ANADOLUDAKİ HIRİSTİYANLIK TARİHİ
SUNUŞ: Hıristiyan inancının kuşkusuz en önemli ismi İsa Mesih’tir. İsa Mesih Filistin’in Galile bölgesindeki Nasırada doğdu. Aslında Yahudi inanç ve şeriatından kaynağını alan bu yeni inanç museviliğin aksine belirli bir topluluğun inancı olarak kalmadı. İlk üç yüz yıldaki amansız zulüm ve baskılara kıyımmlara karşın gelişti, ve evrensel bir inanç oldu.
Ama bu evrenselliğin temelleride Anadoluda atıldı. Hıristiyanlığın kuramlarını ortaya koyan kişi, pavlus bir anadolulu idi.
Hıristiyan dünyasını bağlayıcı kararların alındığı ilkçağ konsilleri Anadoluda toplandı. Hıristiyanlık dünyasınca kutsal sayılan çok yer yine anadoludadır. Dahası bu evrensel inancın adı olarak geçen “Hıristiyan” sözcüğüde anadoluda telaffuz edildi ilk kez ve anlam kazandı.
Anadolunun hıristiyanlık inancına kaynaklık ettiğini belirleyecek öylesine çok kanıt varki, hangi birinden söz etmeli? Yalnızca yerler değil, yapılar, kişiler var bu kanıtların arasında.
Anadolunun sadece Hıristiyanlık gibi yüce bir inanca kaynaklık ettiği düşünülmemelidir elbette örneğin Yahudilerin atası İbrahim de anadoluda bir süreliğine yaşamıştır. Ve anadolu bir sürü inanca kaynaklık yapmıştır.
Anadolu inançların hangi bakımlardan kaynağı oluyor?
Doyurucu bir yanıt bulabilmek için konuyu musevilik ve hıristiyanlık açısından ele almak doğru olur kanımızca.
Aslında bu dinlerin kaynakları ortadoğudur. Doğum yerleride öyle. Kaynaklar, ortadoğu denildiğinde özellkile de Mezopotamya ve Filistin.
Ama kaynakları bu kadarla sınırlamayarak biraz daha geniş tutmalı coğrafyayı.işte o zaman anadolu girer işin içine ve bu iki büyük dini besleyen kaynaklar arasında yerini alır. Yalnızca o kadarla da kalmaz, bir de üstelik kavşaklıkta eder bu dinlere.
Yalnızca göksel dinlere mi?
Değil elbette ki. Anadolu nice çok tanrılı inanışlarında hem kaynağı hemde kavşağı olmuştur tarihin sonsuzluğuna uzanan yaşamı boyunca.
Bugün ülkemize bir çok yabancı ülkeden insanlar akın akın gelmektedirler acaba neden belirli bazı bölgeleri gezmektedirler diye düşündünüz mü acaba? Bu programda Tarihsel olarak anadolunun Hıristiyanlık inancına nasıl bir zemin oluşturduğunu ve bu zeminde nasıl geliştiğini bulacaksınız. Birlikte bu toprakların nasıl bir geçmişe tanıklık ettiğine hep beraber bakacağız.
Madem konumuz hıristiyanlık bizde bu sözcüğün ilk kez telaffuz edildiği yer olan Antakyadan başlayalım yolculuğumuza.
GİRİŞ :
Hıristiyan sözcüğünün anlamı ve Antakyada ilk kez söylenişi:
Önce “Hıristiyan” sözcüğünün anlamını görelim.
Sözcük, ibranicedeki “maşia” dan kaynaklanmaktadır. “yağ sürülmüş, yağla kutsanmış” demek. İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı.Tevrat’ın bir çok yerinde bu işlemin yapıldığını görmekteyiz. “maşia” sözcüğü israil krallarının bir ünvanıydı. Geniş anlamıyla bu ünvan “Tanrının bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileride kapsıyordu. Tevrat’ın “işaya” kitabında yahudileri sürgünden kurtaran pers kralı kyros’unda bu ünvanla hitap edildiğini görüyoruz.
Dilimizdede kullandığımız bu sözcük “maşia”nın arapçadaki karşılığı. Anlamıda aynı. “üzerine yağ sürülmüş” demek. Bu sözcüğün yunancadaki karşılığı ise “khristos” buradan da “khristianos” sözcüğü türüyor “Hıristiyan” anlamına. İşte bu sözcük ilk kez Antakyada telaffuz ediliyor. “Hıristiyan” “Mesih’in yandaşı, Mesih’e bağlı” anlamına geliyor.
Peki, İsa’ın yahudilerce beklenen o Mesih olduğunu kim dile getirmiş önce?
İsa’nın beklenen Mesih olduğunu tanıyan ilk kişilerden biri on iki havarilerden biri olan Simon (İbranicesi “şimeon” dur. Onun bu tanıklığı üzerine İsa’da Simon’a “kaya” anlamına gelen Petrus adını veriyor ve şöyle diyor:
“...ben Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmeyecektir. Göklerin krallığının anahtarlarını sana vereceğim.” (Matta 16:16-20)
İsa’nın bu sözlerinden yola çıkan .katolik Kilisesi İsa’yı ilk papa olarak kabul etti. Ve işte ilk Kilisede antakyada bir kayaya oyulmuş oldu. Sayıları gitgide artan Mesih inanlıları aziz Barnabas’ın önderliğinde bir yıl boyunca orada toplantılar yaptılar ve bu kişiler ilk kez orada “Hıristiyan” diye adlandırıldılar. (Elçilerin İşleri 12:26)
Peki bu insanlar Yeruşalimden Antakyaya nasıl gelmişlerdi yani Mesih inancı ilk olarak ortadoğuda ortaya çıktı demiştik ama Antakya ve çevresi bahsettiğimiz bu bölgeden epeyce uzakta kalmaktaydı nasıl olurdu da Mesih inancı bu kadar kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılmıştı. Bunun cevabını yine Yeni antlaşmada görmekteyiz. Elçilerin İşleri kitabında bahsedilen Pentikost gününü bu olayların cereyan ettiği gün olarak bilmemizde fayda vardır. Diasporaya dağılmış olan Yahudiler (İsrail bölgesi dışında yaşayan) Yahudiler senede belirli aralıklarla bir araya geliyorlar ve ve orada hep beraber tapınıyorlardı işte tam bu sırada Tanrının yapmış olduğu bir mucize aracılığıyla tüm dünyadan gelmiş olan Yahudiler müjdeyi kendi dillerinde duyabilme fırsatını bulabilmişler ve bir çoğuda Mesih İsa’yı kurtarıcıları olarak kabul etmişlerdi. Şimdi konumuz biraz daha açıklığa kavuşmaktadır.
Bu yeni inanç hala varlığını Yeruşalimde sürdürüyordu ve İsa Mesih’in göğe alınmasından sonra elçilerin bir kısmı hala oradaydı. Sonraları Yeruşalimde yapılan bu toplantılarda, yahudi adıyla “saul” diye bilinen ve sonradan havariler arasına alınan Pavlus’ta bulunmaktaydı. İsa Mesih’in ortaya koymuş olduğu ilkeler ve görüşler Yahudiliğin yeni, değişik bir yorumundan başka bir şey değildi aslında. İsa Mesih’de yeni bir inanç getirdiğinden söz etmiyordu zaten. İsa Mesih Musa’nın şeriatı üzerine yorumlarda bulunuyordu. O haliyle Hıristiyanlık, yeni bir inanç olmaktan çok, bir yahudi mezhebi olarak kalacaktı belki de. İşte bu yeni inancın örgütlenmesinde en aktif rol oynayan insanlardan biriside Pavlus oldu. O bu amaçla uzun yolculuklara çıktı. Başka ülkeleride kapsayan bu gezileri sırasında Anadoluyu üç kez dolaştı.
Onun Anadoluda yaptığı bu gezilerinden kimi kesitler sunmaya çalışalım şimdi.
Pavlus’un Anadoludaki gezileri :
Kendisi de bir Anadolulu olan bu inatçı ve dirençli insanı kısaca tanıyalım ilk önce.
Pavlus Tarsus’ta doğmuştu. Doğum tarihinin İ.S.10.yıllarında olduğu sanılıyor. Yahudilikte kullandığı asıl adı Saul idi. Zaten “elçilerin işleri” kitabının ilk bölümlerinde adı Saul olarak geçmektedir. Yöredeki pek çok Yahudi gibi oda Roma yurttaşlığını kazanmış bulunan bir aileden geldiği için Romalı adı “pavlus” u da kullanmaktaydı. Öteki Yahudi çocukları gibi o da bir sanat öğrendi ve çadır ustası oldu. Kudüs’te dini bir eğitim gördü.
Başlangıçta koyu bir Ferisi olarak bu yeni akıma ve yandaşlarına karşı cephe aldı ve etkin bir biçimde izledi onları. Dahası ilk Hıristiyan şehidi İstefan’ın taşlanarak öldürülmesinde de katkısı oldu. İstefan’ın gömülmesinden sonra Kilisenin altını üstüne getiriyor, evlere girerek içeridekileri kadın, erkek demeden dışarı sürüklüyor ve zindana atıyordu onları.
İncil’in elçilerin İşleri bölümünün bizlere anlattığına göre Yahudi yetkililerden almış olduğu bi mektupla Şam’a giderken, gökte bir ışık parlar. Saul yere düşerken kendisine bir sesin “Saul, saul neden bana zulmediyorsun” diye seslendiğini duyar ve “sen kimsin ey efendim?” diye sorar. Ses de “ben senin zulmettiğin İsa’yım!” diye yanıtlar.(Elçilerin İşleri 9:5)
İşte bu karşılaşma Saul’un yaşamında bir dönüm noktası olur. Daha önce amansız bir biçimde karşı çıktığı bu yeni inncın en ateşli savunucusu olur ve onu yaymak için yolculuklar yapar, topluluklara mektuplar yazar.bilinmelidir ki Mesih inancının ilk yayıldığı sıralarda Pavlus zamanının çoğunu yine Anadoluda geçirmiştir. Anadolunun Pavlus’un hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır ve bunu mektuplarında bunu sık sık yinelemektedir.
