Anadolu’da Erken Türk Beylikleri Dönemi Günümüzde Kalan Mimarisi Eserleri Nelerdir?
Camiler
Bilindiği gibi erken İslam döneminde cami, beş vakit namaz kılınan yer olmanın dışında, önemli kararların alındığı, yargılama ve öğretim yapılan, ayrıca bazı kişilerin barındığı yer görevini de yüklenmişti. Bu görevlerin yeni yapılarla karşılanmasından doğan külliyeler ise; Anadolu’da Büyük Selçuklu, Erken Türk Beylikleri, Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminde sınırlı yapıları benliklerinde toplarken, Osmanlılar’da özellikle Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ünlü Fatih Külliyesi’nden itibaren büyük bir yapı programını da birlikte getirmişlerdir. Gerek tek başına, gerekse bir külliye içinde yapılan günümüze ulaşmış Anadolu’daki erken tarihli cami örneklerinin en yaygın tipi, İslam dininin gelişme kaydettiği ilk yıllardan itibaren denenen ve İran’daki İslam öncesi yapılarla ilişkileri olan, örtü sistemi çok sayıda ayak üzerine oturmuş yapılardır. Bu yapıların örtü sistemini taşıyan ayaklarında taş, tuğla ve ahşabın kullanılması, tümüyle bölgesel malzemeye bağlıdır.
Alparslan’ın 1071 yılında Bizans İmparatorluğu’na karşı kazandığı Malazgirt Savaşı’ndan sonra Güneydoğu Anadolu da Türk-İslam topluluklarının dinsel kullanımı için biçimlenen ve çeşitli değişikliklere uğrayarak günümüze gelebilen üç yapı Büyük Selçuklular’a bağlanmaktadır.
Bu yapılardan ilki olan Diyarbakır Ulu Camisi’nde Melikşah ve oğlu Ebu Şuca Muhammed’in adını veren 1091 ve 1117 tarihli yazıtlar bulunmaktadır. Artuklu, İnanoğulları, Nisanoğulları, Osmanlılar tarafından yapılan onarım ve eklerle büyük bir külliye durumuna gelen yapının planında, Emevi Halifesi Velid zamanında (705-715) yaptırılan Şam Emeviye Camisi’nin büyük etkisi dikkati çekmektedir.
Ayrıca herbiri belirli noktalarda yenilikler taşıyan Irak Selçukluları’ndan Mugisüddin Mahmud’a ait, minaresinde 1129 tarihli onarım yazıtı bulunan Siirt Ulu Camisi ile 1150 tarihli Bitlis Ulu Camisi enine gelişen, mihrap önü mekanları kubbeli yapılardır.
Siirt Ulu Camisi, İran’daki Büyük Selçuklu camileri gibi mihrap önü kubbeli bir mekan ve ona bağlı bir eyvandan meydana gelmişken, daha sonra yapıya kubbeli ve tonozlu yeni mekanların eklenmesiyle, enine dikdörtgen iki nefli bir yapı durumuna getirilmiştir.
Bitlis Ulu Camisi ise mihrap önü içten kubbe dıştan piramit çatı ile örtülmüş, plan şeması simetrik ve dengeli bir yapıdır.
Anadolu’da Büyük Selçuklular’dan sonra ortaya çıkan Erken Türk Beylikleri mimarisinde örtü sistemi çok sayıda ayak üzerine oturmuş cami tipinin önemli bir örneği Sivas Ulu Camisi’dir 1197 yılında 2. Kılıç Aslan’ın oğullarından Sivas Meliki Kutbettin Melikşah zamanında Kızıl Arslan tarafından yaptırılan caminin plan şeması dışındaki en önemli özelliği, büyük olasılıkla 1213 yılında yapıya eklenen, gövdesi tuğlalarla sepet formunda örülmüş, ortasında firuze sırlı çinilerden bir yazıt bulunan minaresiyle, bugün ortadan kalkmış olmasına karşın, biribirini kesen sekizgenlerle bezendiği bilinen taş mihrabıdır.
Sivas Ulu Camisi gibi ilk biçimini 12. yüzyılda Danişmentliler zamanında aldığı sanılan Niksar Ulu/Melik Gazi Camisi de aynı planlama anlayışıyla biçimlenmiştir.
Çok ayaklı ve mihrap önü kubbeli olmasına karşın, mihraba dik ana eksen üzerinde, ortada-belki de bir avlu düşüncesinin devamı niteliğinde-açıklığı bulunan yapılar arasında Danişmentliler’den Yağıbasan tarafından 12. yüzyılın ortalarında yaptırıldığı sanılan Kayseri Ulu Camisi’ni özellikle belirtmek gerekir.
Aynı anlayışı bir diğer Danişmentli eserinde, ilk biçimini 12. yüzyılın ortalarında aldığı öne sürülen Kayseri Kölük Camisi’nde de görme olanağı vardır. Cami-medrese birleşiminin erken bir örneği olmasıyla da ayrı bir önem kazanan bu yapının zengin mozayik çini mihrabı, asıl camiden daha sonra yapılmış olmalıdır.
Artuklular, XII.yy.dan XIV. yy sonlarına kadar Anadolu Türk mimarisine çok önemli eserler kazandırdılar. Güneydoğu Anadolu’da, özellikle Diyarbakır, Mardin, Silvan ve Hasankeyf’te bu Türkmen devletinin hüküm sürdüğü yaklaşık 150 yıllık süre bir bayındırlık ve refah dönemidir Artuklu sanatı mimaride, özellikle cami mimarisinde Anadolu’da yerleşecek ye-ni geleneğin öncüsü olmuştur. Büyük Selçuklu ve Zengi mimarisinden miras kalan geleneği yaratıcı bir anlayışla yeniden biçimlendiren Artuklu camileri, Anadolu cami mimarisinde olgunlaşacak yeni üslübun temelidir.
XII. yy ile XlII. yy başlarında yeni arayışlarla biçimlenmeye başlayan Artuklu cami mimarisi, yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede büyük bir gellşme gösterdi. Bu gelişme özellikle dönemin mimarlık anlayışına damgasını vuran mihrap önü kubbesinde görülür. İçten ve dıştan bütün yapıya hâkim olan mihrap önü kubbesi, avlunun küçültülerek ortaya alınması ve kesme taş mimarisi gibi pek çok yenilik, XII. yy’ın ikinci yarısında Artuklular eliyle yerleşmiştir. Anadolu’da anıtsal camilerin ilk örneklerinden olan Silvan ve Kızıltepe ulu camileri bu yeni üslubun habercileri sayılır.
Erken dönem Anadolu Türk mimarisinde çok ayaklı cami tipinin bazen değişik yorumlamalara uğradığını görmek de olasıdır. Özellikle Artuklu dönemi camilerinde rastlanan bu uygulamada, mihrap önü kubbeleri farklı bir anlayışla değerlendirilerek, bir bakıma yapının ağırlık merkezi durumuna getirilmiştir.
Sürekli değişikliğe uğramış olmasına karşın Silvan Ulu Camisi, mihrap önündeki 1157 yılında tamamlanmış olması mümkün kubbesiyle, bu alanda iyi bir örnektir . Necmeddin Alpi’nın yaptırdığı bütün mekana egemen olan mihrap önündeki bu kubbenin, daha önce yapılmış mimari değerlendirmelerle -özellikle Büyük Selçuklular’a ait Isfahan Ulu Camisi ile- sıkı ilişkisi vardır. Camiye daha sonraki onarımlarda eklenen portallerin ve yer yer değişiklik gösteren taş işçiliğinin yapının özgün biçimiyle ilgili olmadığı anlaşılmaktadır.
Üzerindeki yazıtlardan en erken tarihlisi 1176 yılını gösteren ve değişikliklerle günümüze gelebilen Mardin Ulu Camisi de Artuklu camilerinin temel niteliklerine sahip bir yapıdır. Revaklı bir avlunun güneyinde yer alan çok ayaklı cami mekânı, enine üç nefe ayrılmış ve mihrap önü iki nef enindeki bir kubbe ile örtülmüştür.
