Anadolu’nun Türkleşmesi Ve Islamlaşmasinda Tasavvufî Zümre Ve Akimlarin Rolü Nedir ?
On iki ve on üçüncü yüzyıllar Anadolu’da Türkleşme ve İslamlaşmanın gerçekleştiği dönemlerdir. Anadolu’nun Türk ve İslam yurdu haline gelmesinde pek çok etken vardır. Bunlardan biri de tasavvuf ve tasavvufi zümrelerdir. Ahmed Yesevî, Mevlana, Hacı Bektâş-ı Veli ve Yunus Emre gibi sufiler Anadolu insanının hâmîsi hâline gelmişlerdir. Yeseviyye, Mevleviyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Rufâiyye gibi tarikatlar ise zaviyeleri ile Anadolu’nun mamur hâle gelmesinde önemli roller üstlenmişlerdir. Anadolu Müslümanları genelde tasavvufa meyyal zümrelerdir. Zaviyeler Anadolu insanının buhranlı anlarında sığındığı liman hâline gelmiştir. Toprağın işlenmesinde, sanat dallarının gelişmesinde, sosyal barışın sağlanmasında, dinî eğitimin verilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
GİRİŞ
Özel bir sınıflandırma ile on bir, on iki ve on üçüncü yüzyılları, “Selçuklular dönemi” olarak isimlendirmek mümkündür. Tasavvuf tarihinin en dikkate değer safhalarından biri olan bu yüzyıllar, daha sonraki asırların tasavvuf düşüncesini büyük çapta etkisi altında bulunduran Kâdiriyye, Rifâiyye, Mevleviyye, Ekberiyye ve Kübreviyye gibi İslâm dünyasının meşhur tarikat zümrelerinin teşekkül ettiği ve kurucularının yaşadıkları dönemdir. Özellikle tarikatlara ait tasavvufî fikir, âdâb, erkân ve ıstılahların bu asırlar içinde doğup geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesi bir yapılanmanın zirvede bulunduğu bu dönemden sonra, tasavvuf düşüncesi yeni hamleler gerçekleştirememiş ve bu bakımdan tekâmül gösterememiştir.
XII. ve XIII. yüzyıldaki tasavvufî hayatı incelemeye geçmeden önce, Anadolu’da siyasî, iktisadî, içtimaî ve kültürel hayatı tetkik etmek istiyoruz.
A. Siyasî Hayat
Müslümanların Anadolu ile ilk temasları, Hz.Peygamber (s.)’in 628 yılında Heraclius’a gönderdiği mektupla başlamıştır. Hz. Peygamber (s.)’in İstanbul’un fethedileceğine dair müjdesi, Anadolu’nun fethi hareketlerinde itici âmil olmuştur. Abbâsîler döneminde başlayan Arap-Türk münasebetleri sonucu, Türkler, Abbâsîlerin “Hâssa Ordusu”nu teşekkül ettirmiştir. Bilhassa Mu’tasım’dan sonra Irak’taki Türklerin sayısı oldukça artmıştır. İslâm’ı kabul edip cihad aşkına bürünen Mâverâunnehir ve Horasan yöresindeki Türkler, batıya doğru akınlar yaparak, Anadolu içlerine kadar ulaşmayı amaçlamışlardır. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu toprakları, siyasî açıdan önemli değişikliklere sahne olmaya başlamış, bölgeye yerleşen Türkler, sürekli olarak Horasan ve Orta Asya’dan gelen yeni kafilelerle desteklenmişlerdir. Önceleri bağımsız Türkmen grupların başlattığı akınlar, sonraları Selçuklular tarafından, özellikle Anadolu’ya müteveccih olarak 1016-1021 yıllarında yoğunluk kazanmıştır. Çoğu yerde Türkler artık azınlık değil, çoğunluk konumuna gelmişlerdir. Bunun tabii sonucu olarak, Anadolu’nun siyasî gücü Türklerin eline geçmeye başlamıştır.
Tuğrul Bey (ö.456/1063) ve Alparslan (ö.465/1072)’nın komutasında birbiri ardınca sürdürülen fetih hareketleri, 1071’de Alparslan’ın Diyojen’e galip gelmesiyle neticelenmiş, Anadolu’nun tamamının fethi hareketi başlatılmıştır. Fetihler ve iskân politikaları ile başlayan Anadolu’nun Müslümanlaşması, bir bakıma on dördüncü yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir.
Anadolu Selçuklularının en parlak dönemi ise XIII. yüzyılın başlarıdır. Çünkü bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti, siyasî, askerî, İçtimaî, ilmî, fikrî ve iktisadî alanlarda ilerleme göstermiş ve bilhassa I. Alâeddin Keykûbâd’ın saltanatı döneminde (616-635/1219-1237), bu ilerleme en yüksek seviyeye ulaşmıştır1.
I.Alâeddin Keykubâd’ın ölümünden sonra yerine geçen ve şahsî meziyetlere sahip olmayan II.Gıyâseddin Keyhüsrev’in, hükümdar olmasıyla durum değişti, ilerleme devri duraklamaya yüz tuttu. Onun saltanatı döneminde meydana gelen olaylar, Moğol akınları, iç karışıklıklar, saltanat kavgaları Selçuklu saltanatını sarstığı gibi Anadolu’nun siyâsî, İçtimaî ve ilmî hayatında da önemli etkiler bırakmıştır. Yakın doğunun en büyük devleti konumunda bulunmasına rağmen, Anadolu Selçukluları, 640/1243 Kösedağ savaşında, kendisinden sayıca az olan Moğol ordusuna karşı koyamayarak yenildi. Sonraki süreçte Moğollara bağlı bir hâle gelen Selçuklu Devleti’nin idaresi, 676/1277 yılında fiilen İlhanlıların eline geçti2.