Yolculuklarının başlangıç noktası Antakyadır yine. Bunların Anadoludaki uğrak merkezlerinden en önemli olanlarını görelim.
Pavlus’un ilk yolculuğu Konya ve çevresi :
Pavlus, ilk yolculuğuna başlamk üzere Barnabas ve bir kaç kişi ile Antakyadan yola çıkar. Liman kenti Seleukeia Pieria’dan (Samandağ) gemiy binerek kıbrıs’a yelken açarlar. Salamis’ten Pafos’a kadar adayı dolaşarak vaazlar verirler. Pafos’tan Pamfilya pergesine, oradan da Pisidya Antakyasına (Yalvaç) gelirler. Orada da halkı bu yeni inanca çağıran konuşmalar yaparlar. Ne var ki Yahudiler, Pavlus ve Barnabas’ın sözlerinden hoşnut kalmadıkları için halkı onlara karşı kışkırtırlar ve oradan kovdururlar iki arkadaşı. Onlar da Konya’ya gelirler.
Ama aynı kargaşa Konya’da da meydana gelir. Yahudiler orada da kışkırtıcılık yaparlar. Halk ikiye ayrılır. Pavlus ve Barnabas saldırıya uğrayacaklarını ve taşlanacaklarını anlayarak yakındaki Lykaonya bölgesi şehirlerinden Lystra ve Derbeye kaçarlar. İncil’i yani müjdeli haberi yaymayı orada da sürdürürler.
O yörede fena karşılanmazlar başlangıçta. Pavlus lystra’da bir mucize göstererek doğuştan kötürüm bir adamı ayakları üzerinde doğrultup yürütür. Bu gördüklerinden şaşkına dönen Lystralılar bu iki Tanrı adamını gökten inmiş iki Tanrı sanarak Barnabas’a Zeus, Pavlus’a da Hermes derler. Bununla da yetinmezler, onlar için boğalar kurban etmeye kalkışırlarsa da bu iki tanrı adamı güç bela engellerler onları.
Ne var ki Konya’dan ve Antakya’dan kimi Yahudiler gelerek halkı kışkırtırlar yine. Bunun sonucu olarak Pavlus taşlanır. Öldü sanılırken o yine Barnabas ile Derbe’ye çıkar ve bir çok kişiyi yeni dine kazandırır. Daha sonra da geri dönüp Lystra, İconium(Konya) ve Yalvaç’a gelirler, oradaki halka vaazlar verirler. Sonra Perge üzerinden Antalya’ya varırlar. Oradan da Antakya’ya geri dönerler. Ve ertesi yıla dek bu bölgelere iknci bir misyon düzenlenmedi.
Pavlus’un ikinci yolculuğu Galatya ve çevresi :
Bu kez Barnabas Pavlus ile birlikte gitmek için Markos’un da gruba katılmasını koşul olarak ileri sürdü. Pavlus buna razı olmayınca, iki habercinin yolları ayrıldı. Barnabas, Markos’la Kıbrıs’a gitti, Pavlus ise, Yahudi olmayan inanlıların başlarının dertte olduğu Galatya’ya döndü.
Burada Galatya ile ilgili kısa bir açıklama yapmak doğru olur kanımızca Galatya bugün anadolunun ortalarında yer alan bir bölgedir bu bölge Ankara’da dahil olmak üzere çevre illeri de kapsamaktaydı. Galatya isminin ise o tarihten önce bölgeye göç eden kelt kökenli kavimler tarafından verildiği bilinmektedir.
Neyse burada konumuza tekrar dönelim ve o zamanın nadolusunda yaşanan olayları daha yakından inceleyelim.
Eskiye bağlı Yahudiler baştan beri baştan beri bunlara itibar etmiyorlardı. Yahudi olmayanlara karşı çıkarılan toplumsal olaylarda kimi Yahudi babaları Pavlus’un öğretisini alttan alta yıkmaya kalkışmış, giderek havarilik yetkisini sorgulamışlardı. Onun belki iki yolculuğu arasında Galatyalılara yazdığı Mektup’ta, bu durum ve yaratmış olduğu üzüntü fark ediliyor. Çoğu kez olduğu gibi, bu kez de sorumlulukları sabrını taşıracak kadar onu sıkmaya başladığında, öfke ve şefkat gözyaşlarının kapıya dayandığı görülüyor. Sonunda, yeniden doğru dürüst bir uyum havası sağlamak için, kendisinin orada bulunup büyük bir baskı kurması gerekiyor, uyum sağlayıncaya dek misyon gezilerini sürdüremiyordu.
Lystra’ya iade-i ziyaret için gittiğinde Timoteyus adında yarı Yahudi bir gencin yardımını gördü. Sonra bu genç uzun yıllar onun yanından ayrılmadı. Yine büyük bir olasılıkla ikinci gezisinde Elçilerin İşlerini yazmayı üstlenmiş olan “sevgili doktor” luka’da ona katıldı. Çünkü bu noktadan başlayarak anlatıda zaman zaman ünlü “biz parçaları” geçer: bu parçalarda yazar, kendisinin tanık olduğu olayı, birinci çoğul kişi ile anlatmaktan kendini lamaz. İşte böyle, sonunda belki üçü birlikte, İ.S.50 yılının sonbaharında Galatya’dan ayrılıp tekrar yollara düştüler. Pavlus başta batıya yönelip Asya eyaletine ya da kuzeye vurup bithinya’ya (Marmara bölgesi) gitmek düşüncesindeydi. Ancak üstün bir sezgi gücüyle her iki tasarınında o an için uygun olmadığı kanısına vardı. Sonra çankkkale boğazının girişinde Aleksandreia Troas’ta görüyoruz onları. Pavlus’un düşünde, avrupaya geçmesini bildiren çağrıyı aldığı yer burasıdır. Luka’nın sözleriyle “hemen makedonya’ya gitmenin bir yolunu aradık Tanrı’nın sevinç getirici Haber’i onlara müjdelemek için bizleri çağırdığı sonucuna vardık.” Filipi’de Selanik’te, Bercia’da Atina’da vaazlar verdiler; daha sonra Pavlus iki yıl Korinthos’ta arkadaşı Akvila ile Priskila’nın evinde kaldı.
Pavlus’un ilk asya ziyaretini erteleme kararı üzerine bir çok tahmin ileri ürülmüştür. Bazı yorumculara göre, yuhanna o sıralar Efes’te ikamet ediyordu, İon şehirlerindeki Hıristiyan topluluklarıda özellkile onun faaliyet alanına giriyordu. Gene çoğu kimse Yuhanna’nın Yeruşalim’den çıkıp Efes’e artık orada yaşamak üzere giderken, özel olarak onun nezaretine verilmiş olan Meryem’i de götürdüğüne inanmaktadır. Meryem’in Efes’te ikamet etmiş olam olasılığı bu noktada konudan epeyce sapmamızı haklı kılacak ölçüde ilgi toplamıştır.
Meryem ve Efes :
Meryem’in İsa’dan sonraki yaşamıyla ilgili olarak sözlü geleneğin bize sunduğu iki almaşık kuram vardır; kisi de yazılı herhangi bir belgeyle desteklenemiyor. Bugünkü değişik Kiliselerin bu kuramlara inanmada şağı yukarı eşit olarak bölündüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kuramlardan birine göre, meryem Yeruşalimde kalıp ölünceye değin Yuhanna’yla birlikte yaşadı. Diğerine göreyse Yuhanna’yla birlikte Yeruşalimden Efes’e gidip orada Yuhanna’nın ya da Pavlus’un kurmuş olduğu Kilisenin koruması altında yaşadı. Her iki kuramı destekleyen belgelerin, ister sözlü gelenek biçiminde ister daha sonra Kilise tarihçilerinin göndermeleri biçiminde olsun, ayrıntılı olarak sıkça ele alınmış olduklarından, burada incelenmesine gerek yoktur. Yalnız iki nokta Efes kuramının dayandığı usa vurumu göstermeye yetecektir.
Birincisi tamamen olumsuz kanıttır ve İ.S. 375 yılında, ilk dönem Hıristiyan yazarlarından Epiphanios’un bir düşüncesinden çıkarılmıştır. Epiphanios’a göre “Kutsal Kitapta Meryem’in ölümüne ilişkin bir söz yok: öldümü kaldı mı, gömüldü mü, gömülmedi mi? Kutsal kitapta, Yuhanna, Asya eyaletine gittiğinde, onu yanında götürdüğüne ilişkin görüşü doğrulayacak hiç bir yetke de yok.” Demek ki, Kilise ihtiyarları, dördüncü yüzyılın sonlarına doğru böyle bir uyarı notunun düşülmesini gerektirecek kadar güçlü bir Efes geleneğinin oluştuğunu zaten biliyorlarmış. İkinci nokta, İ.S. 431’den az sonra toplanan Efes konsiliyle ilgilidir.
Göründüğü kadarıyla konsilin başlıca amacı, Nestories ile yandaşlarının Tanrı’nın bakire anasına tapınmayı küçültücü niteliklerini kınamaktı. Konsilin tutanakları arasında İ.S.429 yılında kyzikos piskoposu Proklos’un verdiği vaazın metnide vardır. Proklos’un konusu “kadın soyunun yüceltilmesi” özellikle de “tam vaktinde hem ana olan hem bakire kalan onun” övülüp yüceltilmesiydi, çünkü, cemaatin önünde söylediği gibi, “Tanrının nası Kutsal Meryem bizi orada bir araya getirmişti.” Ancak, öykünün en ilginç yanı, konsilin toplandığı yerin “meryem adlı en kutsal Kilise” olmasıydı. Efes’te Roma dönemi kentini kazan Avusturyalı arkeologlar bu Kilisenin, yıkıntılarını gören herkesin iyi bildiği, çifte bazilika olduğu kanısındadır. Bu yapıda gerçekten iki Kilise vardır; en doğudaki Justinyanus zamanından kalmadır, batı kısmındakinin ise, İ.S.431 yılında var olduğu hemen hemen kesindir. Daha önce de söylendiği gibi Meryem’in efes’te oturduğu savının dayandığı bu ve başka kanıtlar son zamanlarda yeniden ilgi çekmeye başladı. Bu kez olay, Meryem’in evi denmiş olan yerin yeniden bulunmasıyla bağlantılıydı. Kentin güneyinde Solimissos(Aladağ) dağının yamaçlarındaki güzel küçük, Kutsal yapı, ününü, doğrusu, geçen yüzyılın başlarında meydana gelen doğaüstü bir olaya borçludur.