Gene aynı yörede karşımıza çıkan Artuk Arslan ve Yavlak Arslan’ın 1204 yılında yaptırdığı Kızıltepe Ulu Camisi de benzer görünüşler taşır. 1156 tarihli bir diğer Artuklu yapısı, Harput Ulu Camisi ise Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmıştır. Gerçekte avlulu cami anlayışıyla tasarlanmış olmasına karşın, havuzlu avlu cami içinde kalmış, küçülmüş ve etrafını çeviren mekân buraya açılmıştır. Tuğla malzemenin kullanıldığı çok ayaklı, enine gelişmiş üç nefli camideki mihrap önü kubbesi, tek nef üzerine oturmaktadır.
Gerçekten de, XI. yüzyıl Doğu Anadolu bölgesine özgü yerel denemelerin hemen de bütün sonuçlarını Saltuklu mimarisinde görmek mümkündür. Bu dönemde yapılar tuğla tekniğinden kurtularak özenli kesme taş mimarisine dönüşürken, renkli taşların kullanımı,bir ölçüde figürlü konular, yüzeysel kemerler ve sarmal çizgili halat motifleriyle daha da zenginleşmiştir. Genel çizgi olarak Mengücüklü mimarisinden daha sade olan Saltuklu mimarisi, Anadolu’daki bu erken dönemin az sayıda ama oldukça seçkin örneklerini sunar.
Anadolu’daki Erken Türk Beylikleri’nden Saltuklular’a ait günümüze gelebilmiş az sayıdaki mimari esere yalnız Erzurum’da rastlanmaktadır. Bu yapılar arasında Erzurum Ulu Camisi çok ayaklı, mihrap duvarına dik uzanan yedi nefli planıyla oldukça dikkat çekicidir. Özgün biçimini 12. yüzyılda aldığı sanılan cami sonradan birçok değişikliğe uğramıştır. Silmeli kemerlere dayanan pandantifli büyük mihrap önü kubbesi ve aynı eksen üzerindeki mukarnas dolgulu örtüsüyle erken dönem Anadolu Türk mimarisinde önemli bir yere sahiptir.
Erzurum’da Kale Camisi (mescid) adıyla anılan bir diğer Saltuklu camisinde ise plan açısından farklı bir görünüş ortaya çıkmaktadır. Yanındaki Tepsi Minare ile beraber 12. yüzyıl sonuna tarihlenen küçük kare mekân yapı, ortadaki bir çift payenin varlığı nedeniyle, iki bölümden oluşmuş izlenimi vermektedir. Mihrap önü kubbeli ve yanları iki beşik tonozla örtülü birinci bölüme karşılık, ikinci bölümde ortadaki kubbenin yerini çapraz tonozlu bir örtü almıştır. İçten pandantifli ve beş sıra mu mihrap önü kubbesinin bir başka özelliği de, dıştan yüksek, kasnaklı ve silmelerle hareketlendirilmiş konik bir çatıyla örtülü olmasıdır.
Anadolu’nun siyasi tarihinde fazlaca sözü edilmeyen Mengücüklüler (Mengücekliler de denir), Malazgirt zaferinden hemen sonra (1072) Yukarı Fırat havzasında kurulmuş bir beyliktir. Bu beyliğin adını günümüze kadar taşıyan, XII. yy sonuyla XIII. yy başlarında daha çok Erzincan, Kemah ve Divriği’de yapılmış mimari eserler ve bunların zengin taş işçiliğidir. Bu yapılardan günümüze kalabilmiş olanların en önemlisi Mengücüklü Ahmed Şah ile eşi Turan Hatun’un yaptırdığı Divriği Ulu Camii ve Darüşsifası’dır (1228-1229). Anadolu Selçuklu mimarisinde cephe tasarımı, değişik üslupta dört taçkapısı ve bezemeleriyle özgün bir yere sahip olan bu eser için yabancı araştırmacilar « Anadolu Elhamrası » deyimini kullanırlar.
Anadolu’da karşımıza çıkan erken dönem camilerinin bir bölümünde, özellikle planlama anlayışı yönünden, Hıristiyan bazilika şemalarının etkileri kuvvetli hissedilmektedir. Bu yapıların en erken tarihlisi Mengücüklü Şehinşah bin Süleyman’ın 1180-1181 yılında Meragalı Hasan bin Firuz adh bir sanatçıya yaptırdığı Divriği Kale Camisi’dir. Dikine üç nef olarak planlanan caminin örtü sistemi yanlarda dörder kubbe, ortada beşik bir tonozdan oluşmuştur.
Mengücüklü yapısı olan 1228 tarihli Divriği Ulu Camisi, yalnız 13. yüzyılın değil, tüm Anadolu Türk mimarisinin en önemli anıtlarından birisidir. Cami Mengücükoğulları’ndan Ahmed Şah, bitişiğindeki şifahane ise aynı yıllarda eşi Melike Turan tarafından yaptırılmıştır. Çok ayaklı olan yapı mihrap duvarına dikey beş nefe ayrılmış, üstü yirmi beş küçük kubbe ve tonozla örtülmüştür. On iki dilimli ve dıştan piramit çatılı mihrap önü kubbesinden başka aynı aks üzerinde ve caminin ortasına rastlayan bölümde bir aydınlık feneri bulunmaktadır. Cami ve şifahanede bulunan yazıtlar yapının Ahlatlı Hurremşah adlı bir sanatçı yönetiminde çeşitli çevrelerden sağlanan ustalar tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir. Taş işçiliği açısından çok zengin ve değişik özelliklerle yüklü olan külliyenin, sayıları dörde ulaşan farklı üsluptaki portalleri mimarimizde özel bir yere sahiptir.
Medreseler
İçinde dinsel ve deneysel öğretim yapılan eğitim yapılarından medreseler, mimari ve bezeme özellikleriyle Anadolu’da sürekli ve tutarlı bir gelişim gösteren yapıların başında gelir. Anadolu’da Büyük Selçuklular’dan kalma medrese yoktur. Ancak 12. yüzyılın ortalarına doğru medreseler görülmeye başlar. Bu yıllarda Anadolu hızla Türkleşmeye, çoğu eski merkezlerin üzerine gelen kentler yeniden kurulmaya başlamıştır. Bu yerleşme merkezlerinde karşılaştığımız medreselerde ana plan şeması, dört ya da üç eyvan, ortada, eyvanların açıldığı bir avludan oluşmaktadır. Şemanın değişikliğe uğradığı nokta genellikle orta avludur. Bazı medreselerde bu orta avlu açık, bazılarında ise kubbe ya da tonozlarla örtülmüştür. Bu yüzden Anadolu medreselerini kaba başlıklar altında toplamak gerekirse açık veya kapalı medreseler diye ikiye ayırmak mümkündür. Anadolu medreseleri bu iki ana başlık dışında ayrıca eyvan ve kat sayıları, avlunun değerleniş biçimiyle yeni sınıflandırmalara konu olabileceği gibi, içinde geçen eylemlerdeki bazı küçük ayrımlardan dolayı tıp medreseleri, şifahaneler, rasathaneler gibi değişik başlıklar altında da toplanabilir.
Danişmendlilerin mimari alanındaki asıl yaratıcılığı medrese yapılarında kendini gösterir. XIII. yüzyıl boyunca gerçekten pek az örneğine tanık olduğumuz kubbeli medreseler Danişmendliler döneminde başlar. Tokat ve Niksar Yağıbasan Medresesi, Kayseri’deki Kölük Camii Medresesi söz konusu bu mimarinin en tutarlı yapılarıdır ve bu medreseler, Anadolu’da kubbeli medrese tasarımının gelişmesinde öncü olmuştur.