Anadolu Selçuklularında ve bütün Anadolu beyliklerinde devlet, hanedan üyelerinin ortak malı sayıldığından, siyasî hâkimiyet bölünüyor ve her hükümdarın ölümü çok defa bir saltanat mücadelesine yol açıyordu3. Devletin ileri görüşlü sultanları askerî seferlerini, ticaret yol ve limanları elde etmek gayesine yöneltmekte, dönemin ticarî ve iktisadî hayatına hâkim konumda bulunmaktaydılar. Selçuklu sultanları deniz ve karada, korsan veya eşkıya saldırısına maruz kalan tüccarların zararlarını hazineden ödemekte ve bir bakıma devlet sigortasını teşekkül ettirmekteydi4. Bu durum dünya ticaret tarihi bakımından oldukça önemli bir noktadır.
B. İçtimaî ve İktisadî Hayat
Bütün Selçuklu tarihi boyunca, Anadolu halkı iki temel gruba ayrılmıştı; Müslümanlar ve Hristiyanlar. Türk-Bizans mücadelesi ile Bizanslıların zayıflaması ve yenilmesi sonucu, Anadolu’daki bir kısım Hristiyanlar göç ederken, diğer bir kısmı ya eski dinî inançlarını sürdürerek ya da ihtida edip Müslümanlaşarak ikametlerini devam ettirmişlerdir. Göç eden Hristiyanların boşalttıkları yerleri dolduran Müslüman Türk zümreleri kendileri için bir takım yeni yerleşim merkezlerini iskâna açmışlardır5.
Anadolu Selçuklu Devletinin içtimaî hayatına şekil kazandıran beşerî unsurları; göçebeler, köylüler ve şehirliler olmak üzere üç grupta toplayabiliriz. On birinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında Anadolu’nun iktisadî hayatına tesir eden değişik etkenler bulunmakla beraber, tarım, ticaret, sanayi ve hayvancılık ülke ekonomisine en parlak dönemini yaşatmakta6, Müslüman halk arasında değişik meslek ve meşrepten insanlar bulunmaktaydı7.
Selçuklu fetih hareketlerinin önemli sonuçlarından biri, Anadolu’nun Müslüman ve Hıristiyan topluluklar arasında bir köprü vazifesi görmesi, dünya ticaret yollarına açılması, ileri ve zengin bir ülke hâline gelmesidir. Selçukluların Anadolu’yu İslâm coğrafyası içine dahil etmesi ve ticarî hayatın önündeki engelleri ortadan kaldırması ile bu ülkenin tarihinde hızlı bir iktisadî gelişme devri başlamıştır. Bununla beraber bir asır kadar süren Bizans saldırıları ve düzenlenen Haçlı seferleri Anadolu’da içtimaî ve iktisadî zayıflığı bir kat daha artırmış ve bu durum 1176 yılına kadar devam etmiştir. Anadolu Selçukluları ve Bizans tarihinde ikinci bir dönüm noktası teşkil eden II. Kılıç arslan’ın bu tarihteki zaferi ile, Anadolu’nun dış emniyeti, iç asayişi, siyasî birliği sağlanmış ve dünya ticaret yollarının Anadolu toprakları üzerinde kesişmesi gerçekleştirilmiştir.
Yolcuların kervansaraylarda hayvanları ile birlikte üç gün meccanî olarak kalması ve yeme içme ihtiyaçlarının karşılanması âdettendi. Yine Anadolu Selçukluları’nın zihniyetine uygun olarak kervansaraylara gelen Müslüman-Hristiyan, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemek verilmesi ve eşit muamele yapılması vakıf şartları arasında kaydedilmekteydi. Büyük sultan ve vezir hanlarında hastalar tedavi edilmekteydi. Kale gibi burçları ve demir kapılarıyla kervansaraylar, aynı zamanda, ticâret eşyaları için güvenilir emanet yerleriydi.
Anadolu iskân edilirken, büyük ve kuvvetli Türkmen aşiretleri muhtelif parçalara ayrılarak birbirinden uzak sahalara gönderilmekte, irsî reislerinin idaresi altındaki herhangi toplu ve kuvvetli etnik bir birliğin isyanı ihtimalleri ortadan kaldırılmakta ve aşiret dayanışması kırılarak millî bütünlük sağlanmakta, memleket huzuru korunmaktaydı.
C. Kültürel Hayat
II. Kılıç Arslan’dan sonra devletin yönetimini üstlenen Anadolu Selçuklu hükümdarlarının hemen hepsi tahsilliydi. Üst düzey İslâmî ve millî duygularla yetiştirilen Anadolu Selçuklu Sultanlarından bazıları Arapça, çoğunluğu Farsça bilmekte ve bu dilde şiirler yazabilmekteydi8. II. Kılıç Arslan’ın öğrenim hayatı görmemesine rağmen, ilim erbabına son derece saygı duymakta ve onlara huzurunda münazaralar yaptırmaktaydı9. Oğlu Keyhüsrev’in en yakın dostu, devrin ünlü bilginlerinden Necmeddin İshak idi. II. Kılıç Arslan’dan itibaren tüm Selçuklu hükümdarları medrese yapımına özel ihtimam göstermekteydi. Anadolu Selçuklu devletinde ilk medreselerin kuruluşu siyasî istikrarın sağlanıp kültürel etkinliklerin yürütülmeye başladığı II. Kılıç Arslan devrine rastlamaktadır. II. Kılıç Arslan biri Konya, diğeri Aksaray’da olmak üzere iki medrese yaptırırken, emirlerinden Altun Aba da, Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Aksaray medresesinden yetişen bilginler, on dördüncü yüzyılda Suriye ve Mısır’da büyük bir itibar görürken, Anadolu kasabaları kurulan medreselerle birer kültür coğrafyası hâline getirilmeye çalışılmıştır10. Bu medreselerde programların esasını, İslâm dünyasının diğer medreselerinde olduğu gibi, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri teşkil etmekteydi.