Anne Catherine Emmerich’in gördüğü görüntü, 1818 yılında kendi vardır. ağzından ozan Brentano’ya yazdırıldı. Brentano 1841 yılına değin bir şey yayımlamadı, yayımladığında da dağıtımı çok kısıtlıydı. Bu da kadıncağızın 1824’te ölümüyle İzmir Katoliklerinin buluşu arasında niçin bunca zaman geçtiğini açıklamayı kolaylaştıracaktır. Yaşarken bulunsaydı, onu ne çok sevindirecekti! Görüntüdekine öylesine gizemli bir biçimde benzeyen yıkık yapı, apsisli küçük şapelimsi bir şeydi ve komşu köyde oturan Rum topluluğu burayı zaten Kutsal yer olarak biliyor, zaman zaman burada dinsel törenler gerçekleştiriyorlardı. Gene yunanca-türkçe adıyla buraya geleneksel olarak Panaya Kapulu deniyordu. Sözcük anlamı”kutsalın kutsalı kapılı [bakire]dir. Yapı şimdi kısmen onarılmış olup Ayasoluk’tan (Efes’in bugünkü adı) gelen bir yol bizi buraya ulaştırmaktadır. Dinleyiciler arasında söz konusu yeri ziyaret etmiş olanlar, hatta şimdi yurtdışındaki ülkelerde gelip düzenli olarak yapılan hac yolculuklarına katılmış olanlar bile
Pavlus’un üçüncü yoluluğu Efes :
Pavlus sonunda üçüncü misyon gezisinde Efes’e geldi. On sekiz ay kaldığı uzun korint durağından sonra, ilkin Suriye Antiokheiasına gitmesi gerekiyordu. Ancak gemisi Efes’e uğrayacağı için, yanına akvila ve Priskila’yı alıp dönüşüne değin onları orada bıraktı. Daha sonra, Antiokheia’daki işini bitirip Yeruşalim’e geçtikten sonra, gene küçük Asya üzerinden yola koyuldu; sevgili Galatyalı cemaatlere uğrayıp olağan teftişinide aradan çıkarmak istiyordu. Sonunda Efes’teki arkadaşlarıyla buluştu ve üç yılın büyük bir bölümünü orada geçirdi.
Bu süre onun görevinin en mutlu bölümü değildi. Günlük gereksinimlerini karşılayamayacak kadar para sıkıntısı çekmesi de dahil, akla gelebilecek her türlü maddi güçlükle yüzyüze gelmekle kalmadı, özellikle Korint’ten aldığı haberlerle ilgili olarak, manevi olarak da sürekli kaygı içerisindeydi. Burada da daha önce Galatya’da olduğu gibi, yetkisi söz konusuydu ve Kilise görevlileriyle olan ilişkisi bozulmuştu. Korintlilere yazdığı birinci mektupta da, “hüzün” denen mektupta da bu durum açıkça görülmektedir. Bunların ikiside o sıralar yazılmıştı. Sonuçta efeslilere verdiği vaazlar etkisini göstermeye başlıyor, onu izleyenlerin sayısı artıyordu ki, gümüşçülerle put tacirleri, onun etkinliklerine karşı eyleme giriştiler ve halkı ona karşı ayaklandırıp sonunda kentten ayrılmasını sağladılar. Halkı ayaklandırmakta etkin olan bu gümüşçüler bizlerin hiçte yabancısı olmadığı ve bu ülkede doğan hemen hemen herkesin bildiği Artemis’in heykelini yaparak para kazanmktaydılar bugün Efes’e gidenlerimizin bildiği bu pagan merkezini İsterseniz burada durup biraz daha açalım ve neden Pavlus’a karşı olduklarını biraz daha kavrayalım.
Pavlus Ephesoslu Artemis’e karşı :
Üçüncü yolculuğuna Pavlus’un Efes’te üç yıl kaldığını söyleyerek başlamıştık. Elçilerin İşleri kitabında belirtildiği gibi “Tanrı Pavlus’un eliyle olağanüstü mucizeler yaratıyordu. Şöyle ki Pavlus’un bedenine değen Peşkir ve peştemaller hasta olanlara götürüldüğünde hastalıkları yok oluyor kötü ruhlar içlerinden çıkıyordu.” (Elçilerin İşleri 19:12)
Pavlus Efesteki sinagog’ta vaazlar veriyor, Tiranus’un okulunda da derslere gidiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu vaazları ve dersleri sırasında durmadan verip veriştirmişti Efes’in ve Efeslilerin en değer verdikleri tanrıçaları Artemis’e. Onunla birlikte, tanrıça’nın gümüşten heykelciklerini yapan zanaatkarlar da paylarını alıyorlardı bu kötülemelerden.
Bu durumdan şikayetçi olan pek çok insan vardı kuşkusuz. En başta da bu işten geçimlerini sağlayanlar. Günün birinde Demetrios adında bir kuyumcunun canına tak etmiş olmalı ki, toplar bu işle uğraşanları ve şöyle konuşur:
“efendiler bilirsiniz ki zenginliğimiz bu iştendir ve yine görüp işitiyorsunuz ki, bu Pavlus, yalnız Efes’te değil ama neredeyse bütün Asya’da, ellerimizden çıkan tanrıların tanrı olmadıklarını söyleyerek pek çok kişiyi inandırıyor ve onları kışkırtıyor. Bu işte kötülenen yalnızca mesleğimiz değildir. Ama ulu tanrıça Artemis’in tapınağı’da hiçe sayılmakta. Bütün dünyanın ve Asya’nın taptığı tanrıça’da yakında görkeminden çok şey yitirecek böylece.”
Bu sözleri dinleyen halk büyük bir öfkeyle galeyana gelir ve “Efeslilerin Artemis’i uludur!” diye bağrışırlar. Şehir karışır. Halk iki saat boyunca bir ağızdan Artemis’in ululuğunu bağrışır. Sonunda Belediye Yazmanı gelip bir konuşmayla halkı yatıştırır. Bu konuşmasında yine Artemis’in yüceliğini över ve Efes’in bu yüce tanrıçanın ve onun gökten düşen yontusunun kutsal şehri olduğunu yineler. Demetrios ve yandaşları bu konuyu mahkemelerde çözümleyebileceklerdir isterlerse. Ama halkın, bu karışıklığın suçlusu sayılmaması için dağılması gerekecektir.
Belediye yazmanının bu konuşmasından sonra kalabalık dağılır.
Bu olayların geçtiğin yerin Efes’in o görkemli tiyatrosunun olduğunu da belirtelim.
Pavlus’un; Efes’te tanrıça Artemis’i hedef alan konuşmaları emekleme aşamasındaki yeni inancı nasıl etkiledi ve nasıl bir sonuç yarattı dersiniz?
Konuşmaların yarattığı olaylar Pavlus’un Efes’ten ayrılmasıyla sonuçlandı. Pavlus bir daha ayak basamadı Efes’e. Çıktığı Makedonya yolculuğunda dönüşte Efes önünde durmadan geçerek Miletos’a gitti ve Efesos Kilisesi ileri gelenlerini oraya çağırdı.
Etkiye gelince...
Bu etki asıl Artemis yönünden gerçekleşmişe benziyor. Dahası Hıristiyanlığın artık iyice yerleşip çoktan resmi bir inanca dönüşmüş olduğu beşinci yüzyılda bile. Unutmayalım ki, vaaz verdiği yerlerde Pavlus’a karşı çıkanlar puta taparlar değil Yahudilerdi. Oysa Efes’te bu kez Artemis inananlarının, bir başka deyişle puta taparlar’ın coşkulu direncini görüyoruz. Bu olayda bize, aslında geleneksel anatanrıçanın bir uzantısı olan Efesli Artemis’in orada ne denli yüceltildiğini ve saygı gördüğünü kanıtlıyor.
Buradan tekrar konumuza dönecek olursak Pavlus’un Anadoluda çekmiş olduğu sıkıntılar onun için çok fazla bir şey ifade etmiyor ve o hala yoluna devam edecek gücü vermesi için Tanrıya yakarıyordu.
Makedonya ve Yunanistan’da son bir yolculuktan sonra, Pavlus Küçük Asya’da son kez görüldü. Egeyi bir kayıkla geçip Troas’a geldi. Kendisini kıyıdan götürecek bir gemiyi beklemek için bir kaç gün orada kaldı (bu arada bir evin üst katında vaaz verirken Eutykhos adında genç bir adam pencereden sarkmış durumda onu dinlerken oracıkta uyuya kalıp aşağıya düştü). Sonunda Assos’tan bindiği gemi Miletos’ta onu karaya çıkarmadan önce Mytilene(Midilli), Khios(Sakız), ve Samos adalarına (Sisam) uğradı Mitetos’a Efes’ten Kilise ihtiyarlarını çağırdı, çünkü görevinin sonuna yaklaştığının artık bilincindeydi. Kentin dışında kıyıda bir veda konuşması yaptı. “Ve işte bütün Ruh’umla Yeruşalim’e gidiyorum”, diyordu son olarak. Bindiği gemi onu Kos, Rhodos ve Patara üzerinden Lykia’ya götürdü, orada Tyros ve Suriye kıyılarına giden başka bir gemiye bindi. Bu olay İ.S.56’da olmuştu, ama yıl bitmeden kendini Yeruşalim’de hapiste buldu. Kaisar’a (İmparator) davasının üst mehkemede görüşülmesi isteğiyle başvurması üzerine, duruşma için Roma’ya gönderilmesine karar verildi.