Danişmentliler’ den Nizameddin Yağıbasan’ın 1151-1152 tarihli Tokat Yağıbasan Medresesi ile gene aynı kişi tarafından 1157-1158 yıllarında yaptırılan NiksarYağıbasan Medresesi Anadolu’ya yepyeni bir mimari form kazandıran yapılardır. Ortada tromplu büyük bir kubbe, çevresinde buna bağlanan eyvan ve odalardan oluşan bu iki medrese birbiriyle yakın ilişki içindedir. Bezemesiz, yalin ve bugün harap durumda bulunan bu iki yapı, daha sonra 17. yüzyıla kadar sürecek gelişmelerin öncüsü olmuştur.
Artuklu medreseleri yapı özellikleri ve süslemeleri açısından Selçuklu medreselerine pek benzemez. Ama Orta Asya’da doğan ve Büyük Selçuklular zamanında gelişen mimari üslubun önemli bir halkası olduğu için, plan şeması bakımından Danişmendli ve Selçuklu medreseleriyle ortak yönleri vardır. Artuklu medreseleri sağlam taş yapılar olduğu için fazla zarar görmeden günümüze ulaşabilmiştir. Artuklu medreselerinde kubbeye pek sık rastlanmaz; hacimler genellikle çapraz veya sivri beşik tonoz örtülüdür . Diğer medrese yapılarında gibi burada da eyvan önemli bir unsurdur ve erken dönem yapılarında bir veya iki eyvan bulunur. Ama mescit veya cami her zaman daha önemli bir yer tutar. Artuklu medreselerinde mescit, plan şemasında belirli bir yeri olan ve birden fazla mekan biriminden oluşur. Bazen medresenin bir parçası değil, bağımsız bir bina özelliği kazanır.
Erken Artuklu medreselerinin diğer bir özelliği de bazılarının iki katlı olmasıdır. Gerçekten de, XllI. yy. Selçuklu medreselerinden önce katlı medreseler Diyarbakır ve Mardin’de görülür.
Medrese mimarisinin Anadolu’daki ikinci egemen tipi açık avlulu medreselerdir. Bu tipin erken örnekleri Artuklu çevresinde oluşmuştur. Mardin’de Artukoğlu Necmeddin İl-gazi’nin, kardeşi Eminüddin adına yaptırdığı 12. yüzyılın başına ait Eminüddin Külliyesi’ndeki Eminüddin Medresesi bu tipin günümüze gelebilen ilk örneğidir. Medrese, beşiktonozlu bir giriş bölümü ve yanlarda yer alan çapraz tonozlu mekânlardan oluşmaktadır.
Külliyenin cami, hamam ve çeşmeden oluşan diğer birimleriyle birlikte özelliklerinin bir bölümünü yitiren bu yapıya karşılık, 12. yüzyılın üçüncü çeyreğine tarihlenen Mardin Hatuniye Medresesi, açık avlulu Anadolu medreseleri içinde iki katlı, eyvanlı ve revaklı avlusuyla olgun bir örnek sayılmaktadır.
Artuklu medreseleri içinde gene şemalarını kesin olarak bildiğimiz açık medreselerden Diyarbakır Zinciriye Medresesi oldukça ilginç bir yapıdır. İki eyvanlı, tek katlı ve açık avlulu olan bu yapı, 1198 yılında Isa Ebu Dirhem adlı bir sanatçı tarafından gerçekleştirilmiştir. Plan özellikleri ve zengin taş bezemeleri ile kendi türünün gelişmiş bir örneği olduğunu ilk bakışta açığa vurmaktadır. Diyarbakır Mesudiye Medresesi ise, iki katlı revaklı avlusu, büyük eyvanı ve özellikle taş işçiliği ile Ulu Cami külliyesine bitişik ve onu tamamlayan bir yapı oluşuyla tanınmaktadır. 1198-1223 yılları arasında Halepli Ustat Cafer bin Mahmud’un çizimlerine dayanarak mimar Mes’ud tarafından uygulanmıştır.
Güneydoğu Anadolu’da Artuklular dönemine ait diğer açık avlulu medrese örnekleri arasında Mardin’e bağlı Koçhisar Bucağı’nda 1211-1212 tarihli Harzem Medresesi, Mardin’de 13. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Şehidiye Medresesi, gene aynı yüzyılın başlarında yapıldığı sanılan Marufiye Medresesi sayılabilir.
Mardin’de 14. yüzyılın sonu gibi geç bir tarihte gerçekleştirilen Sultan İsa Medresesi, Artuklular’ın denediği değişik bir planı göstermesi nedeniyle oldukça önemlidir. Bir avlunun iki yanında ayrı ayrı şekillenen mekân grupları iki katlı bir düzen gösterirler.
Anadolu’daki kapalı avlulu veya kubbeli medreselerin en ilginç örneklerinden birisi hiç kuşkusuz 1228 tarihli Divriği Melike Turan Şifahanesi’dir. Mengücükoğulları’ndan Ahmedşan in eşi Melike Turan tarafından Divriği Ulu Camisi’ne bitişik olarak yaptırılan iki katlı şifahanede, kubbe ve tonozların zengin bezemeli taş mimarisi, etkili bir iç mekân yaratmıştır. Yapı anıtsal bir portalle dışa açılmaktadır.
Şifahane kısmının gotik karakterli taçkapısı bütün cepheye hâkimdir. Tabana yakın bir kesimdeki birkaç sıra profilin üzerinde yükselen kaval silme demetleri üzerinde yer yer diskler, kartuşlar, bitki süslemeleri belirli bir yüksekliğe kadar devam ettikten sonra, tepede sivri bir kemer halinde son bulur. İki demet halinde gruplaşan silmeler, kademeler halinde derinleşerek kapı yüzeyine kadar yaklaşır. Kapı yüzeyi bir sütunçeyle ayrılmış ikiz pencere, alınlıklar ve bordürlerle zengin, plastik bir bölümlendirme görünümündedir. (…)Divriği Şifahanesi’nin taçkapısı, aynı külliyenin diğer taç-kapılarından çok farklıdır. Hindistan, Afganistan ve İran’dan aldığı etkileri, yepyeni işlevlere bağlayan kapıda, özenle işlenmiş kesme taş farklı bir malzemeymiş gibi, alçı, metal ve ahşap tekniklerine yaklaşmıştır.
Mezar anıtları
Türk sanatında mimari ve bezeme yönünden güçlü bir gelişme gösteren yapı türlerinden birisi de mezar anıtlarıdır. Anadolu dışında Karahanlı, Gazneli, Büyük Selçuklular eliyle yoğun bir denemeye konu olan mezar anıtlarının Anadolu’da ki uzantısı da önceki gelişmeleri güçlendirecek nitelikte karşımıza çıkmaktadır.
Anadolu’da yeni olanaklara kavuşan mezar anıtları genel olarak içinde mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyaret edilen bir üst kat (gövde) ve örtüden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık kısmına yaygın olarak mumyalık denir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülerin mumyalanma geleneğinin bir süre yaşamış olmasından ileri gelmektedir. Bunların ilginç örnekleriyle Anadolu’ da değişik yerlerde karşılaşılmaktadır. Türkler elinde başlıbaşına anıt niteliğine bürünen ve ölünün mezarını simgeleştiren bu yapılar, çok değişik biçimler içinde denenmiş, zengin görünüşlere ulaşılmıştır. Türkler’in Orta Asya ve İran’da genellikle iki tip mezar anıtı geliştirdiklerine tanık oluyoruz. Bunlardan birincisi kare planlı ve kubbeli, ikincisi ise poligonal veya silindirik planlı ve kuleseldir. Anadolu’da uzun yıllar, değişik biçimlerde olmak üzere, genellikle kule mezar tipinin egemenliğine tanık oluyoruz. Ayrıca bu yapılarda, başta giriş bölümleri olmak üzere, oldukça yoğun bezeme kullanılmıştır.