Selçuklular döneminde İslâmî ilimler kadar tıbba da çok önem verilmekte ve hemen her şehirde Daru’ş-Şifa, Dâru’l-Afiye ve Dâru’s-Sıhha gibi adlarla anılan hastaneler inşa edilmekteydi11. Bu hastanelerin birçoğunda birden fazla hekim bulunmakta ve tıp tahsili hastanelerde uygulamalı bir tarzda gerçekleşmekteydi. Ayrıca şehirlerde eczaneler bulunmakta, buralarda Hindistan’dan getirilen tıbbî bitkilere rastlanmaktaydı.
On üçüncü yüzyılda Konya, Kayseri, Sivas, Aksaray, Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Ankara ve Erzurum önemli birer kültür merkezi konumundaydı. Bu kültür merkezlerinin hâmîsi bulunan Anadolu Selçuklu hükümdarları, yalnız birer kahraman asker olmalarıyla değil, kültür sahasındaki temayülleriyle de temayüz etmekteydiler12.
XIII. ve XIV. asırlarda Anadolu ve İran’da yaşayanların büyük çoğunluğunun sünnî Müslüman olduğu kesindir. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesini benimsemiş olduklarından, sünnî itikadı korudukları gibi bu itikadın yayılması için de son derece büyük gayret sarf etmişlerdir13. Anadolu’da daha çok sünnîliğin Hanefîlik kolu, Doğu bölgelerinde ise kısmen Şâfiilik yaygındı; eğitim ve öğretim alanında bilhassa hukûkî sahada birincisi hâkim durumdaydı14. Hükümdarlar Türk, Arap ve Fars menşeli din ve ilim adamlarını, tasavvuf erbabını etraflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak için gerekli maddî ve manevî imkânları ellerinden geldiği ölçüde hazırlıyorlardı. Örneğin, Anadolu Selçukluları zamanında İran’dan ve Arap memleketlerinden gelip Anadolu’ya yerleşen ulema arasında Abdulmecid b. İsmail el-Herevî (ö.537/1142), Muhammed Telekânî (ö.639/1217), Yusuf b. Said es-Sicistânî (ö.639/1241) ve Ömer el-Ebherî (ö.663/1265) gibi isimler sayılabilir. Sökmenliler zamanında Ahlat’ta fıkıh alimi Abdussamed b. Abdurrahman (ö.540/1145) çok tanınmaktaydı. Ayrıca Anadolu medreselerinde yetişmiş olup çeşitli Arap memleketlerine giderek oralarda yerleşen Türk alimleri de vardı.
Anadolu Selçukluları da, Büyük Selçuklular gibi, Arapça’yı ilim dili, Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmaktaydılar. Anadolu’nun siyasal ve kültürel hayatında İran kültür ve geleneğinin etkili olduğu bir gerçektir. Bu nedenle, Selçuklu sultanları, Keykubâd, Keyhüsrev, Keykâvus gibi eski İran törelerinden alınmış unvanları kullanmakta, İran edebiyatına yoğun ilgi göstermekte, idârî işlerin birçoğu İran asıllı kimseler tarafından yürütülmekteydi15. Bununla birlikte, Türkçe de halk arasında, ordu ve sarayda geçerli bir dil konumundaydı16.
D.Tasavvufî Hayat
Fethin tamamlanması ve Anadolu Selçuklu Devletinin kurulması Anadolu’da siyâsî ve içtimaî hayatın sağlam bir zemine oturmasına yol açmıştır. Genç ve dinamik Anadolu Selçuklu devleti, bölgeyi Türkler için yeni vatan ittihaz etmiş ve burasını kültür coğrafyası konumuna büründürmüştür. XI. yüzyılın sonlarından itibaren kısa zamanda göçebe Türkmen kafileleri Türkistan ve Horasan yöresinden kalkıp Anadolu’ya gelmiştir. Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden batı istikametinde Anadolu’ya kitleler hâlinde göç eden zümreler arasında çok sayıda mutasavvıf, âlim ve sanatkâr bulunmaktaydı17. Bu kültür transferi ile XIII. yüzyıl Türk millî kültürü yeni bir oluşum safhasına girdi.
Göçebe Türkmen kafileleri Anadolu topraklarına yayılırken, hemen hemen aynı tarihlerde stratejik önemi bulunan bazı noktalara tekkesini kurup irşada koyulan şeyh ve kolonizatör dervişler de Anadolu’yu bir ağ gibi sarmaya başladılar18. Onların olumlu katkıları sonucu, bir yandan Anadolu’da Türk devletinin teşekkülü sağlam temellere oturtulurken diğer yandan İslâm’ın yayılması, milli birlik ve bütünlüğün muhafazası gerçekleştirilmekteydi. Şehir ve kasabalara yerleşen tarikat zümreleri, başta bürokrat ve entelektüel zümreler olmak üzere halk kitleleri ile yakın temas kurmaktaydılar. Tarikat zümreleri gibi medrese ve diğer içtimaî müesseselerin de daha çok şehirlerde yoğunlaşması, şehir halklarının göçebe ve köy halklarına oranla daha yüksek dinî kültüre sahip bulunması sonucunu doğuruyordu. Şehir merkezlerinden uzak muhitlerde ikamet eden ve dinî bilgileri oldukça zayıf, ananelerine son derece bağlı Türkmenler ise, kendilerinden olan şeyh ve dervişleri örnek almakta ve hayatlarını onların direktifleri doğrultusunda idame ettirmekteydi19.