Pavlus gitmişti ama Anadoluda kurmuş olduğu Kiliseler büyüyüp gelişti, sayıca çoğaldı. Pavlus’un bizzat öğrettikleri, sürekli mektupları ve bildirgeleriyle verdiği öğütler sayesinde kazanılan dayanma gücü, onları inançları yüzünden uğradıkları baskıları tevekkülle karşılamaya yöneltti. Romalıların gözünde şimdi onlar, şüpheli ve belki de istenmeyen bir mezhepti. İ.S 64’te, Pavlus’un yola çıkmasından az sonra, Neron tarafından kundakçılık bahanesiyle cezalandırılmaları daha sonra gelecek aralıksız zulmün ilk halkasıydı. Pilinius, Hıristiyanlığın Bithyna’da(Marmara bölgesi) kaygı verici hızla yayıldığını Traianus’a rapor verdikten sonra, yeni inanışa ibadet edenlerden ahali önünde tövbe etmeyenleri idam ettirmeye başladı. İmparator’da bu eylemi onayladı; ancak muhbirlik yapanların tanıklığının dikkate alınmaması gibi küçük bir çekince koydu. Ona göre, “bu kimseler çağın ruhuna yabancı”idiler. Gene de, Hıristiyan inancına bağlanmanın canlarına mal olabileceğini bilmelerine karşın, yeni katılanlar onu benimsemenin verdiği huzura kavuşmaya koşuştular. Şimdilik ülke çapında örgütlü bir baskı yoktu, ama her an, eyaletin birinde hasatın kötü olması gibi bir kamusal işin kötü gittiği bir olayda, Hıristiyan topluluğu günah keçisi olabilir, halkın sevmediği Romalı vali’de ilgiyi başka yöne çekmek için buna destek vermeden edemezdi. Aynı şey bütün Roma dünyasında olup duruyordu. Suçlanan kişiye, İsa’yı inkar ettirmekten çok, cinsiyeti ve toplum içindeki yeri ne olursa olsun işkence ediliyor ve cezası çoğu kez anfi tiyatroda, halkın gözleri önünde infaz ediliyordu. “Şehit” sözcüğünün anlamı “Şahittir” ve bu şehitler inançlarının şahidiydiler. Polikarp şöyle haykırıyordu: “86 yıl efendime hizmet ettim, bana hiç kötülüğü dokunmadı. Şimdi, beni kurtarmış olan Kralıma nasıl lanet ederim?” verilen yargıyı “Tanrıya şükürler olsun!” sözleriyle karşılayan Afrikadaki Scili halkının galeyanıda o ölçüde dokunaklıdır.
Zamanla, yavaş yavaş putperestler arasında, giderek bizzat infazı gerçeklştirenler arasında, bu dikkate değer dayanma gücüne karşı, istemeyerek de olsa, gözle görülür bir hayranlık, bu gücü doğuran inanca gittikçe artan bir ilgi oldu. Hıristiyanlığın ilkelerine karşı, bu arada, akılla çürütücü girişimlerde bulunuldu ve İ.S.170 yıllarında Celsus “gerçek ilke” sini yayımladı. Buna karşı Tertulyanus, Clemens ve Origenes gibi Hıristiyan düşünüşünün önderlerinden yanıtlar geldi. Bu eğitimli zihinler yeni öğretinin getirdiği basit gerçeği değilse bile, ussallığını gösterebiliyorlardı. Üçüncü yüzyılda Hıristiyanlığın tüm konuları, yasaklanmış bir tapınmanın gizlendiği karanlıktan çıkıp sağlıklı bir toplumsal tartışma ortamına girdi.
İ.S.324’te büyük Konstantin İmparator oldu. Bu çok yetenekli devlet adamı İmparatorluğun yaşamaında devrim yapan, imparatorluğun önüne yeni yollar açan iki büyük siyasal etkinliğinden ötürü ileride anılacaktır. Bunlardan biri İstanbul’un kurulması,diğeride Hıristiyanlığın devlet dini olarak da kabul edilmesidir. Gerçekte bu devrimin tam olarak duyumsanması üç yüz yıl sürdü; çünkü Konstantin’in yaptığı iş en azından yeni bir doğu Roma ya da Bizans devleti yaratmaya eşitti.
ANADOLUDA HIRİSTİYANLIĞIN GELİŞMESİ :
Pavlus’un Hıristiyanlığı tanıtmak ve yaymak amacıyla önemli gezilerini Anadoluda yaptığını görmüştük. Bu gezilerde yine çoğunlukla Antakya’da başlıyor ve orada son buluyordu.
Yeni Antlaşmada lçilerin İşleri, mektuplar, vahiy kitaplarında anadoludaki çeşitli yörelere ve topluluklara sık sık göndermeler yapılır. Pavlus mektuplarından Galatyalılar, Efesliler ve Koloseliler olmak üzere Anadoluda yaşayan topluluklara göndermiştir. Galatya Ankara ili ve çevresinin İ.Ö.3.yüzyıldan başlayarak taşıdığı addır. Kolose günümüz Denizli ilinin Honaz ilçesi yakınlarında kalıntıları bulunan antik bir kenttir. Bu mektuplarda başka Anadolu kentlerinin sık sık adları geçer.
Ekümenik konsiller ve Anadolu :
Hıristiyanlıkta Kilise önderleri ve ileri gelenlerinin dinsel öğreti ve kuralları görüşüp karara bağladıkları toplantılara konsil adı veriliyor. Bir konsilin ökümenik sayılması için bütün piskoposların bu toplantılara katılması gerekiyordu. İşte miladın ilk bininci yılında 8 evrensel konsil düzenlenmişti. Bunların hepsi de Türkiye opraklarında gerçekleştirilmişti.
Bu toplantılardan ilkinin eski adıyla Nicea diye bilinen İznik’te toplandığını görüyoruz. Zaten “ökümenik” sözüde 325 yılında toplanan bu konsil için kullanıldı ilk kez. Konsil İmparator 1.Constantinus’un çağrısı üzerine toplanmıştı. Bu toplantı sonucunda İsa’nın sadece bir insan olduğunu savunan Arius’çulara karşı İsa’nın Tanrılığını, babanın oğlu olarak onunla aynı özden geldiğini ileri süren Kutsal Kitap görüşü kabul edildi.
İkinci Konsil Konstantinapolis’te (İstanbul) toplandı. 381 yılında düzenlenen bu konsilden Kutsal Ruh’unda Tanrı sayılması gerektiği, çünkü onunda baba ve oğul’la aynı özü taşıdığı kararı çıktı.
Üçüncü konsil 413 yılında Efes’te toplandı.
Bundan sonra 451 yılında Kalkedon 553, 680 ve 869 yıllarında olmak üzere değişik yüzyıllarda İstanbul’da dört konsil daha toplandığını görmekteyiz. 869 yılındaki konsil ilk bininci yılın son evrensel Kiliseler toplantısı oluyordu aynı zamanda. Ve buradaki tartışmalar doğu ve batı kiliselerinin ayrılmalarıyla sonuçlandı.
Son İstanbul konsilinden önce bir toplantı da II.Nicea(İznik) konsili adıyla İznik’te düzenlenmişti.
Hıristiyan dini miladın ilk bininci yılında düzenlenmiş bulunan 8 konsilde alınan kararlar sonucu ilkelerine kavuşur. Bu kararları onaylayanlar ya da onaylamayanlar da kendi bağımsız Kiliselerini yine bu konsil sonuçlarına dayandırarak kurarlar. Bu 8 evrensel Kilise toplantısının tümünün de Anadoluda yapılmış bulunması, anadolunun Hıristiyanlık açısından ne denli önemli bir yer tuttuğunu açıkça gözler önüne seriyor.
Yuhanna ve Yedi Kilise :
Proğramımız içerisinde Yuhanna Hakkında biraz da olsa bildi vermiştik Yuhanna İsa Mesih’in ölümünden sonra kendisine emanet edilen Meryem ile birlikte Efes’e geldi. Burada zamannının bir çoğunu beki Efes Kilisesinde hizmet ederek geçiriyordu. İsa Mesih’in havarilerinden birisi olarak yaşadıkları hala gözünün önünden gitmiyodu belki. Ama o bütün bu olanlara rağmen hayatını adadığı Rab İsa Mesih’e hizmet etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Kiliseye karşı olan baskılar artmıştı ve Yuhanna’da bütün bu olanlardan nasibini almış sürgüne gönderilmişti. Aslında yuhanna’nın Efes’te çok uzun bir süre kalmadığı yaygın bir kanıdır fakat bu onun Bölge hakkında hiçbir şey bilmediği anlamına gelmiyordu. O Anadoluda geçirdiği zamanını boşa harcamamıştı bölge hakkında büyük bir bilgi birikimine sahip olduğunu biliyoruz. Evet konumuzu fazla dağıtmadan Yuhanna’nın sürgüne gönderildiği dönem o zamanki Hıristiyanların büyük baskılar altında kaldıkları bir dönemdi. Kendisi bugün Efes ve Kuşadasını ziyaret eden dinleyicilerimizinde çok iyi bildikleri Samos adasına sürgüne gönderilmişti. Samos kuşadasında bakıldığı zaman sanki yüzerek gidilecekmişçesine yakın olan bir adadır. Kendisi sürgünde kaldığı zaman zarfında bugün Kutsal Kitabın son bölümü olan Vahiy bölümünü yazmıştır tabi ki Tanrı’nın kendisini yönlendirmesiyle. Anadoluda’ki yedi Kiliseye karşı Tanrının bildirilerini içeren bu bölüm dünya’nın son zamanları hakkında bizlere bilgi vermektedir.
İşte şimdi burada bahsi geçen ve Anadolu’da bulunan yedi Kilise hakkında ve nerelerde bulunduğunu inceleyeceğiz.