Anadolu’da Büyük Selçuklu ve Erken Türk Beylikleri’nden Artuklular’a ait mezar anıtları günümüze ulaşamamıştır. Buna karşılık Anadolu’nun ilk mezar anıtları arasında altı yapı Danişmentliler ile ilgili görülmektedir.
Amasya’da 1145 yılında yapıldığı kabul edilen Halifet Gazi Kümbeti, sekizgen gövdesi, kesme taş cephesi ve külahıyla dikkati çeker. Niksar’da, yazıtı bulunmadığı için kesin tarihi bilinmeyen kare planlı Melik Gazi Türbesi, yine aynı yörede kesme taştan sekizgen bir yapı olan 12. yüzyıla ait Kulak Kümbeti ile 1182 tarihli ve dikdörtgen planlı Hacı Çıkrık Türbesi, mimari yönden çeşitli aksaklıklarına karşın Anadolu Türk mimarisin de ilk denemeler olmaları nedeniyle üzerinde durulmaya değer yapılardır.
12. yüzyıl sonuna maledilen Kayseri’nin Pazarören bucağı yakınlarındaki Melik Danişmend Gazi Kümbeti ile Niksar Kırk Kızlar Kümbeti, taş temel üzerine oturan özenli tuğla işçilikleriyle dikkati çekerler. 1220 yılı dolaylarında yapıldığı anlaşılan Kırk Kızlar Kümbeti’nin mimarı, Sivas’taki Keykavus Şifahenesi’nde de adı bulunan Marendli Ahmed bin Ebubekir’dir.
Erzurum’da Saltuklu kümbetleri olarak adlandırılan üç mezar yapısından en anıtsalı Emir Saltuk Kümbeti’dir. Dış görünüşüyle değişik etkiler içinde oluştuğu anlaşılan iki renkli düzgün kesme taş yapı, diğer Anadolu mezar anıtlarından ayrılan özelliklere sahiptir. Gövde, silmeler ve üç alınlıklarla iki katlı bir görünüş almış, sekizgen gövdenin üzerine konik külah yerleştirilmiştir. Çift pencere şekilleri ve yuvarlak kemerli nişler içindeki eski Türk hayvan takvimine bağlanan figürlü kabartmalar oldukça ilginçtir. Yazıtı bulunmadığı için kesin yapımı bilinemeyen ve 12. yüzyıl sonuna tarihlenen bu kümbet, daha sonraki gelişmelerde etkili olamamış ve Anadolu’da tek örnek durumunda kalmıştır.
Bazı araştırmacılar biçim ve figürlü süslemeler açısından Emir Saltuk Kümbeti’ni Eseri doğrudan Orta Asya’ya ve kümbet-türbe biçimlerinin kökenlerinde yatan “çadır mimarisi” ne bağlarlar. Bazı araştırmacılar bölgesel üslup ve sanatçılara ağırlık tanır, bazıları ise mimari açıdan devamı olmayan tek örnek olduğunu öne sürerler. Aslında bütün bu söylenenlerin tümü yapıyı tanımlamak için gereklidir.
Kümbetin XII. yüzyıl sonunda 1168’de ölen Izzeddin Saltuk için yapıldığı kabul edilir, iki renkli taştan inşa edilmiş, iki katlı bir yapıdır. Alt gövdesi sekizgen planlıdır. Sekize bölünmüş duvar yüzeylerinin her biri pencerelerden yukarıda üçgen alınlıklar şeklinde sonuçlanır. Üçgen alınlıklardan sonra pencereli kasnak kısmı silindirik olarak devam eder ve yukarıda basık bir konik külahla veya sivri kubbe şeklinde sona erer.
Tercan’daki Mama Hatun Kümbeti, Saltuklu mimarisinin özgün yapılarındandır. Taçkapının yan nişleri üzerindeki kitabede “Ahlatlı Ebul Nema bin Mufaddale” olarak mimarın adı okunur. Kesme taştan yapılmış kümbetin plan açısından kaynakları üzerinde çok tartışılmıştır. El-Süleymaniye gibi erken İslam mimarisi eserlerinden veya Aral Gölü’nün doğusunda Tagisken’de MÖ 1II. yy mezar anıtlarından esinlendiği kabul edilir.
Çevresi daire biçiminde bir kuşatma duvarı ile çevrili olan kümbet, kare planlı bir mumyalığın üzerinde yer alan sekiz dilimli gövde ve hafif dilimlenıniş konik külahtan oluşmuş ilginç bir yapıdır.
Mengücüklü dönemine ait mezar anıtlarına gelince, Divriği’deki 1196 tarihli Kamereddin Kümbeti ile Sitte Melik Kümbeti kesme taştan sekizgen gövdeli ve piramit çatılı yapılardır. Sitte Melik Kümbeti’nin cephesindeki geometrik geçmeler geleneksel bezemenin bir devamı olarak kabul edilmektedir. Gene Mengücüklülere ait bir kümbet de Kemah’ta karşımıza çıkmaktadır. 12. yüzyıl sonu ya da 13. yüzyılın başına tarihlendirilebilecek Melik Gazi Kümbeti, tuğladan bezemeli sekizgen gövdesi ve mumyalık kısmındaki sekizgen payeden gelişen örtü sistemiyle Azerbaycan bölgesi mezar anıtlarına bağlanmaktadır. Yapının mimarı Ömer bin İbrahim el-Taberi’dir.
Diğer yapılar
Anadolu’daki Erken Türk Beylikleri’nden cami, medrese, mezar anıtı dışında-sayıları az olmakla beraber-başka yapılar da günümüze gelmiştir. Bu yapıların başında, eski yollar üzerinde karşımıza çıkan köprüleri saymak gerekir. Geçit görevinin yanı sıra mimari özellikleriyle de dikkati çeken köprüler, yapıldıkları yerin koşulları içinde gerçekten ilginç denemelerdir. Erken devir örnekleri Güneydoğu Anadolu’da, özellikle Artuklu topraklarında karşımıza çıkmaktadır. Biçimsel zenginlikleri, üzerlerinde yer yer karşılaşılan plastik örnekleri, bu yapıların yalnız bir yeri aşma gereksinimiyle yapılmadıklarını göstermektedir.
Dicle Irmağı üzerinde 1116 yılında yapılmış olması mümkün Hasankeyf Köprüsü, Cizre yakınlarındaki 1164 tarihli Dicle Köprüsü, Silvan yolunda Batman Suyu üzerinde 1147 tarihli tek bir kemerden oluşan ünlü Malabadi Köprüsü, 1179 tarihli Çermik Köprüsü, 1204 tarihli Mardin yakınlarında Dunaysır Köprüsü, Diyarbakır yakınlarındaki 1218 tarihli Devegeçidi Köprüsü ve yakın zamanlarda tamamen ortadan kalkan gene Diyarbakır yakınlarındaki Ainbarçayı Köprüsü Artuklular döneminden kalma önemli örneklerdir. Her biri başlıbaşına mimari bir değer olan ve bir kısmı bugün de kullanılan bu köprülerde, eski geleneksel motiflerle yüklü figürlerin bulunuşu ilgi çekicidir.
Anadolu’da sürekli yenilenmek, genişletilmek suretiyle günümüze ulaşabilen savunma amaçlı yapılar arasında kale ve surları özellikle belirtmek gerekir. Zamanla ulaşım sisteminin, yerleşme merkezlerinin, savunma sistemlerinin değişmesi sonucu terk edilen bu kalelerden çoğunun ilk kuruluşları, Türkler’den öncesine gitmektedir. Ancak Türkler’in de bu alanda önemli çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Diyarbakır surlarında Artuklular’dan kalma 1208 tarihli Evli Beden Burcu ile Yedi Kardeş Burcu bu konuda verilebilecek en güzel örneklerdir.
alıntıdır.