Anadolu’da XIII. yüzyılda faaliyet yürüten mutasavvıflar arasında, Konya’da Evhâdüddîn-i Kirmânî (ö.635/1237), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273), Şems-i Tebrîzî, İbn-i Arabî (ö.638/1240), ve onun en önde gelen temsilcisi Sadreddin-i Konevî ((ö.673/1274), Sadreddin-i Konevî’nin müridlerinden ve Şeyh-i Ekber’in bazı musannefatını şerheden Müeyyedüddin Cendî (ö.691/1292) ile İbnü’l-Fâriz (ö.632/1235)’in Kasîde-i Tâiye’sine şerh yazan Sadeddin-i Fergânî ((ö.699/1300), Mağribli Afîfüddin Tilimsânî; Tokat’ta kendi mürid ve müntesibi Muînüddin Pervâne’nin yaptırdığı hangâhta irşad faaliyetini sürdüren Lemeât sahibi Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289); Kayseri ve Sivas’ta Mirsâdü’l-İbâd müellifi Necmuddîn-i Dâye (ö.654/1256); Kırşehir’de Ahî Evrân (ö.660/1261) ve mutasavvıf bir halk ozanı olan Yunus Emre (ö.720/1320)’yi sayabiliriz20.
Orta Asya’da başlayan İslâmî Türk Edebiyatı ve yazı dili an’anesi Anadolu’ya intikal etmemiş ve ancak didaktik gayelerle başlayan Türk yazı dili on üçüncü asırda Türk Edebiyatının doğmasına ve Beylikler devrinde inkişafına imkan vermiştir. Bununla beraber Battal Gazi ve Danişmend Gazi destanları Gaziler ve Oğuz-name, Dede Korkut hikayeleri de göçebeler arasında Türkçe şifahi bir edebiyat olarak on ikinci asırdan beri yaşamaktaydı21. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli başlı yazılı eserler muvacehesinde talim olunan bir ilim hâline geldi. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi’nin Füsûs’u, Konevî’nin ona yazdığı Fükûk’u, Fahreddîn Irâkî’nin Lemeât’ı, İbnu’l-Fârid (ö.632/1234)’in Dîvân’ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir22.
XIII. yüzyılda Moğol akınlarıyla yıpranan Selçuklu Devleti’nin yerini beylikler alırken, devletin resmî dil kabul ettiği Farsça’nın yerini beyliklerde yerli dil olan Türkçe almaya başlamıştır. Eserleri Farsça olmasına rağmen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bile Türkçe sözler, terkipler kullanmış, mülemma beyitler ve şiirler yazmıştır. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (ö.712/1312)’in divan ve mesnevîsinden derlenen Türkçe beyitler ayrı bir divan meydana getirecek kadar çoktur23. Bunların yanı sıra Konya ve Orta Anadolu şehirlerinde Ahmed Fakih, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud ve Seyyad Hamza gibi sûfî şairler, sadece Türkçe’yi kullanmaktaydılar. Hele Yunus Emre’nin büyük edebî kudreti ve tasavvufî aşkı ile Türkçe en güzel örnekleriyle Anadolu’da yaşayan bir dil hâline geldi.
Özellikle şehir merkezlerinde Farsça bilen zümrelere aynı dille hitap eden eserler yanında, Türkçe konuşan halk tabakalarına tasavvuf fikriyatını Türk diliyle yayma gayesini güden dinî ve tasavvufî eserler Türk edebiyatı yapıtlarını ortaya koymuştur. Böylece XIII. yüzyılın ilk yarısı içinde, doğrudan doğruya Farsça bilmeyen bir kitleyi irşad etmeyi gaye edinen Türk tasavvuf edebiyatının doğuşuna şahit olunur. Oğuz Türkçe’sinin Anadolu’daki ilk şairlerinden biri sayabileceğimiz Horasanlı Ahmed Fakih (ö.618/1221 veya 650/1252)’in Çarhnâme’si bu edebiyatın günümüze gelebilmiş en eski örneğidir24.
XIII. yüzyıl tekke edebiyatının Anadolu’daki en güçlü temsilcisi Yunus Emre (ö.720/1320)’dir.
Orta Asya’da, Ahmed-i Yesevî ve dervişlerinin “hikmet”leriyle başlayan çığırı Anadolu’da
devam ettiren Yunus, klasik tasavvuf terminolojisini Türkçeleştirmiştir. Şiirlerindeki tabiî ve
âşikâne edâ, ondaki edebî yapıyı hissettirmeyecek kadar gelişmiştir. Yunus tasavvufî
düşünceyi, İslâmî ve insanî değerleri en güzel şekilde sunabilmek için işlemiş, bunları
anlatırken kendi öz dilini ve terminolojisini kullanmıştır. Dili en sade bir biçimde kullandığı
hâlde yüksek bir tefekküre ulaşmıştır. Şiirleri şekil ve muhteva bakımından millî ve İslâmî
yapıyı birlikte yansıtmıştır25. Anadolu Tekke edebiyatına büyük tesirleri bulunan Yunus’un
söyleyiş tarzı, bu asırdan itibaren Anadolu insanı için ideal olarak benimsenmiştir. Hatta bizzat
Yunus’un ismini ve “Emre” unvanını kullanan şairler vardır. Bir çok derviş onun söyleyişine
hayranlık duyarak, halk dili ve hece vezniyle ilahiler yazmıştır. XIV. yüzyılın sonları ile XV.
yüzyılın ilk yarısında yaşayan Kaygusuz Abdal26, Yunus Emre’nin önde gelen takipçisi ve
Tekke edebiyatının en mühim şahsiyetlerindendir27.