SUNUŞ: Hıristiyan inancının kuşkusuz en önemli ismi İsa Mesih’tir. İsa Mesih Filistin’in Galile bölgesindeki Nasırada doğdu. Aslında Yahudi inanç ve şeriatından kaynağını alan bu yeni inanç museviliğin aksine belirli bir topluluğun inancı olarak kalmadı. İlk üç yüz yıldaki amansız zulüm ve baskılara kıyımmlara karşın gelişti, ve evrensel bir inanç oldu.
Ama bu evrenselliğin temelleride Anadoluda atıldı. Hıristiyanlığın kuramlarını ortaya koyan kişi, pavlus bir anadolulu idi.
Hıristiyan dünyasını bağlayıcı kararların alındığı ilkçağ konsilleri Anadoluda toplandı. Hıristiyanlık dünyasınca kutsal sayılan çok yer yine anadoludadır. Dahası bu evrensel inancın adı olarak geçen “Hıristiyan” sözcüğüde anadoluda telaffuz edildi ilk kez ve anlam kazandı.
Anadolunun hıristiyanlık inancına kaynaklık ettiğini belirleyecek öylesine çok kanıt varki, hangi birinden söz etmeli? Yalnızca yerler değil, yapılar, kişiler var bu kanıtların arasında.
Anadolunun sadece Hıristiyanlık gibi yüce bir inanca kaynaklık ettiği düşünülmemelidir elbette örneğin Yahudilerin atası İbrahim de anadoluda bir süreliğine yaşamıştır. Ve anadolu bir sürü inanca kaynaklık yapmıştır.
Anadolu inançların hangi bakımlardan kaynağı oluyor?
Doyurucu bir yanıt bulabilmek için konuyu musevilik ve hıristiyanlık açısından ele almak doğru olur kanımızca.
Aslında bu dinlerin kaynakları ortadoğudur. Doğum yerleride öyle. Kaynaklar, ortadoğu denildiğinde özellkile de Mezopotamya ve Filistin.
Ama kaynakları bu kadarla sınırlamayarak biraz daha geniş tutmalı coğrafyayı.işte o zaman anadolu girer işin içine ve bu iki büyük dini besleyen kaynaklar arasında yerini alır. Yalnızca o kadarla da kalmaz, bir de üstelik kavşaklıkta eder bu dinlere.
Yalnızca göksel dinlere mi?
Değil elbette ki. Anadolu nice çok tanrılı inanışlarında hem kaynağı hemde kavşağı olmuştur tarihin sonsuzluğuna uzanan yaşamı boyunca.
Bugün ülkemize bir çok yabancı ülkeden insanlar akın akın gelmektedirler acaba neden belirli bazı bölgeleri gezmektedirler diye düşündünüz mü acaba? Bu programda Tarihsel olarak anadolunun Hıristiyanlık inancına nasıl bir zemin oluşturduğunu ve bu zeminde nasıl geliştiğini bulacaksınız. Birlikte bu toprakların nasıl bir geçmişe tanıklık ettiğine hep beraber bakacağız.
Madem konumuz hıristiyanlık bizde bu sözcüğün ilk kez telaffuz edildiği yer olan Antakyadan başlayalım yolculuğumuza.
GİRİŞ :
Hıristiyan sözcüğünün anlamı ve Antakyada ilk kez söylenişi:
Önce “Hıristiyan” sözcüğünün anlamını görelim.
Sözcük, ibranicedeki “maşia” dan kaynaklanmaktadır. “yağ sürülmüş, yağla kutsanmış” demek. İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı.Tevrat’ın bir çok yerinde bu işlemin yapıldığını görmekteyiz. “maşia” sözcüğü israil krallarının bir ünvanıydı. Geniş anlamıyla bu ünvan “Tanrının bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileride kapsıyordu. Tevrat’ın “işaya” kitabında yahudileri sürgünden kurtaran pers kralı kyros’unda bu ünvanla hitap edildiğini görüyoruz.
Dilimizdede kullandığımız bu sözcük “maşia”nın arapçadaki karşılığı. Anlamıda aynı. “üzerine yağ sürülmüş” demek. Bu sözcüğün yunancadaki karşılığı ise “khristos” buradan da “khristianos” sözcüğü türüyor “Hıristiyan” anlamına. İşte bu sözcük ilk kez Antakyada telaffuz ediliyor. “Hıristiyan” “Mesih’in yandaşı, Mesih’e bağlı” anlamına geliyor.
Peki, İsa’ın yahudilerce beklenen o Mesih olduğunu kim dile getirmiş önce?
İsa’nın beklenen Mesih olduğunu tanıyan ilk kişilerden biri on iki havarilerden biri olan Simon (İbranicesi “şimeon” dur. Onun bu tanıklığı üzerine İsa’da Simon’a “kaya” anlamına gelen Petrus adını veriyor ve şöyle diyor:
“...ben Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmeyecektir. Göklerin krallığının anahtarlarını sana vereceğim.” (Matta 16:16-20)
İsa’nın bu sözlerinden yola çıkan .katolik Kilisesi İsa’yı ilk papa olarak kabul etti. Ve işte ilk Kilisede antakyada bir kayaya oyulmuş oldu. Sayıları gitgide artan Mesih inanlıları aziz Barnabas’ın önderliğinde bir yıl boyunca orada toplantılar yaptılar ve bu kişiler ilk kez orada “Hıristiyan” diye adlandırıldılar. (Elçilerin İşleri 12:26)
Peki bu insanlar Yeruşalimden Antakyaya nasıl gelmişlerdi yani Mesih inancı ilk olarak ortadoğuda ortaya çıktı demiştik ama Antakya ve çevresi bahsettiğimiz bu bölgeden epeyce uzakta kalmaktaydı nasıl olurdu da Mesih inancı bu kadar kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılmıştı. Bunun cevabını yine Yeni antlaşmada görmekteyiz. Elçilerin İşleri kitabında bahsedilen Pentikost gününü bu olayların cereyan ettiği gün olarak bilmemizde fayda vardır. Diasporaya dağılmış olan Yahudiler (İsrail bölgesi dışında yaşayan) Yahudiler senede belirli aralıklarla bir araya geliyorlar ve ve orada hep beraber tapınıyorlardı işte tam bu sırada Tanrının yapmış olduğu bir mucize aracılığıyla tüm dünyadan gelmiş olan Yahudiler müjdeyi kendi dillerinde duyabilme fırsatını bulabilmişler ve bir çoğuda Mesih İsa’yı kurtarıcıları olarak kabul etmişlerdi. Şimdi konumuz biraz daha açıklığa kavuşmaktadır.
Bu yeni inanç hala varlığını Yeruşalimde sürdürüyordu ve İsa Mesih’in göğe alınmasından sonra elçilerin bir kısmı hala oradaydı. Sonraları Yeruşalimde yapılan bu toplantılarda, yahudi adıyla “saul” diye bilinen ve sonradan havariler arasına alınan Pavlus’ta bulunmaktaydı. İsa Mesih’in ortaya koymuş olduğu ilkeler ve görüşler Yahudiliğin yeni, değişik bir yorumundan başka bir şey değildi aslında. İsa Mesih’de yeni bir inanç getirdiğinden söz etmiyordu zaten. İsa Mesih Musa’nın şeriatı üzerine yorumlarda bulunuyordu. O haliyle Hıristiyanlık, yeni bir inanç olmaktan çok, bir yahudi mezhebi olarak kalacaktı belki de. İşte bu yeni inancın örgütlenmesinde en aktif rol oynayan insanlardan biriside Pavlus oldu. O bu amaçla uzun yolculuklara çıktı. Başka ülkeleride kapsayan bu gezileri sırasında Anadoluyu üç kez dolaştı.
Onun Anadoluda yaptığı bu gezilerinden kimi kesitler sunmaya çalışalım şimdi.
Pavlus’un Anadoludaki gezileri :
Kendisi de bir Anadolulu olan bu inatçı ve dirençli insanı kısaca tanıyalım ilk önce.
Pavlus Tarsus’ta doğmuştu. Doğum tarihinin İ.S.10.yıllarında olduğu sanılıyor. Yahudilikte kullandığı asıl adı Saul idi. Zaten “elçilerin işleri” kitabının ilk bölümlerinde adı Saul olarak geçmektedir. Yöredeki pek çok Yahudi gibi oda Roma yurttaşlığını kazanmış bulunan bir aileden geldiği için Romalı adı “pavlus” u da kullanmaktaydı. Öteki Yahudi çocukları gibi o da bir sanat öğrendi ve çadır ustası oldu. Kudüs’te dini bir eğitim gördü.
Başlangıçta koyu bir Ferisi olarak bu yeni akıma ve yandaşlarına karşı cephe aldı ve etkin bir biçimde izledi onları. Dahası ilk Hıristiyan şehidi İstefan’ın taşlanarak öldürülmesinde de katkısı oldu. İstefan’ın gömülmesinden sonra Kilisenin altını üstüne getiriyor, evlere girerek içeridekileri kadın, erkek demeden dışarı sürüklüyor ve zindana atıyordu onları.
İncil’in elçilerin İşleri bölümünün bizlere anlattığına göre Yahudi yetkililerden almış olduğu bi mektupla Şam’a giderken, gökte bir ışık parlar. Saul yere düşerken kendisine bir sesin “Saul, saul neden bana zulmediyorsun” diye seslendiğini duyar ve “sen kimsin ey efendim?” diye sorar. Ses de “ben senin zulmettiğin İsa’yım!” diye yanıtlar.(Elçilerin İşleri 9:5)
İşte bu karşılaşma Saul’un yaşamında bir dönüm noktası olur. Daha önce amansız bir biçimde karşı çıktığı bu yeni inncın en ateşli savunucusu olur ve onu yaymak için yolculuklar yapar, topluluklara mektuplar yazar.bilinmelidir ki Mesih inancının ilk yayıldığı sıralarda Pavlus zamanının çoğunu yine Anadoluda geçirmiştir. Anadolunun Pavlus’un hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır ve bunu mektuplarında bunu sık sık yinelemektedir.