Camiler
Bilindiği gibi erken İslam döneminde cami, beş vakit namaz kılınan yer olmanın dışında, önemli kararların alındığı, yargılama ve öğretim yapılan, ayrıca bazı kişilerin barındığı yer görevini de yüklenmişti. Bu görevlerin yeni yapılarla karşılanmasından doğan külliyeler ise; Anadolu’da Büyük Selçuklu, Erken Türk Beylikleri, Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminde sınırlı yapıları benliklerinde toplarken, Osmanlılar’da özellikle Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’daki ünlü Fatih Külliyesi’nden itibaren büyük bir yapı programını da birlikte getirmişlerdir. Gerek tek başına, gerekse bir külliye içinde yapılan günümüze ulaşmış Anadolu’daki erken tarihli cami örneklerinin en yaygın tipi, İslam dininin gelişme kaydettiği ilk yıllardan itibaren denenen ve İran’daki İslam öncesi yapılarla ilişkileri olan, örtü sistemi çok sayıda ayak üzerine oturmuş yapılardır. Bu yapıların örtü sistemini taşıyan ayaklarında taş, tuğla ve ahşabın kullanılması, tümüyle bölgesel malzemeye bağlıdır.
Alparslan’ın 1071 yılında Bizans İmparatorluğu’na karşı kazandığı Malazgirt Savaşı’ndan sonra Güneydoğu Anadolu da Türk-İslam topluluklarının dinsel kullanımı için biçimlenen ve çeşitli değişikliklere uğrayarak günümüze gelebilen üç yapı Büyük Selçuklular’a bağlanmaktadır.
Bu yapılardan ilki olan Diyarbakır Ulu Camisi’nde Melikşah ve oğlu Ebu Şuca Muhammed’in adını veren 1091 ve 1117 tarihli yazıtlar bulunmaktadır. Artuklu, İnanoğulları, Nisanoğulları, Osmanlılar tarafından yapılan onarım ve eklerle büyük bir külliye durumuna gelen yapının planında, Emevi Halifesi Velid zamanında (705-715) yaptırılan Şam Emeviye Camisi’nin büyük etkisi dikkati çekmektedir.
Ayrıca herbiri belirli noktalarda yenilikler taşıyan Irak Selçukluları’ndan Mugisüddin Mahmud’a ait, minaresinde 1129 tarihli onarım yazıtı bulunan Siirt Ulu Camisi ile 1150 tarihli Bitlis Ulu Camisi enine gelişen, mihrap önü mekanları kubbeli yapılardır.
Siirt Ulu Camisi, İran’daki Büyük Selçuklu camileri gibi mihrap önü kubbeli bir mekan ve ona bağlı bir eyvandan meydana gelmişken, daha sonra yapıya kubbeli ve tonozlu yeni mekanların eklenmesiyle, enine dikdörtgen iki nefli bir yapı durumuna getirilmiştir.
Bitlis Ulu Camisi ise mihrap önü içten kubbe dıştan piramit çatı ile örtülmüş, plan şeması simetrik ve dengeli bir yapıdır.
Anadolu’da Büyük Selçuklular’dan sonra ortaya çıkan Erken Türk Beylikleri mimarisinde örtü sistemi çok sayıda ayak üzerine oturmuş cami tipinin önemli bir örneği Sivas Ulu Camisi’dir 1197 yılında 2. Kılıç Aslan’ın oğullarından Sivas Meliki Kutbettin Melikşah zamanında Kızıl Arslan tarafından yaptırılan caminin plan şeması dışındaki en önemli özelliği, büyük olasılıkla 1213 yılında yapıya eklenen, gövdesi tuğlalarla sepet formunda örülmüş, ortasında firuze sırlı çinilerden bir yazıt bulunan minaresiyle, bugün ortadan kalkmış olmasına karşın, biribirini kesen sekizgenlerle bezendiği bilinen taş mihrabıdır.
Sivas Ulu Camisi gibi ilk biçimini 12. yüzyılda Danişmentliler zamanında aldığı sanılan Niksar Ulu/Melik Gazi Camisi de aynı planlama anlayışıyla biçimlenmiştir.
Çok ayaklı ve mihrap önü kubbeli olmasına karşın, mihraba dik ana eksen üzerinde, ortada-belki de bir avlu düşüncesinin devamı niteliğinde-açıklığı bulunan yapılar arasında Danişmentliler’den Yağıbasan tarafından 12. yüzyılın ortalarında yaptırıldığı sanılan Kayseri Ulu Camisi’ni özellikle belirtmek gerekir.
Aynı anlayışı bir diğer Danişmentli eserinde, ilk biçimini 12. yüzyılın ortalarında aldığı öne sürülen Kayseri Kölük Camisi’nde de görme olanağı vardır. Cami-medrese birleşiminin erken bir örneği olmasıyla da ayrı bir önem kazanan bu yapının zengin mozayik çini mihrabı, asıl camiden daha sonra yapılmış olmalıdır.
Artuklular, XII.yy.dan XIV. yy sonlarına kadar Anadolu Türk mimarisine çok önemli eserler kazandırdılar. Güneydoğu Anadolu’da, özellikle Diyarbakır, Mardin, Silvan ve Hasankeyf’te bu Türkmen devletinin hüküm sürdüğü yaklaşık 150 yıllık süre bir bayındırlık ve refah dönemidir Artuklu sanatı mimaride, özellikle cami mimarisinde Anadolu’da yerleşecek ye-ni geleneğin öncüsü olmuştur. Büyük Selçuklu ve Zengi mimarisinden miras kalan geleneği yaratıcı bir anlayışla yeniden biçimlendiren Artuklu camileri, Anadolu cami mimarisinde olgunlaşacak yeni üslübun temelidir.
XII. yy ile XlII. yy başlarında yeni arayışlarla biçimlenmeye başlayan Artuklu cami mimarisi, yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede büyük bir gellşme gösterdi. Bu gelişme özellikle dönemin mimarlık anlayışına damgasını vuran mihrap önü kubbesinde görülür. İçten ve dıştan bütün yapıya hâkim olan mihrap önü kubbesi, avlunun küçültülerek ortaya alınması ve kesme taş mimarisi gibi pek çok yenilik, XII. yy’ın ikinci yarısında Artuklular eliyle yerleşmiştir. Anadolu’da anıtsal camilerin ilk örneklerinden olan Silvan ve Kızıltepe ulu camileri bu yeni üslubun habercileri sayılır.
Erken dönem Anadolu Türk mimarisinde çok ayaklı cami tipinin bazen değişik yorumlamalara uğradığını görmek de olasıdır. Özellikle Artuklu dönemi camilerinde rastlanan bu uygulamada, mihrap önü kubbeleri farklı bir anlayışla değerlendirilerek, bir bakıma yapının ağırlık merkezi durumuna getirilmiştir.
Sürekli değişikliğe uğramış olmasına karşın Silvan Ulu Camisi, mihrap önündeki 1157 yılında tamamlanmış olması mümkün kubbesiyle, bu alanda iyi bir örnektir . Necmeddin Alpi’nın yaptırdığı bütün mekana egemen olan mihrap önündeki bu kubbenin, daha önce yapılmış mimari değerlendirmelerle -özellikle Büyük Selçuklular’a ait Isfahan Ulu Camisi ile- sıkı ilişkisi vardır. Camiye daha sonraki onarımlarda eklenen portallerin ve yer yer değişiklik gösteren taş işçiliğinin yapının özgün biçimiyle ilgili olmadığı anlaşılmaktadır.
Üzerindeki yazıtlardan en erken tarihlisi 1176 yılını gösteren ve değişikliklerle günümüze gelebilen Mardin Ulu Camisi de Artuklu camilerinin temel niteliklerine sahip bir yapıdır. Revaklı bir avlunun güneyinde yer alan çok ayaklı cami mekânı, enine üç nefe ayrılmış ve mihrap önü iki nef enindeki bir kubbe ile örtülmüştür.