On iki ve on üçüncü yüzyıllar Anadolu’da Türkleşme ve İslamlaşmanın gerçekleştiği dönemlerdir. Anadolu’nun Türk ve İslam yurdu haline gelmesinde pek çok etken vardır. Bunlardan biri de tasavvuf ve tasavvufi zümrelerdir. Ahmed Yesevî, Mevlana, Hacı Bektâş-ı Veli ve Yunus Emre gibi sufiler Anadolu insanının hâmîsi hâline gelmişlerdir. Yeseviyye, Mevleviyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Rufâiyye gibi tarikatlar ise zaviyeleri ile Anadolu’nun mamur hâle gelmesinde önemli roller üstlenmişlerdir. Anadolu Müslümanları genelde tasavvufa meyyal zümrelerdir. Zaviyeler Anadolu insanının buhranlı anlarında sığındığı liman hâline gelmiştir. Toprağın işlenmesinde, sanat dallarının gelişmesinde, sosyal barışın sağlanmasında, dinî eğitimin verilmesinde önemli roller üstlenmişlerdir.
GİRİŞ
Özel bir sınıflandırma ile on bir, on iki ve on üçüncü yüzyılları, “Selçuklular dönemi” olarak isimlendirmek mümkündür. Tasavvuf tarihinin en dikkate değer safhalarından biri olan bu yüzyıllar, daha sonraki asırların tasavvuf düşüncesini büyük çapta etkisi altında bulunduran Kâdiriyye, Rifâiyye, Mevleviyye, Ekberiyye ve Kübreviyye gibi İslâm dünyasının meşhur tarikat zümrelerinin teşekkül ettiği ve kurucularının yaşadıkları dönemdir. Özellikle tarikatlara ait tasavvufî fikir, âdâb, erkân ve ıstılahların bu asırlar içinde doğup geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesi bir yapılanmanın zirvede bulunduğu bu dönemden sonra, tasavvuf düşüncesi yeni hamleler gerçekleştirememiş ve bu bakımdan tekâmül gösterememiştir.
XII. ve XIII. yüzyıldaki tasavvufî hayatı incelemeye geçmeden önce, Anadolu’da siyasî, iktisadî, içtimaî ve kültürel hayatı tetkik etmek istiyoruz.
A. Siyasî Hayat
Müslümanların Anadolu ile ilk temasları, Hz.Peygamber (s.)’in 628 yılında Heraclius’a gönderdiği mektupla başlamıştır. Hz. Peygamber (s.)’in İstanbul’un fethedileceğine dair müjdesi, Anadolu’nun fethi hareketlerinde itici âmil olmuştur. Abbâsîler döneminde başlayan Arap-Türk münasebetleri sonucu, Türkler, Abbâsîlerin “Hâssa Ordusu”nu teşekkül ettirmiştir. Bilhassa Mu’tasım’dan sonra Irak’taki Türklerin sayısı oldukça artmıştır. İslâm’ı kabul edip cihad aşkına bürünen Mâverâunnehir ve Horasan yöresindeki Türkler, batıya doğru akınlar yaparak, Anadolu içlerine kadar ulaşmayı amaçlamışlardır. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu toprakları, siyasî açıdan önemli değişikliklere sahne olmaya başlamış, bölgeye yerleşen Türkler, sürekli olarak Horasan ve Orta Asya’dan gelen yeni kafilelerle desteklenmişlerdir. Önceleri bağımsız Türkmen grupların başlattığı akınlar, sonraları Selçuklular tarafından, özellikle Anadolu’ya müteveccih olarak 1016-1021 yıllarında yoğunluk kazanmıştır. Çoğu yerde Türkler artık azınlık değil, çoğunluk konumuna gelmişlerdir. Bunun tabii sonucu olarak, Anadolu’nun siyasî gücü Türklerin eline geçmeye başlamıştır.
Tuğrul Bey (ö.456/1063) ve Alparslan (ö.465/1072)’nın komutasında birbiri ardınca sürdürülen fetih hareketleri, 1071’de Alparslan’ın Diyojen’e galip gelmesiyle neticelenmiş, Anadolu’nun tamamının fethi hareketi başlatılmıştır. Fetihler ve iskân politikaları ile başlayan Anadolu’nun Müslümanlaşması, bir bakıma on dördüncü yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir.
Anadolu Selçuklularının en parlak dönemi ise XIII. yüzyılın başlarıdır. Çünkü bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti, siyasî, askerî, İçtimaî, ilmî, fikrî ve iktisadî alanlarda ilerleme göstermiş ve bilhassa I. Alâeddin Keykûbâd’ın saltanatı döneminde (616-635/1219-1237), bu ilerleme en yüksek seviyeye ulaşmıştır1.
I.Alâeddin Keykubâd’ın ölümünden sonra yerine geçen ve şahsî meziyetlere sahip olmayan II.Gıyâseddin Keyhüsrev’in, hükümdar olmasıyla durum değişti, ilerleme devri duraklamaya yüz tuttu. Onun saltanatı döneminde meydana gelen olaylar, Moğol akınları, iç karışıklıklar, saltanat kavgaları Selçuklu saltanatını sarstığı gibi Anadolu’nun siyâsî, İçtimaî ve ilmî hayatında da önemli etkiler bırakmıştır. Yakın doğunun en büyük devleti konumunda bulunmasına rağmen, Anadolu Selçukluları, 640/1243 Kösedağ savaşında, kendisinden sayıca az olan Moğol ordusuna karşı koyamayarak yenildi. Sonraki süreçte Moğollara bağlı bir hâle gelen Selçuklu Devleti’nin idaresi, 676/1277 yılında fiilen İlhanlıların eline geçti2.