Yolculuklarının başlangıç noktası Antakyadır yine. Bunların Anadoludaki uğrak merkezlerinden en önemli olanlarını görelim.
Pavlus’un ilk yolculuğu Konya ve çevresi :
Pavlus, ilk yolculuğuna başlamk üzere Barnabas ve bir kaç kişi ile Antakyadan yola çıkar. Liman kenti Seleukeia Pieria’dan (Samandağ) gemiy binerek kıbrıs’a yelken açarlar. Salamis’ten Pafos’a kadar adayı dolaşarak vaazlar verirler. Pafos’tan Pamfilya pergesine, oradan da Pisidya Antakyasına (Yalvaç) gelirler. Orada da halkı bu yeni inanca çağıran konuşmalar yaparlar. Ne var ki Yahudiler, Pavlus ve Barnabas’ın sözlerinden hoşnut kalmadıkları için halkı onlara karşı kışkırtırlar ve oradan kovdururlar iki arkadaşı. Onlar da Konya’ya gelirler.
Ama aynı kargaşa Konya’da da meydana gelir. Yahudiler orada da kışkırtıcılık yaparlar. Halk ikiye ayrılır. Pavlus ve Barnabas saldırıya uğrayacaklarını ve taşlanacaklarını anlayarak yakındaki Lykaonya bölgesi şehirlerinden Lystra ve Derbeye kaçarlar. İncil’i yani müjdeli haberi yaymayı orada da sürdürürler.
O yörede fena karşılanmazlar başlangıçta. Pavlus lystra’da bir mucize göstererek doğuştan kötürüm bir adamı ayakları üzerinde doğrultup yürütür. Bu gördüklerinden şaşkına dönen Lystralılar bu iki Tanrı adamını gökten inmiş iki Tanrı sanarak Barnabas’a Zeus, Pavlus’a da Hermes derler. Bununla da yetinmezler, onlar için boğalar kurban etmeye kalkışırlarsa da bu iki tanrı adamı güç bela engellerler onları.
Ne var ki Konya’dan ve Antakya’dan kimi Yahudiler gelerek halkı kışkırtırlar yine. Bunun sonucu olarak Pavlus taşlanır. Öldü sanılırken o yine Barnabas ile Derbe’ye çıkar ve bir çok kişiyi yeni dine kazandırır. Daha sonra da geri dönüp Lystra, İconium(Konya) ve Yalvaç’a gelirler, oradaki halka vaazlar verirler. Sonra Perge üzerinden Antalya’ya varırlar. Oradan da Antakya’ya geri dönerler. Ve ertesi yıla dek bu bölgelere iknci bir misyon düzenlenmedi.
Pavlus’un ikinci yolculuğu Galatya ve çevresi :
Bu kez Barnabas Pavlus ile birlikte gitmek için Markos’un da gruba katılmasını koşul olarak ileri sürdü. Pavlus buna razı olmayınca, iki habercinin yolları ayrıldı. Barnabas, Markos’la Kıbrıs’a gitti, Pavlus ise, Yahudi olmayan inanlıların başlarının dertte olduğu Galatya’ya döndü.
Burada Galatya ile ilgili kısa bir açıklama yapmak doğru olur kanımızca Galatya bugün anadolunun ortalarında yer alan bir bölgedir bu bölge Ankara’da dahil olmak üzere çevre illeri de kapsamaktaydı. Galatya isminin ise o tarihten önce bölgeye göç eden kelt kökenli kavimler tarafından verildiği bilinmektedir.
Neyse burada konumuza tekrar dönelim ve o zamanın nadolusunda yaşanan olayları daha yakından inceleyelim.
Eskiye bağlı Yahudiler baştan beri baştan beri bunlara itibar etmiyorlardı. Yahudi olmayanlara karşı çıkarılan toplumsal olaylarda kimi Yahudi babaları Pavlus’un öğretisini alttan alta yıkmaya kalkışmış, giderek havarilik yetkisini sorgulamışlardı. Onun belki iki yolculuğu arasında Galatyalılara yazdığı Mektup’ta, bu durum ve yaratmış olduğu üzüntü fark ediliyor. Çoğu kez olduğu gibi, bu kez de sorumlulukları sabrını taşıracak kadar onu sıkmaya başladığında, öfke ve şefkat gözyaşlarının kapıya dayandığı görülüyor. Sonunda, yeniden doğru dürüst bir uyum havası sağlamak için, kendisinin orada bulunup büyük bir baskı kurması gerekiyor, uyum sağlayıncaya dek misyon gezilerini sürdüremiyordu.
Lystra’ya iade-i ziyaret için gittiğinde Timoteyus adında yarı Yahudi bir gencin yardımını gördü. Sonra bu genç uzun yıllar onun yanından ayrılmadı. Yine büyük bir olasılıkla ikinci gezisinde Elçilerin İşlerini yazmayı üstlenmiş olan “sevgili doktor” luka’da ona katıldı. Çünkü bu noktadan başlayarak anlatıda zaman zaman ünlü “biz parçaları” geçer: bu parçalarda yazar, kendisinin tanık olduğu olayı, birinci çoğul kişi ile anlatmaktan kendini lamaz. İşte böyle, sonunda belki üçü birlikte, İ.S.50 yılının sonbaharında Galatya’dan ayrılıp tekrar yollara düştüler. Pavlus başta batıya yönelip Asya eyaletine ya da kuzeye vurup bithinya’ya (Marmara bölgesi) gitmek düşüncesindeydi. Ancak üstün bir sezgi gücüyle her iki tasarınında o an için uygun olmadığı kanısına vardı. Sonra çankkkale boğazının girişinde Aleksandreia Troas’ta görüyoruz onları. Pavlus’un düşünde, avrupaya geçmesini bildiren çağrıyı aldığı yer burasıdır. Luka’nın sözleriyle “hemen makedonya’ya gitmenin bir yolunu aradık Tanrı’nın sevinç getirici Haber’i onlara müjdelemek için bizleri çağırdığı sonucuna vardık.” Filipi’de Selanik’te, Bercia’da Atina’da vaazlar verdiler; daha sonra Pavlus iki yıl Korinthos’ta arkadaşı Akvila ile Priskila’nın evinde kaldı.
Pavlus’un ilk asya ziyaretini erteleme kararı üzerine bir çok tahmin ileri ürülmüştür. Bazı yorumculara göre, yuhanna o sıralar Efes’te ikamet ediyordu, İon şehirlerindeki Hıristiyan topluluklarıda özellkile onun faaliyet alanına giriyordu. Gene çoğu kimse Yuhanna’nın Yeruşalim’den çıkıp Efes’e artık orada yaşamak üzere giderken, özel olarak onun nezaretine verilmiş olan Meryem’i de götürdüğüne inanmaktadır. Meryem’in Efes’te ikamet etmiş olam olasılığı bu noktada konudan epeyce sapmamızı haklı kılacak ölçüde ilgi toplamıştır.
Meryem ve Efes :
Meryem’in İsa’dan sonraki yaşamıyla ilgili olarak sözlü geleneğin bize sunduğu iki almaşık kuram vardır; kisi de yazılı herhangi bir belgeyle desteklenemiyor. Bugünkü değişik Kiliselerin bu kuramlara inanmada şağı yukarı eşit olarak bölündüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kuramlardan birine göre, meryem Yeruşalimde kalıp ölünceye değin Yuhanna’yla birlikte yaşadı. Diğerine göreyse Yuhanna’yla birlikte Yeruşalimden Efes’e gidip orada Yuhanna’nın ya da Pavlus’un kurmuş olduğu Kilisenin koruması altında yaşadı. Her iki kuramı destekleyen belgelerin, ister sözlü gelenek biçiminde ister daha sonra Kilise tarihçilerinin göndermeleri biçiminde olsun, ayrıntılı olarak sıkça ele alınmış olduklarından, burada incelenmesine gerek yoktur. Yalnız iki nokta Efes kuramının dayandığı usa vurumu göstermeye yetecektir.
Birincisi tamamen olumsuz kanıttır ve İ.S. 375 yılında, ilk dönem Hıristiyan yazarlarından Epiphanios’un bir düşüncesinden çıkarılmıştır. Epiphanios’a göre “Kutsal Kitapta Meryem’in ölümüne ilişkin bir söz yok: öldümü kaldı mı, gömüldü mü, gömülmedi mi? Kutsal kitapta, Yuhanna, Asya eyaletine gittiğinde, onu yanında götürdüğüne ilişkin görüşü doğrulayacak hiç bir yetke de yok.” Demek ki, Kilise ihtiyarları, dördüncü yüzyılın sonlarına doğru böyle bir uyarı notunun düşülmesini gerektirecek kadar güçlü bir Efes geleneğinin oluştuğunu zaten biliyorlarmış. İkinci nokta, İ.S. 431’den az sonra toplanan Efes konsiliyle ilgilidir.
Göründüğü kadarıyla konsilin başlıca amacı, Nestories ile yandaşlarının Tanrı’nın bakire anasına tapınmayı küçültücü niteliklerini kınamaktı. Konsilin tutanakları arasında İ.S.429 yılında kyzikos piskoposu Proklos’un verdiği vaazın metnide vardır. Proklos’un konusu “kadın soyunun yüceltilmesi” özellikle de “tam vaktinde hem ana olan hem bakire kalan onun” övülüp yüceltilmesiydi, çünkü, cemaatin önünde söylediği gibi, “Tanrının nası Kutsal Meryem bizi orada bir araya getirmişti.” Ancak, öykünün en ilginç yanı, konsilin toplandığı yerin “meryem adlı en kutsal Kilise” olmasıydı. Efes’te Roma dönemi kentini kazan Avusturyalı arkeologlar bu Kilisenin, yıkıntılarını gören herkesin iyi bildiği, çifte bazilika olduğu kanısındadır. Bu yapıda gerçekten iki Kilise vardır; en doğudaki Justinyanus zamanından kalmadır, batı kısmındakinin ise, İ.S.431 yılında var olduğu hemen hemen kesindir. Daha önce de söylendiği gibi Meryem’in efes’te oturduğu savının dayandığı bu ve başka kanıtlar son zamanlarda yeniden ilgi çekmeye başladı. Bu kez olay, Meryem’in evi denmiş olan yerin yeniden bulunmasıyla bağlantılıydı. Kentin güneyinde Solimissos(Aladağ) dağının yamaçlarındaki güzel küçük, Kutsal yapı, ününü, doğrusu, geçen yüzyılın başlarında meydana gelen doğaüstü bir olaya borçludur.