Gene aynı yörede karşımıza çıkan Artuk Arslan ve Yavlak Arslan’ın 1204 yılında yaptırdığı Kızıltepe Ulu Camisi de benzer görünüşler taşır. 1156 tarihli bir diğer Artuklu yapısı, Harput Ulu Camisi ise Fahrettin Karaaslan tarafından yaptırılmıştır. Gerçekte avlulu cami anlayışıyla tasarlanmış olmasına karşın, havuzlu avlu cami içinde kalmış, küçülmüş ve etrafını çeviren mekân buraya açılmıştır. Tuğla malzemenin kullanıldığı çok ayaklı, enine gelişmiş üç nefli camideki mihrap önü kubbesi, tek nef üzerine oturmaktadır.
Gerçekten de, XI. yüzyıl Doğu Anadolu bölgesine özgü yerel denemelerin hemen de bütün sonuçlarını Saltuklu mimarisinde görmek mümkündür. Bu dönemde yapılar tuğla tekniğinden kurtularak özenli kesme taş mimarisine dönüşürken, renkli taşların kullanımı,bir ölçüde figürlü konular, yüzeysel kemerler ve sarmal çizgili halat motifleriyle daha da zenginleşmiştir. Genel çizgi olarak Mengücüklü mimarisinden daha sade olan Saltuklu mimarisi, Anadolu’daki bu erken dönemin az sayıda ama oldukça seçkin örneklerini sunar.
Anadolu’daki Erken Türk Beylikleri’nden Saltuklular’a ait günümüze gelebilmiş az sayıdaki mimari esere yalnız Erzurum’da rastlanmaktadır. Bu yapılar arasında Erzurum Ulu Camisi çok ayaklı, mihrap duvarına dik uzanan yedi nefli planıyla oldukça dikkat çekicidir. Özgün biçimini 12. yüzyılda aldığı sanılan cami sonradan birçok değişikliğe uğramıştır. Silmeli kemerlere dayanan pandantifli büyük mihrap önü kubbesi ve aynı eksen üzerindeki mukarnas dolgulu örtüsüyle erken dönem Anadolu Türk mimarisinde önemli bir yere sahiptir.
Erzurum’da Kale Camisi (mescid) adıyla anılan bir diğer Saltuklu camisinde ise plan açısından farklı bir görünüş ortaya çıkmaktadır. Yanındaki Tepsi Minare ile beraber 12. yüzyıl sonuna tarihlenen küçük kare mekân yapı, ortadaki bir çift payenin varlığı nedeniyle, iki bölümden oluşmuş izlenimi vermektedir. Mihrap önü kubbeli ve yanları iki beşik tonozla örtülü birinci bölüme karşılık, ikinci bölümde ortadaki kubbenin yerini çapraz tonozlu bir örtü almıştır. İçten pandantifli ve beş sıra mu mihrap önü kubbesinin bir başka özelliği de, dıştan yüksek, kasnaklı ve silmelerle hareketlendirilmiş konik bir çatıyla örtülü olmasıdır.
Anadolu’nun siyasi tarihinde fazlaca sözü edilmeyen Mengücüklüler (Mengücekliler de denir), Malazgirt zaferinden hemen sonra (1072) Yukarı Fırat havzasında kurulmuş bir beyliktir. Bu beyliğin adını günümüze kadar taşıyan, XII. yy sonuyla XIII. yy başlarında daha çok Erzincan, Kemah ve Divriği’de yapılmış mimari eserler ve bunların zengin taş işçiliğidir. Bu yapılardan günümüze kalabilmiş olanların en önemlisi Mengücüklü Ahmed Şah ile eşi Turan Hatun’un yaptırdığı Divriği Ulu Camii ve Darüşsifası’dır (1228-1229). Anadolu Selçuklu mimarisinde cephe tasarımı, değişik üslupta dört taçkapısı ve bezemeleriyle özgün bir yere sahip olan bu eser için yabancı araştırmacilar « Anadolu Elhamrası » deyimini kullanırlar.
Anadolu’da karşımıza çıkan erken dönem camilerinin bir bölümünde, özellikle planlama anlayışı yönünden, Hıristiyan bazilika şemalarının etkileri kuvvetli hissedilmektedir. Bu yapıların en erken tarihlisi Mengücüklü Şehinşah bin Süleyman’ın 1180-1181 yılında Meragalı Hasan bin Firuz adh bir sanatçıya yaptırdığı Divriği Kale Camisi’dir. Dikine üç nef olarak planlanan caminin örtü sistemi yanlarda dörder kubbe, ortada beşik bir tonozdan oluşmuştur.
Mengücüklü yapısı olan 1228 tarihli Divriği Ulu Camisi, yalnız 13. yüzyılın değil, tüm Anadolu Türk mimarisinin en önemli anıtlarından birisidir. Cami Mengücükoğulları’ndan Ahmed Şah, bitişiğindeki şifahane ise aynı yıllarda eşi Melike Turan tarafından yaptırılmıştır. Çok ayaklı olan yapı mihrap duvarına dikey beş nefe ayrılmış, üstü yirmi beş küçük kubbe ve tonozla örtülmüştür. On iki dilimli ve dıştan piramit çatılı mihrap önü kubbesinden başka aynı aks üzerinde ve caminin ortasına rastlayan bölümde bir aydınlık feneri bulunmaktadır. Cami ve şifahanede bulunan yazıtlar yapının Ahlatlı Hurremşah adlı bir sanatçı yönetiminde çeşitli çevrelerden sağlanan ustalar tarafından gerçekleştirildiğini göstermektedir. Taş işçiliği açısından çok zengin ve değişik özelliklerle yüklü olan külliyenin, sayıları dörde ulaşan farklı üsluptaki portalleri mimarimizde özel bir yere sahiptir.
Medreseler
İçinde dinsel ve deneysel öğretim yapılan eğitim yapılarından medreseler, mimari ve bezeme özellikleriyle Anadolu’da sürekli ve tutarlı bir gelişim gösteren yapıların başında gelir. Anadolu’da Büyük Selçuklular’dan kalma medrese yoktur. Ancak 12. yüzyılın ortalarına doğru medreseler görülmeye başlar. Bu yıllarda Anadolu hızla Türkleşmeye, çoğu eski merkezlerin üzerine gelen kentler yeniden kurulmaya başlamıştır. Bu yerleşme merkezlerinde karşılaştığımız medreselerde ana plan şeması, dört ya da üç eyvan, ortada, eyvanların açıldığı bir avludan oluşmaktadır. Şemanın değişikliğe uğradığı nokta genellikle orta avludur. Bazı medreselerde bu orta avlu açık, bazılarında ise kubbe ya da tonozlarla örtülmüştür. Bu yüzden Anadolu medreselerini kaba başlıklar altında toplamak gerekirse açık veya kapalı medreseler diye ikiye ayırmak mümkündür. Anadolu medreseleri bu iki ana başlık dışında ayrıca eyvan ve kat sayıları, avlunun değerleniş biçimiyle yeni sınıflandırmalara konu olabileceği gibi, içinde geçen eylemlerdeki bazı küçük ayrımlardan dolayı tıp medreseleri, şifahaneler, rasathaneler gibi değişik başlıklar altında da toplanabilir.
Danişmendlilerin mimari alanındaki asıl yaratıcılığı medrese yapılarında kendini gösterir. XIII. yüzyıl boyunca gerçekten pek az örneğine tanık olduğumuz kubbeli medreseler Danişmendliler döneminde başlar. Tokat ve Niksar Yağıbasan Medresesi, Kayseri’deki Kölük Camii Medresesi söz konusu bu mimarinin en tutarlı yapılarıdır ve bu medreseler, Anadolu’da kubbeli medrese tasarımının gelişmesinde öncü olmuştur.