Anadolu Selçuklularında ve bütün Anadolu beyliklerinde devlet, hanedan üyelerinin ortak malı sayıldığından, siyasî hâkimiyet bölünüyor ve her hükümdarın ölümü çok defa bir saltanat mücadelesine yol açıyordu3. Devletin ileri görüşlü sultanları askerî seferlerini, ticaret yol ve limanları elde etmek gayesine yöneltmekte, dönemin ticarî ve iktisadî hayatına hâkim konumda bulunmaktaydılar. Selçuklu sultanları deniz ve karada, korsan veya eşkıya saldırısına maruz kalan tüccarların zararlarını hazineden ödemekte ve bir bakıma devlet sigortasını teşekkül ettirmekteydi4. Bu durum dünya ticaret tarihi bakımından oldukça önemli bir noktadır.
B. İçtimaî ve İktisadî Hayat
Bütün Selçuklu tarihi boyunca, Anadolu halkı iki temel gruba ayrılmıştı; Müslümanlar ve Hristiyanlar. Türk-Bizans mücadelesi ile Bizanslıların zayıflaması ve yenilmesi sonucu, Anadolu’daki bir kısım Hristiyanlar göç ederken, diğer bir kısmı ya eski dinî inançlarını sürdürerek ya da ihtida edip Müslümanlaşarak ikametlerini devam ettirmişlerdir. Göç eden Hristiyanların boşalttıkları yerleri dolduran Müslüman Türk zümreleri kendileri için bir takım yeni yerleşim merkezlerini iskâna açmışlardır5.
Anadolu Selçuklu Devletinin içtimaî hayatına şekil kazandıran beşerî unsurları; göçebeler, köylüler ve şehirliler olmak üzere üç grupta toplayabiliriz. On birinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında Anadolu’nun iktisadî hayatına tesir eden değişik etkenler bulunmakla beraber, tarım, ticaret, sanayi ve hayvancılık ülke ekonomisine en parlak dönemini yaşatmakta6, Müslüman halk arasında değişik meslek ve meşrepten insanlar bulunmaktaydı7.
Selçuklu fetih hareketlerinin önemli sonuçlarından biri, Anadolu’nun Müslüman ve Hıristiyan topluluklar arasında bir köprü vazifesi görmesi, dünya ticaret yollarına açılması, ileri ve zengin bir ülke hâline gelmesidir. Selçukluların Anadolu’yu İslâm coğrafyası içine dahil etmesi ve ticarî hayatın önündeki engelleri ortadan kaldırması ile bu ülkenin tarihinde hızlı bir iktisadî gelişme devri başlamıştır. Bununla beraber bir asır kadar süren Bizans saldırıları ve düzenlenen Haçlı seferleri Anadolu’da içtimaî ve iktisadî zayıflığı bir kat daha artırmış ve bu durum 1176 yılına kadar devam etmiştir. Anadolu Selçukluları ve Bizans tarihinde ikinci bir dönüm noktası teşkil eden II. Kılıç arslan’ın bu tarihteki zaferi ile, Anadolu’nun dış emniyeti, iç asayişi, siyasî birliği sağlanmış ve dünya ticaret yollarının Anadolu toprakları üzerinde kesişmesi gerçekleştirilmiştir.
Yolcuların kervansaraylarda hayvanları ile birlikte üç gün meccanî olarak kalması ve yeme içme ihtiyaçlarının karşılanması âdettendi. Yine Anadolu Selçukluları’nın zihniyetine uygun olarak kervansaraylara gelen Müslüman-Hristiyan, zengin-fakir, hür-köle bütün misafirlere aynı yemek verilmesi ve eşit muamele yapılması vakıf şartları arasında kaydedilmekteydi. Büyük sultan ve vezir hanlarında hastalar tedavi edilmekteydi. Kale gibi burçları ve demir kapılarıyla kervansaraylar, aynı zamanda, ticâret eşyaları için güvenilir emanet yerleriydi.
Anadolu iskân edilirken, büyük ve kuvvetli Türkmen aşiretleri muhtelif parçalara ayrılarak birbirinden uzak sahalara gönderilmekte, irsî reislerinin idaresi altındaki herhangi toplu ve kuvvetli etnik bir birliğin isyanı ihtimalleri ortadan kaldırılmakta ve aşiret dayanışması kırılarak millî bütünlük sağlanmakta, memleket huzuru korunmaktaydı.
C. Kültürel Hayat
II. Kılıç Arslan’dan sonra devletin yönetimini üstlenen Anadolu Selçuklu hükümdarlarının hemen hepsi tahsilliydi. Üst düzey İslâmî ve millî duygularla yetiştirilen Anadolu Selçuklu Sultanlarından bazıları Arapça, çoğunluğu Farsça bilmekte ve bu dilde şiirler yazabilmekteydi8. II. Kılıç Arslan’ın öğrenim hayatı görmemesine rağmen, ilim erbabına son derece saygı duymakta ve onlara huzurunda münazaralar yaptırmaktaydı9. Oğlu Keyhüsrev’in en yakın dostu, devrin ünlü bilginlerinden Necmeddin İshak idi. II. Kılıç Arslan’dan itibaren tüm Selçuklu hükümdarları medrese yapımına özel ihtimam göstermekteydi. Anadolu Selçuklu devletinde ilk medreselerin kuruluşu siyasî istikrarın sağlanıp kültürel etkinliklerin yürütülmeye başladığı II. Kılıç Arslan devrine rastlamaktadır. II. Kılıç Arslan biri Konya, diğeri Aksaray’da olmak üzere iki medrese yaptırırken, emirlerinden Altun Aba da, Konya’da bir medrese yaptırmıştır. Aksaray medresesinden yetişen bilginler, on dördüncü yüzyılda Suriye ve Mısır’da büyük bir itibar görürken, Anadolu kasabaları kurulan medreselerle birer kültür coğrafyası hâline getirilmeye çalışılmıştır10. Bu medreselerde programların esasını, İslâm dünyasının diğer medreselerinde olduğu gibi, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri teşkil etmekteydi.