Anne Catherine Emmerich’in gördüğü görüntü, 1818 yılında kendi vardır. ağzından ozan Brentano’ya yazdırıldı. Brentano 1841 yılına değin bir şey yayımlamadı, yayımladığında da dağıtımı çok kısıtlıydı. Bu da kadıncağızın 1824’te ölümüyle İzmir Katoliklerinin buluşu arasında niçin bunca zaman geçtiğini açıklamayı kolaylaştıracaktır. Yaşarken bulunsaydı, onu ne çok sevindirecekti! Görüntüdekine öylesine gizemli bir biçimde benzeyen yıkık yapı, apsisli küçük şapelimsi bir şeydi ve komşu köyde oturan Rum topluluğu burayı zaten Kutsal yer olarak biliyor, zaman zaman burada dinsel törenler gerçekleştiriyorlardı. Gene yunanca-türkçe adıyla buraya geleneksel olarak Panaya Kapulu deniyordu. Sözcük anlamı”kutsalın kutsalı kapılı [bakire]dir. Yapı şimdi kısmen onarılmış olup Ayasoluk’tan (Efes’in bugünkü adı) gelen bir yol bizi buraya ulaştırmaktadır. Dinleyiciler arasında söz konusu yeri ziyaret etmiş olanlar, hatta şimdi yurtdışındaki ülkelerde gelip düzenli olarak yapılan hac yolculuklarına katılmış olanlar bile
Pavlus’un üçüncü yoluluğu Efes :
Pavlus sonunda üçüncü misyon gezisinde Efes’e geldi. On sekiz ay kaldığı uzun korint durağından sonra, ilkin Suriye Antiokheiasına gitmesi gerekiyordu. Ancak gemisi Efes’e uğrayacağı için, yanına akvila ve Priskila’yı alıp dönüşüne değin onları orada bıraktı. Daha sonra, Antiokheia’daki işini bitirip Yeruşalim’e geçtikten sonra, gene küçük Asya üzerinden yola koyuldu; sevgili Galatyalı cemaatlere uğrayıp olağan teftişinide aradan çıkarmak istiyordu. Sonunda Efes’teki arkadaşlarıyla buluştu ve üç yılın büyük bir bölümünü orada geçirdi.
Bu süre onun görevinin en mutlu bölümü değildi. Günlük gereksinimlerini karşılayamayacak kadar para sıkıntısı çekmesi de dahil, akla gelebilecek her türlü maddi güçlükle yüzyüze gelmekle kalmadı, özellikle Korint’ten aldığı haberlerle ilgili olarak, manevi olarak da sürekli kaygı içerisindeydi. Burada da daha önce Galatya’da olduğu gibi, yetkisi söz konusuydu ve Kilise görevlileriyle olan ilişkisi bozulmuştu. Korintlilere yazdığı birinci mektupta da, “hüzün” denen mektupta da bu durum açıkça görülmektedir. Bunların ikiside o sıralar yazılmıştı. Sonuçta efeslilere verdiği vaazlar etkisini göstermeye başlıyor, onu izleyenlerin sayısı artıyordu ki, gümüşçülerle put tacirleri, onun etkinliklerine karşı eyleme giriştiler ve halkı ona karşı ayaklandırıp sonunda kentten ayrılmasını sağladılar. Halkı ayaklandırmakta etkin olan bu gümüşçüler bizlerin hiçte yabancısı olmadığı ve bu ülkede doğan hemen hemen herkesin bildiği Artemis’in heykelini yaparak para kazanmktaydılar bugün Efes’e gidenlerimizin bildiği bu pagan merkezini İsterseniz burada durup biraz daha açalım ve neden Pavlus’a karşı olduklarını biraz daha kavrayalım.
Pavlus Ephesoslu Artemis’e karşı :
Üçüncü yolculuğuna Pavlus’un Efes’te üç yıl kaldığını söyleyerek başlamıştık. Elçilerin İşleri kitabında belirtildiği gibi “Tanrı Pavlus’un eliyle olağanüstü mucizeler yaratıyordu. Şöyle ki Pavlus’un bedenine değen Peşkir ve peştemaller hasta olanlara götürüldüğünde hastalıkları yok oluyor kötü ruhlar içlerinden çıkıyordu.” (Elçilerin İşleri 19:12)
Pavlus Efesteki sinagog’ta vaazlar veriyor, Tiranus’un okulunda da derslere gidiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu vaazları ve dersleri sırasında durmadan verip veriştirmişti Efes’in ve Efeslilerin en değer verdikleri tanrıçaları Artemis’e. Onunla birlikte, tanrıça’nın gümüşten heykelciklerini yapan zanaatkarlar da paylarını alıyorlardı bu kötülemelerden.
Bu durumdan şikayetçi olan pek çok insan vardı kuşkusuz. En başta da bu işten geçimlerini sağlayanlar. Günün birinde Demetrios adında bir kuyumcunun canına tak etmiş olmalı ki, toplar bu işle uğraşanları ve şöyle konuşur:
“efendiler bilirsiniz ki zenginliğimiz bu iştendir ve yine görüp işitiyorsunuz ki, bu Pavlus, yalnız Efes’te değil ama neredeyse bütün Asya’da, ellerimizden çıkan tanrıların tanrı olmadıklarını söyleyerek pek çok kişiyi inandırıyor ve onları kışkırtıyor. Bu işte kötülenen yalnızca mesleğimiz değildir. Ama ulu tanrıça Artemis’in tapınağı’da hiçe sayılmakta. Bütün dünyanın ve Asya’nın taptığı tanrıça’da yakında görkeminden çok şey yitirecek böylece.”
Bu sözleri dinleyen halk büyük bir öfkeyle galeyana gelir ve “Efeslilerin Artemis’i uludur!” diye bağrışırlar. Şehir karışır. Halk iki saat boyunca bir ağızdan Artemis’in ululuğunu bağrışır. Sonunda Belediye Yazmanı gelip bir konuşmayla halkı yatıştırır. Bu konuşmasında yine Artemis’in yüceliğini över ve Efes’in bu yüce tanrıçanın ve onun gökten düşen yontusunun kutsal şehri olduğunu yineler. Demetrios ve yandaşları bu konuyu mahkemelerde çözümleyebileceklerdir isterlerse. Ama halkın, bu karışıklığın suçlusu sayılmaması için dağılması gerekecektir.
Belediye yazmanının bu konuşmasından sonra kalabalık dağılır.
Bu olayların geçtiğin yerin Efes’in o görkemli tiyatrosunun olduğunu da belirtelim.
Pavlus’un; Efes’te tanrıça Artemis’i hedef alan konuşmaları emekleme aşamasındaki yeni inancı nasıl etkiledi ve nasıl bir sonuç yarattı dersiniz?
Konuşmaların yarattığı olaylar Pavlus’un Efes’ten ayrılmasıyla sonuçlandı. Pavlus bir daha ayak basamadı Efes’e. Çıktığı Makedonya yolculuğunda dönüşte Efes önünde durmadan geçerek Miletos’a gitti ve Efesos Kilisesi ileri gelenlerini oraya çağırdı.
Etkiye gelince...
Bu etki asıl Artemis yönünden gerçekleşmişe benziyor. Dahası Hıristiyanlığın artık iyice yerleşip çoktan resmi bir inanca dönüşmüş olduğu beşinci yüzyılda bile. Unutmayalım ki, vaaz verdiği yerlerde Pavlus’a karşı çıkanlar puta taparlar değil Yahudilerdi. Oysa Efes’te bu kez Artemis inananlarının, bir başka deyişle puta taparlar’ın coşkulu direncini görüyoruz. Bu olayda bize, aslında geleneksel anatanrıçanın bir uzantısı olan Efesli Artemis’in orada ne denli yüceltildiğini ve saygı gördüğünü kanıtlıyor.
Buradan tekrar konumuza dönecek olursak Pavlus’un Anadoluda çekmiş olduğu sıkıntılar onun için çok fazla bir şey ifade etmiyor ve o hala yoluna devam edecek gücü vermesi için Tanrıya yakarıyordu.
Makedonya ve Yunanistan’da son bir yolculuktan sonra, Pavlus Küçük Asya’da son kez görüldü. Egeyi bir kayıkla geçip Troas’a geldi. Kendisini kıyıdan götürecek bir gemiyi beklemek için bir kaç gün orada kaldı (bu arada bir evin üst katında vaaz verirken Eutykhos adında genç bir adam pencereden sarkmış durumda onu dinlerken oracıkta uyuya kalıp aşağıya düştü). Sonunda Assos’tan bindiği gemi Miletos’ta onu karaya çıkarmadan önce Mytilene(Midilli), Khios(Sakız), ve Samos adalarına (Sisam) uğradı Mitetos’a Efes’ten Kilise ihtiyarlarını çağırdı, çünkü görevinin sonuna yaklaştığının artık bilincindeydi. Kentin dışında kıyıda bir veda konuşması yaptı. “Ve işte bütün Ruh’umla Yeruşalim’e gidiyorum”, diyordu son olarak. Bindiği gemi onu Kos, Rhodos ve Patara üzerinden Lykia’ya götürdü, orada Tyros ve Suriye kıyılarına giden başka bir gemiye bindi. Bu olay İ.S.56’da olmuştu, ama yıl bitmeden kendini Yeruşalim’de hapiste buldu. Kaisar’a (İmparator) davasının üst mehkemede görüşülmesi isteğiyle başvurması üzerine, duruşma için Roma’ya gönderilmesine karar verildi.