Danişmentliler’ den Nizameddin Yağıbasan’ın 1151-1152 tarihli Tokat Yağıbasan Medresesi ile gene aynı kişi tarafından 1157-1158 yıllarında yaptırılan NiksarYağıbasan Medresesi Anadolu’ya yepyeni bir mimari form kazandıran yapılardır. Ortada tromplu büyük bir kubbe, çevresinde buna bağlanan eyvan ve odalardan oluşan bu iki medrese birbiriyle yakın ilişki içindedir. Bezemesiz, yalin ve bugün harap durumda bulunan bu iki yapı, daha sonra 17. yüzyıla kadar sürecek gelişmelerin öncüsü olmuştur.
Artuklu medreseleri yapı özellikleri ve süslemeleri açısından Selçuklu medreselerine pek benzemez. Ama Orta Asya’da doğan ve Büyük Selçuklular zamanında gelişen mimari üslubun önemli bir halkası olduğu için, plan şeması bakımından Danişmendli ve Selçuklu medreseleriyle ortak yönleri vardır. Artuklu medreseleri sağlam taş yapılar olduğu için fazla zarar görmeden günümüze ulaşabilmiştir. Artuklu medreselerinde kubbeye pek sık rastlanmaz; hacimler genellikle çapraz veya sivri beşik tonoz örtülüdür . Diğer medrese yapılarında gibi burada da eyvan önemli bir unsurdur ve erken dönem yapılarında bir veya iki eyvan bulunur. Ama mescit veya cami her zaman daha önemli bir yer tutar. Artuklu medreselerinde mescit, plan şemasında belirli bir yeri olan ve birden fazla mekan biriminden oluşur. Bazen medresenin bir parçası değil, bağımsız bir bina özelliği kazanır.
Erken Artuklu medreselerinin diğer bir özelliği de bazılarının iki katlı olmasıdır. Gerçekten de, XllI. yy. Selçuklu medreselerinden önce katlı medreseler Diyarbakır ve Mardin’de görülür.
Medrese mimarisinin Anadolu’daki ikinci egemen tipi açık avlulu medreselerdir. Bu tipin erken örnekleri Artuklu çevresinde oluşmuştur. Mardin’de Artukoğlu Necmeddin İl-gazi’nin, kardeşi Eminüddin adına yaptırdığı 12. yüzyılın başına ait Eminüddin Külliyesi’ndeki Eminüddin Medresesi bu tipin günümüze gelebilen ilk örneğidir. Medrese, beşiktonozlu bir giriş bölümü ve yanlarda yer alan çapraz tonozlu mekânlardan oluşmaktadır.
Külliyenin cami, hamam ve çeşmeden oluşan diğer birimleriyle birlikte özelliklerinin bir bölümünü yitiren bu yapıya karşılık, 12. yüzyılın üçüncü çeyreğine tarihlenen Mardin Hatuniye Medresesi, açık avlulu Anadolu medreseleri içinde iki katlı, eyvanlı ve revaklı avlusuyla olgun bir örnek sayılmaktadır.
Artuklu medreseleri içinde gene şemalarını kesin olarak bildiğimiz açık medreselerden Diyarbakır Zinciriye Medresesi oldukça ilginç bir yapıdır. İki eyvanlı, tek katlı ve açık avlulu olan bu yapı, 1198 yılında Isa Ebu Dirhem adlı bir sanatçı tarafından gerçekleştirilmiştir. Plan özellikleri ve zengin taş bezemeleri ile kendi türünün gelişmiş bir örneği olduğunu ilk bakışta açığa vurmaktadır. Diyarbakır Mesudiye Medresesi ise, iki katlı revaklı avlusu, büyük eyvanı ve özellikle taş işçiliği ile Ulu Cami külliyesine bitişik ve onu tamamlayan bir yapı oluşuyla tanınmaktadır. 1198-1223 yılları arasında Halepli Ustat Cafer bin Mahmud’un çizimlerine dayanarak mimar Mes’ud tarafından uygulanmıştır.
Güneydoğu Anadolu’da Artuklular dönemine ait diğer açık avlulu medrese örnekleri arasında Mardin’e bağlı Koçhisar Bucağı’nda 1211-1212 tarihli Harzem Medresesi, Mardin’de 13. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Şehidiye Medresesi, gene aynı yüzyılın başlarında yapıldığı sanılan Marufiye Medresesi sayılabilir.
Mardin’de 14. yüzyılın sonu gibi geç bir tarihte gerçekleştirilen Sultan İsa Medresesi, Artuklular’ın denediği değişik bir planı göstermesi nedeniyle oldukça önemlidir. Bir avlunun iki yanında ayrı ayrı şekillenen mekân grupları iki katlı bir düzen gösterirler.
Anadolu’daki kapalı avlulu veya kubbeli medreselerin en ilginç örneklerinden birisi hiç kuşkusuz 1228 tarihli Divriği Melike Turan Şifahanesi’dir. Mengücükoğulları’ndan Ahmedşan in eşi Melike Turan tarafından Divriği Ulu Camisi’ne bitişik olarak yaptırılan iki katlı şifahanede, kubbe ve tonozların zengin bezemeli taş mimarisi, etkili bir iç mekân yaratmıştır. Yapı anıtsal bir portalle dışa açılmaktadır.
Şifahane kısmının gotik karakterli taçkapısı bütün cepheye hâkimdir. Tabana yakın bir kesimdeki birkaç sıra profilin üzerinde yükselen kaval silme demetleri üzerinde yer yer diskler, kartuşlar, bitki süslemeleri belirli bir yüksekliğe kadar devam ettikten sonra, tepede sivri bir kemer halinde son bulur. İki demet halinde gruplaşan silmeler, kademeler halinde derinleşerek kapı yüzeyine kadar yaklaşır. Kapı yüzeyi bir sütunçeyle ayrılmış ikiz pencere, alınlıklar ve bordürlerle zengin, plastik bir bölümlendirme görünümündedir. (…)Divriği Şifahanesi’nin taçkapısı, aynı külliyenin diğer taç-kapılarından çok farklıdır. Hindistan, Afganistan ve İran’dan aldığı etkileri, yepyeni işlevlere bağlayan kapıda, özenle işlenmiş kesme taş farklı bir malzemeymiş gibi, alçı, metal ve ahşap tekniklerine yaklaşmıştır.
Mezar anıtları
Türk sanatında mimari ve bezeme yönünden güçlü bir gelişme gösteren yapı türlerinden birisi de mezar anıtlarıdır. Anadolu dışında Karahanlı, Gazneli, Büyük Selçuklular eliyle yoğun bir denemeye konu olan mezar anıtlarının Anadolu’da ki uzantısı da önceki gelişmeleri güçlendirecek nitelikte karşımıza çıkmaktadır.
Anadolu’da yeni olanaklara kavuşan mezar anıtları genel olarak içinde mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyaret edilen bir üst kat (gövde) ve örtüden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık kısmına yaygın olarak mumyalık denir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülerin mumyalanma geleneğinin bir süre yaşamış olmasından ileri gelmektedir. Bunların ilginç örnekleriyle Anadolu’ da değişik yerlerde karşılaşılmaktadır. Türkler elinde başlıbaşına anıt niteliğine bürünen ve ölünün mezarını simgeleştiren bu yapılar, çok değişik biçimler içinde denenmiş, zengin görünüşlere ulaşılmıştır. Türkler’in Orta Asya ve İran’da genellikle iki tip mezar anıtı geliştirdiklerine tanık oluyoruz. Bunlardan birincisi kare planlı ve kubbeli, ikincisi ise poligonal veya silindirik planlı ve kuleseldir. Anadolu’da uzun yıllar, değişik biçimlerde olmak üzere, genellikle kule mezar tipinin egemenliğine tanık oluyoruz. Ayrıca bu yapılarda, başta giriş bölümleri olmak üzere, oldukça yoğun bezeme kullanılmıştır.