Selçuklular döneminde İslâmî ilimler kadar tıbba da çok önem verilmekte ve hemen her şehirde Daru’ş-Şifa, Dâru’l-Afiye ve Dâru’s-Sıhha gibi adlarla anılan hastaneler inşa edilmekteydi11. Bu hastanelerin birçoğunda birden fazla hekim bulunmakta ve tıp tahsili hastanelerde uygulamalı bir tarzda gerçekleşmekteydi. Ayrıca şehirlerde eczaneler bulunmakta, buralarda Hindistan’dan getirilen tıbbî bitkilere rastlanmaktaydı.
On üçüncü yüzyılda Konya, Kayseri, Sivas, Aksaray, Kırşehir, Amasya, Niğde, Tokat, Niksar, Ankara ve Erzurum önemli birer kültür merkezi konumundaydı. Bu kültür merkezlerinin hâmîsi bulunan Anadolu Selçuklu hükümdarları, yalnız birer kahraman asker olmalarıyla değil, kültür sahasındaki temayülleriyle de temayüz etmekteydiler12.
XIII. ve XIV. asırlarda Anadolu ve İran’da yaşayanların büyük çoğunluğunun sünnî Müslüman olduğu kesindir. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesini benimsemiş olduklarından, sünnî itikadı korudukları gibi bu itikadın yayılması için de son derece büyük gayret sarf etmişlerdir13. Anadolu’da daha çok sünnîliğin Hanefîlik kolu, Doğu bölgelerinde ise kısmen Şâfiilik yaygındı; eğitim ve öğretim alanında bilhassa hukûkî sahada birincisi hâkim durumdaydı14. Hükümdarlar Türk, Arap ve Fars menşeli din ve ilim adamlarını, tasavvuf erbabını etraflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak için gerekli maddî ve manevî imkânları ellerinden geldiği ölçüde hazırlıyorlardı. Örneğin, Anadolu Selçukluları zamanında İran’dan ve Arap memleketlerinden gelip Anadolu’ya yerleşen ulema arasında Abdulmecid b. İsmail el-Herevî (ö.537/1142), Muhammed Telekânî (ö.639/1217), Yusuf b. Said es-Sicistânî (ö.639/1241) ve Ömer el-Ebherî (ö.663/1265) gibi isimler sayılabilir. Sökmenliler zamanında Ahlat’ta fıkıh alimi Abdussamed b. Abdurrahman (ö.540/1145) çok tanınmaktaydı. Ayrıca Anadolu medreselerinde yetişmiş olup çeşitli Arap memleketlerine giderek oralarda yerleşen Türk alimleri de vardı.
Anadolu Selçukluları da, Büyük Selçuklular gibi, Arapça’yı ilim dili, Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak kullanmaktaydılar. Anadolu’nun siyasal ve kültürel hayatında İran kültür ve geleneğinin etkili olduğu bir gerçektir. Bu nedenle, Selçuklu sultanları, Keykubâd, Keyhüsrev, Keykâvus gibi eski İran törelerinden alınmış unvanları kullanmakta, İran edebiyatına yoğun ilgi göstermekte, idârî işlerin birçoğu İran asıllı kimseler tarafından yürütülmekteydi15. Bununla birlikte, Türkçe de halk arasında, ordu ve sarayda geçerli bir dil konumundaydı16.
D.Tasavvufî Hayat
Fethin tamamlanması ve Anadolu Selçuklu Devletinin kurulması Anadolu’da siyâsî ve içtimaî hayatın sağlam bir zemine oturmasına yol açmıştır. Genç ve dinamik Anadolu Selçuklu devleti, bölgeyi Türkler için yeni vatan ittihaz etmiş ve burasını kültür coğrafyası konumuna büründürmüştür. XI. yüzyılın sonlarından itibaren kısa zamanda göçebe Türkmen kafileleri Türkistan ve Horasan yöresinden kalkıp Anadolu’ya gelmiştir. Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden batı istikametinde Anadolu’ya kitleler hâlinde göç eden zümreler arasında çok sayıda mutasavvıf, âlim ve sanatkâr bulunmaktaydı17. Bu kültür transferi ile XIII. yüzyıl Türk millî kültürü yeni bir oluşum safhasına girdi.
Göçebe Türkmen kafileleri Anadolu topraklarına yayılırken, hemen hemen aynı tarihlerde stratejik önemi bulunan bazı noktalara tekkesini kurup irşada koyulan şeyh ve kolonizatör dervişler de Anadolu’yu bir ağ gibi sarmaya başladılar18. Onların olumlu katkıları sonucu, bir yandan Anadolu’da Türk devletinin teşekkülü sağlam temellere oturtulurken diğer yandan İslâm’ın yayılması, milli birlik ve bütünlüğün muhafazası gerçekleştirilmekteydi. Şehir ve kasabalara yerleşen tarikat zümreleri, başta bürokrat ve entelektüel zümreler olmak üzere halk kitleleri ile yakın temas kurmaktaydılar. Tarikat zümreleri gibi medrese ve diğer içtimaî müesseselerin de daha çok şehirlerde yoğunlaşması, şehir halklarının göçebe ve köy halklarına oranla daha yüksek dinî kültüre sahip bulunması sonucunu doğuruyordu. Şehir merkezlerinden uzak muhitlerde ikamet eden ve dinî bilgileri oldukça zayıf, ananelerine son derece bağlı Türkmenler ise, kendilerinden olan şeyh ve dervişleri örnek almakta ve hayatlarını onların direktifleri doğrultusunda idame ettirmekteydi19.