Pavlus gitmişti ama Anadoluda kurmuş olduğu Kiliseler büyüyüp gelişti, sayıca çoğaldı. Pavlus’un bizzat öğrettikleri, sürekli mektupları ve bildirgeleriyle verdiği öğütler sayesinde kazanılan dayanma gücü, onları inançları yüzünden uğradıkları baskıları tevekkülle karşılamaya yöneltti. Romalıların gözünde şimdi onlar, şüpheli ve belki de istenmeyen bir mezhepti. İ.S 64’te, Pavlus’un yola çıkmasından az sonra, Neron tarafından kundakçılık bahanesiyle cezalandırılmaları daha sonra gelecek aralıksız zulmün ilk halkasıydı. Pilinius, Hıristiyanlığın Bithyna’da(Marmara bölgesi) kaygı verici hızla yayıldığını Traianus’a rapor verdikten sonra, yeni inanışa ibadet edenlerden ahali önünde tövbe etmeyenleri idam ettirmeye başladı. İmparator’da bu eylemi onayladı; ancak muhbirlik yapanların tanıklığının dikkate alınmaması gibi küçük bir çekince koydu. Ona göre, “bu kimseler çağın ruhuna yabancı”idiler. Gene de, Hıristiyan inancına bağlanmanın canlarına mal olabileceğini bilmelerine karşın, yeni katılanlar onu benimsemenin verdiği huzura kavuşmaya koşuştular. Şimdilik ülke çapında örgütlü bir baskı yoktu, ama her an, eyaletin birinde hasatın kötü olması gibi bir kamusal işin kötü gittiği bir olayda, Hıristiyan topluluğu günah keçisi olabilir, halkın sevmediği Romalı vali’de ilgiyi başka yöne çekmek için buna destek vermeden edemezdi. Aynı şey bütün Roma dünyasında olup duruyordu. Suçlanan kişiye, İsa’yı inkar ettirmekten çok, cinsiyeti ve toplum içindeki yeri ne olursa olsun işkence ediliyor ve cezası çoğu kez anfi tiyatroda, halkın gözleri önünde infaz ediliyordu. “Şehit” sözcüğünün anlamı “Şahittir” ve bu şehitler inançlarının şahidiydiler. Polikarp şöyle haykırıyordu: “86 yıl efendime hizmet ettim, bana hiç kötülüğü dokunmadı. Şimdi, beni kurtarmış olan Kralıma nasıl lanet ederim?” verilen yargıyı “Tanrıya şükürler olsun!” sözleriyle karşılayan Afrikadaki Scili halkının galeyanıda o ölçüde dokunaklıdır.
Zamanla, yavaş yavaş putperestler arasında, giderek bizzat infazı gerçeklştirenler arasında, bu dikkate değer dayanma gücüne karşı, istemeyerek de olsa, gözle görülür bir hayranlık, bu gücü doğuran inanca gittikçe artan bir ilgi oldu. Hıristiyanlığın ilkelerine karşı, bu arada, akılla çürütücü girişimlerde bulunuldu ve İ.S.170 yıllarında Celsus “gerçek ilke” sini yayımladı. Buna karşı Tertulyanus, Clemens ve Origenes gibi Hıristiyan düşünüşünün önderlerinden yanıtlar geldi. Bu eğitimli zihinler yeni öğretinin getirdiği basit gerçeği değilse bile, ussallığını gösterebiliyorlardı. Üçüncü yüzyılda Hıristiyanlığın tüm konuları, yasaklanmış bir tapınmanın gizlendiği karanlıktan çıkıp sağlıklı bir toplumsal tartışma ortamına girdi.
İ.S.324’te büyük Konstantin İmparator oldu. Bu çok yetenekli devlet adamı İmparatorluğun yaşamaında devrim yapan, imparatorluğun önüne yeni yollar açan iki büyük siyasal etkinliğinden ötürü ileride anılacaktır. Bunlardan biri İstanbul’un kurulması,diğeride Hıristiyanlığın devlet dini olarak da kabul edilmesidir. Gerçekte bu devrimin tam olarak duyumsanması üç yüz yıl sürdü; çünkü Konstantin’in yaptığı iş en azından yeni bir doğu Roma ya da Bizans devleti yaratmaya eşitti.
ANADOLUDA HIRİSTİYANLIĞIN GELİŞMESİ :
Pavlus’un Hıristiyanlığı tanıtmak ve yaymak amacıyla önemli gezilerini Anadoluda yaptığını görmüştük. Bu gezilerde yine çoğunlukla Antakya’da başlıyor ve orada son buluyordu.
Yeni Antlaşmada lçilerin İşleri, mektuplar, vahiy kitaplarında anadoludaki çeşitli yörelere ve topluluklara sık sık göndermeler yapılır. Pavlus mektuplarından Galatyalılar, Efesliler ve Koloseliler olmak üzere Anadoluda yaşayan topluluklara göndermiştir. Galatya Ankara ili ve çevresinin İ.Ö.3.yüzyıldan başlayarak taşıdığı addır. Kolose günümüz Denizli ilinin Honaz ilçesi yakınlarında kalıntıları bulunan antik bir kenttir. Bu mektuplarda başka Anadolu kentlerinin sık sık adları geçer.
Ekümenik konsiller ve Anadolu :
Hıristiyanlıkta Kilise önderleri ve ileri gelenlerinin dinsel öğreti ve kuralları görüşüp karara bağladıkları toplantılara konsil adı veriliyor. Bir konsilin ökümenik sayılması için bütün piskoposların bu toplantılara katılması gerekiyordu. İşte miladın ilk bininci yılında 8 evrensel konsil düzenlenmişti. Bunların hepsi de Türkiye opraklarında gerçekleştirilmişti.
Bu toplantılardan ilkinin eski adıyla Nicea diye bilinen İznik’te toplandığını görüyoruz. Zaten “ökümenik” sözüde 325 yılında toplanan bu konsil için kullanıldı ilk kez. Konsil İmparator 1.Constantinus’un çağrısı üzerine toplanmıştı. Bu toplantı sonucunda İsa’nın sadece bir insan olduğunu savunan Arius’çulara karşı İsa’nın Tanrılığını, babanın oğlu olarak onunla aynı özden geldiğini ileri süren Kutsal Kitap görüşü kabul edildi.
İkinci Konsil Konstantinapolis’te (İstanbul) toplandı. 381 yılında düzenlenen bu konsilden Kutsal Ruh’unda Tanrı sayılması gerektiği, çünkü onunda baba ve oğul’la aynı özü taşıdığı kararı çıktı.
Üçüncü konsil 413 yılında Efes’te toplandı.
Bundan sonra 451 yılında Kalkedon 553, 680 ve 869 yıllarında olmak üzere değişik yüzyıllarda İstanbul’da dört konsil daha toplandığını görmekteyiz. 869 yılındaki konsil ilk bininci yılın son evrensel Kiliseler toplantısı oluyordu aynı zamanda. Ve buradaki tartışmalar doğu ve batı kiliselerinin ayrılmalarıyla sonuçlandı.
Son İstanbul konsilinden önce bir toplantı da II.Nicea(İznik) konsili adıyla İznik’te düzenlenmişti.
Hıristiyan dini miladın ilk bininci yılında düzenlenmiş bulunan 8 konsilde alınan kararlar sonucu ilkelerine kavuşur. Bu kararları onaylayanlar ya da onaylamayanlar da kendi bağımsız Kiliselerini yine bu konsil sonuçlarına dayandırarak kurarlar. Bu 8 evrensel Kilise toplantısının tümünün de Anadoluda yapılmış bulunması, anadolunun Hıristiyanlık açısından ne denli önemli bir yer tuttuğunu açıkça gözler önüne seriyor.
Yuhanna ve Yedi Kilise :
Proğramımız içerisinde Yuhanna Hakkında biraz da olsa bildi vermiştik Yuhanna İsa Mesih’in ölümünden sonra kendisine emanet edilen Meryem ile birlikte Efes’e geldi. Burada zamannının bir çoğunu beki Efes Kilisesinde hizmet ederek geçiriyordu. İsa Mesih’in havarilerinden birisi olarak yaşadıkları hala gözünün önünden gitmiyodu belki. Ama o bütün bu olanlara rağmen hayatını adadığı Rab İsa Mesih’e hizmet etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Kiliseye karşı olan baskılar artmıştı ve Yuhanna’da bütün bu olanlardan nasibini almış sürgüne gönderilmişti. Aslında yuhanna’nın Efes’te çok uzun bir süre kalmadığı yaygın bir kanıdır fakat bu onun Bölge hakkında hiçbir şey bilmediği anlamına gelmiyordu. O Anadoluda geçirdiği zamanını boşa harcamamıştı bölge hakkında büyük bir bilgi birikimine sahip olduğunu biliyoruz. Evet konumuzu fazla dağıtmadan Yuhanna’nın sürgüne gönderildiği dönem o zamanki Hıristiyanların büyük baskılar altında kaldıkları bir dönemdi. Kendisi bugün Efes ve Kuşadasını ziyaret eden dinleyicilerimizinde çok iyi bildikleri Samos adasına sürgüne gönderilmişti. Samos kuşadasında bakıldığı zaman sanki yüzerek gidilecekmişçesine yakın olan bir adadır. Kendisi sürgünde kaldığı zaman zarfında bugün Kutsal Kitabın son bölümü olan Vahiy bölümünü yazmıştır tabi ki Tanrı’nın kendisini yönlendirmesiyle. Anadoluda’ki yedi Kiliseye karşı Tanrının bildirilerini içeren bu bölüm dünya’nın son zamanları hakkında bizlere bilgi vermektedir.
İşte şimdi burada bahsi geçen ve Anadolu’da bulunan yedi Kilise hakkında ve nerelerde bulunduğunu inceleyeceğiz.