Anadolu’da Büyük Selçuklu ve Erken Türk Beylikleri’nden Artuklular’a ait mezar anıtları günümüze ulaşamamıştır. Buna karşılık Anadolu’nun ilk mezar anıtları arasında altı yapı Danişmentliler ile ilgili görülmektedir.
Amasya’da 1145 yılında yapıldığı kabul edilen Halifet Gazi Kümbeti, sekizgen gövdesi, kesme taş cephesi ve külahıyla dikkati çeker. Niksar’da, yazıtı bulunmadığı için kesin tarihi bilinmeyen kare planlı Melik Gazi Türbesi, yine aynı yörede kesme taştan sekizgen bir yapı olan 12. yüzyıla ait Kulak Kümbeti ile 1182 tarihli ve dikdörtgen planlı Hacı Çıkrık Türbesi, mimari yönden çeşitli aksaklıklarına karşın Anadolu Türk mimarisin de ilk denemeler olmaları nedeniyle üzerinde durulmaya değer yapılardır.
12. yüzyıl sonuna maledilen Kayseri’nin Pazarören bucağı yakınlarındaki Melik Danişmend Gazi Kümbeti ile Niksar Kırk Kızlar Kümbeti, taş temel üzerine oturan özenli tuğla işçilikleriyle dikkati çekerler. 1220 yılı dolaylarında yapıldığı anlaşılan Kırk Kızlar Kümbeti’nin mimarı, Sivas’taki Keykavus Şifahenesi’nde de adı bulunan Marendli Ahmed bin Ebubekir’dir.
Erzurum’da Saltuklu kümbetleri olarak adlandırılan üç mezar yapısından en anıtsalı Emir Saltuk Kümbeti’dir. Dış görünüşüyle değişik etkiler içinde oluştuğu anlaşılan iki renkli düzgün kesme taş yapı, diğer Anadolu mezar anıtlarından ayrılan özelliklere sahiptir. Gövde, silmeler ve üç alınlıklarla iki katlı bir görünüş almış, sekizgen gövdenin üzerine konik külah yerleştirilmiştir. Çift pencere şekilleri ve yuvarlak kemerli nişler içindeki eski Türk hayvan takvimine bağlanan figürlü kabartmalar oldukça ilginçtir. Yazıtı bulunmadığı için kesin yapımı bilinemeyen ve 12. yüzyıl sonuna tarihlenen bu kümbet, daha sonraki gelişmelerde etkili olamamış ve Anadolu’da tek örnek durumunda kalmıştır.
Bazı araştırmacılar biçim ve figürlü süslemeler açısından Emir Saltuk Kümbeti’ni Eseri doğrudan Orta Asya’ya ve kümbet-türbe biçimlerinin kökenlerinde yatan “çadır mimarisi” ne bağlarlar. Bazı araştırmacılar bölgesel üslup ve sanatçılara ağırlık tanır, bazıları ise mimari açıdan devamı olmayan tek örnek olduğunu öne sürerler. Aslında bütün bu söylenenlerin tümü yapıyı tanımlamak için gereklidir.
Kümbetin XII. yüzyıl sonunda 1168’de ölen Izzeddin Saltuk için yapıldığı kabul edilir, iki renkli taştan inşa edilmiş, iki katlı bir yapıdır. Alt gövdesi sekizgen planlıdır. Sekize bölünmüş duvar yüzeylerinin her biri pencerelerden yukarıda üçgen alınlıklar şeklinde sonuçlanır. Üçgen alınlıklardan sonra pencereli kasnak kısmı silindirik olarak devam eder ve yukarıda basık bir konik külahla veya sivri kubbe şeklinde sona erer.
Tercan’daki Mama Hatun Kümbeti, Saltuklu mimarisinin özgün yapılarındandır. Taçkapının yan nişleri üzerindeki kitabede “Ahlatlı Ebul Nema bin Mufaddale” olarak mimarın adı okunur. Kesme taştan yapılmış kümbetin plan açısından kaynakları üzerinde çok tartışılmıştır. El-Süleymaniye gibi erken İslam mimarisi eserlerinden veya Aral Gölü’nün doğusunda Tagisken’de MÖ 1II. yy mezar anıtlarından esinlendiği kabul edilir.
Çevresi daire biçiminde bir kuşatma duvarı ile çevrili olan kümbet, kare planlı bir mumyalığın üzerinde yer alan sekiz dilimli gövde ve hafif dilimlenıniş konik külahtan oluşmuş ilginç bir yapıdır.
Mengücüklü dönemine ait mezar anıtlarına gelince, Divriği’deki 1196 tarihli Kamereddin Kümbeti ile Sitte Melik Kümbeti kesme taştan sekizgen gövdeli ve piramit çatılı yapılardır. Sitte Melik Kümbeti’nin cephesindeki geometrik geçmeler geleneksel bezemenin bir devamı olarak kabul edilmektedir. Gene Mengücüklülere ait bir kümbet de Kemah’ta karşımıza çıkmaktadır. 12. yüzyıl sonu ya da 13. yüzyılın başına tarihlendirilebilecek Melik Gazi Kümbeti, tuğladan bezemeli sekizgen gövdesi ve mumyalık kısmındaki sekizgen payeden gelişen örtü sistemiyle Azerbaycan bölgesi mezar anıtlarına bağlanmaktadır. Yapının mimarı Ömer bin İbrahim el-Taberi’dir.
Diğer yapılar
Anadolu’daki Erken Türk Beylikleri’nden cami, medrese, mezar anıtı dışında-sayıları az olmakla beraber-başka yapılar da günümüze gelmiştir. Bu yapıların başında, eski yollar üzerinde karşımıza çıkan köprüleri saymak gerekir. Geçit görevinin yanı sıra mimari özellikleriyle de dikkati çeken köprüler, yapıldıkları yerin koşulları içinde gerçekten ilginç denemelerdir. Erken devir örnekleri Güneydoğu Anadolu’da, özellikle Artuklu topraklarında karşımıza çıkmaktadır. Biçimsel zenginlikleri, üzerlerinde yer yer karşılaşılan plastik örnekleri, bu yapıların yalnız bir yeri aşma gereksinimiyle yapılmadıklarını göstermektedir.
Dicle Irmağı üzerinde 1116 yılında yapılmış olması mümkün Hasankeyf Köprüsü, Cizre yakınlarındaki 1164 tarihli Dicle Köprüsü, Silvan yolunda Batman Suyu üzerinde 1147 tarihli tek bir kemerden oluşan ünlü Malabadi Köprüsü, 1179 tarihli Çermik Köprüsü, 1204 tarihli Mardin yakınlarında Dunaysır Köprüsü, Diyarbakır yakınlarındaki 1218 tarihli Devegeçidi Köprüsü ve yakın zamanlarda tamamen ortadan kalkan gene Diyarbakır yakınlarındaki Ainbarçayı Köprüsü Artuklular döneminden kalma önemli örneklerdir. Her biri başlıbaşına mimari bir değer olan ve bir kısmı bugün de kullanılan bu köprülerde, eski geleneksel motiflerle yüklü figürlerin bulunuşu ilgi çekicidir.
Anadolu’da sürekli yenilenmek, genişletilmek suretiyle günümüze ulaşabilen savunma amaçlı yapılar arasında kale ve surları özellikle belirtmek gerekir. Zamanla ulaşım sisteminin, yerleşme merkezlerinin, savunma sistemlerinin değişmesi sonucu terk edilen bu kalelerden çoğunun ilk kuruluşları, Türkler’den öncesine gitmektedir. Ancak Türkler’in de bu alanda önemli çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Diyarbakır surlarında Artuklular’dan kalma 1208 tarihli Evli Beden Burcu ile Yedi Kardeş Burcu bu konuda verilebilecek en güzel örneklerdir.
alıntıdır.