Anadolu’da XIII. yüzyılda faaliyet yürüten mutasavvıflar arasında, Konya’da Evhâdüddîn-i Kirmânî (ö.635/1237), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273), Şems-i Tebrîzî, İbn-i Arabî (ö.638/1240), ve onun en önde gelen temsilcisi Sadreddin-i Konevî ((ö.673/1274), Sadreddin-i Konevî’nin müridlerinden ve Şeyh-i Ekber’in bazı musannefatını şerheden Müeyyedüddin Cendî (ö.691/1292) ile İbnü’l-Fâriz (ö.632/1235)’in Kasîde-i Tâiye’sine şerh yazan Sadeddin-i Fergânî ((ö.699/1300), Mağribli Afîfüddin Tilimsânî; Tokat’ta kendi mürid ve müntesibi Muînüddin Pervâne’nin yaptırdığı hangâhta irşad faaliyetini sürdüren Lemeât sahibi Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289); Kayseri ve Sivas’ta Mirsâdü’l-İbâd müellifi Necmuddîn-i Dâye (ö.654/1256); Kırşehir’de Ahî Evrân (ö.660/1261) ve mutasavvıf bir halk ozanı olan Yunus Emre (ö.720/1320)’yi sayabiliriz20.
Orta Asya’da başlayan İslâmî Türk Edebiyatı ve yazı dili an’anesi Anadolu’ya intikal etmemiş ve ancak didaktik gayelerle başlayan Türk yazı dili on üçüncü asırda Türk Edebiyatının doğmasına ve Beylikler devrinde inkişafına imkan vermiştir. Bununla beraber Battal Gazi ve Danişmend Gazi destanları Gaziler ve Oğuz-name, Dede Korkut hikayeleri de göçebeler arasında Türkçe şifahi bir edebiyat olarak on ikinci asırdan beri yaşamaktaydı21. Tasavvuf bir hâl ilmi olmakla birlikte, bu dönemde belli başlı yazılı eserler muvacehesinde talim olunan bir ilim hâline geldi. Bu dönemde kaleme alınan İbn Arabi’nin Füsûs’u, Konevî’nin ona yazdığı Fükûk’u, Fahreddîn Irâkî’nin Lemeât’ı, İbnu’l-Fârid (ö.632/1234)’in Dîvân’ı tefekkür tarafı ağır basan, tasavvuf düşüncesini zengin kavramlarla açıklayan eserler olarak ilgi çekmektedir22.
XIII. yüzyılda Moğol akınlarıyla yıpranan Selçuklu Devleti’nin yerini beylikler alırken, devletin resmî dil kabul ettiği Farsça’nın yerini beyliklerde yerli dil olan Türkçe almaya başlamıştır. Eserleri Farsça olmasına rağmen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bile Türkçe sözler, terkipler kullanmış, mülemma beyitler ve şiirler yazmıştır. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (ö.712/1312)’in divan ve mesnevîsinden derlenen Türkçe beyitler ayrı bir divan meydana getirecek kadar çoktur23. Bunların yanı sıra Konya ve Orta Anadolu şehirlerinde Ahmed Fakih, Hoca Dehhanî, Hoca Mesud ve Seyyad Hamza gibi sûfî şairler, sadece Türkçe’yi kullanmaktaydılar. Hele Yunus Emre’nin büyük edebî kudreti ve tasavvufî aşkı ile Türkçe en güzel örnekleriyle Anadolu’da yaşayan bir dil hâline geldi.
Özellikle şehir merkezlerinde Farsça bilen zümrelere aynı dille hitap eden eserler yanında, Türkçe konuşan halk tabakalarına tasavvuf fikriyatını Türk diliyle yayma gayesini güden dinî ve tasavvufî eserler Türk edebiyatı yapıtlarını ortaya koymuştur. Böylece XIII. yüzyılın ilk yarısı içinde, doğrudan doğruya Farsça bilmeyen bir kitleyi irşad etmeyi gaye edinen Türk tasavvuf edebiyatının doğuşuna şahit olunur. Oğuz Türkçe’sinin Anadolu’daki ilk şairlerinden biri sayabileceğimiz Horasanlı Ahmed Fakih (ö.618/1221 veya 650/1252)’in Çarhnâme’si bu edebiyatın günümüze gelebilmiş en eski örneğidir24.
XIII. yüzyıl tekke edebiyatının Anadolu’daki en güçlü temsilcisi Yunus Emre (ö.720/1320)’dir.
Orta Asya’da, Ahmed-i Yesevî ve dervişlerinin “hikmet”leriyle başlayan çığırı Anadolu’da
devam ettiren Yunus, klasik tasavvuf terminolojisini Türkçeleştirmiştir. Şiirlerindeki tabiî ve
âşikâne edâ, ondaki edebî yapıyı hissettirmeyecek kadar gelişmiştir. Yunus tasavvufî
düşünceyi, İslâmî ve insanî değerleri en güzel şekilde sunabilmek için işlemiş, bunları
anlatırken kendi öz dilini ve terminolojisini kullanmıştır. Dili en sade bir biçimde kullandığı
hâlde yüksek bir tefekküre ulaşmıştır. Şiirleri şekil ve muhteva bakımından millî ve İslâmî
yapıyı birlikte yansıtmıştır25. Anadolu Tekke edebiyatına büyük tesirleri bulunan Yunus’un
söyleyiş tarzı, bu asırdan itibaren Anadolu insanı için ideal olarak benimsenmiştir. Hatta bizzat
Yunus’un ismini ve “Emre” unvanını kullanan şairler vardır. Bir çok derviş onun söyleyişine
hayranlık duyarak, halk dili ve hece vezniyle ilahiler yazmıştır. XIV. yüzyılın sonları ile XV.
yüzyılın ilk yarısında yaşayan Kaygusuz Abdal26, Yunus Emre’nin önde gelen takipçisi ve
Tekke edebiyatının en mühim şahsiyetlerindendir27.