızık, Safranbolu, Beypazarı... Belki birkaç yer daha sayılabilir ama Türk ve Rum ev sanatının ortak kültür mirası olan ve içinde hâlâ hayatın devam ettiği başka bir yer göstermek zor. Bu yüzden de Kula'ya sahip çıkmak gerekiyor harap olmadan. Ve elbette gidip görmek gerekiyor evlerini. Araç giremeyen sokaklarında kaybolmak ve evleri gibi hayata meydan okuyan insanıyla tanışmak gerekiyor.
Hakan Özhan