cumhuriyet devrinde türk dilinin gelişimi hakkında - cumhuriyet yıllarında türk dili üzerine yapılan çalışmalar - Atatürk’ün türk dili ile ilgili yaptığı yenilikler
Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Türk dilinin gelişimi ile ilgili yaptığı çalışmaları ve bu çalışmaların sonuçları;
Dildeki sadeleşme hareketlerinin hiçbiri de planlı ve programlı bir devlet politikasına bağlanmış değildi. Yalnızca edebi görüş ve tutumların ürünü idi. Gerçi, planlı ve programlı “Yeni Lisan” hareketiyle Türkçe millileşme bakımından epey yol almış sayılabilirdi. Ancak devrin fikriyatını yapan Ziya Gökalp’in ve Ömer Seyfeddin’in ısrarla belirttikleri gibi, daha dilde Türkçe’nin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kalıplı kelimeler, yabancı ekler, yabancı kelime, ek ve edatlar ile kurulmuş isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfat ve zarfların sayısı hayli kabarık ve düzeltilmeye muhtaçtı. Genel dil dışında; bilim dili, kanun dili ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. O güne kadar dili bir dil bilimi yöntemi ile inceleyen eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil inkılabı, özü itibariyle, çağdaş değerler içinde bir kültür davası olarak ele alınmalıydı. Bunun gerçekleştirilmesi içinde bilimsel temelde çok yönlü ve kapsamlı bir programa bağlanması gerekiyordu. Bu bakımdan dil inkılabının dayandığı fikir temelini:
1-Yabancı etkiler altında benliğini kaybetmiş olan dilimizin millileştirilmesi, ona kendi yapı ve işleyişine uygun bir gelişme yolunun çizilmesi,
2-Bilimsel yollar ile incelenerek aslındaki güzelliğin ve tarihi zenginliğin ortaya konması,
3-Türkçe’mize, kelime türetme ve terim yapma imkanları bakımından işleklik kazandırılarak, uzun vadede zengin bir kültür dili durumuna getirilmesi, şeklinde üç ana ilkede özetleyebiliriz.
Atatürk, Türk dilini yönlendirmek üzere verdiği direktiflerde, sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek, dil ile millet ve dil ile kültür arasındaki bağı hep ön planda tutmuştur. Çünkü, dil ile toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan millet arasında çok sıkı bir manevi bağ vardı. Bir topluluğun millet niteliğini kazanabilmesi, her şeyden önce o millete has gelişmiş milli bir dilin varlığına bağlıydı. Dil bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplumsal akışı ile birlikte yol aldığından, o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Millet bütünlüğünün geleceği de yine dille güvence altına alınabilirdi. Bu gerçekler Atatürk tarafından şu veciz sözlerle dile getirilmiştir: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” ( 1930 )
Atatürk’ün düşünce sisteminde kültürün önemli bir yeri vardır. Çünkü Türk milletinin bağımsızlığını ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak olan değerler kültür değerleridir. O’nun bu görüşü de en veciz ifadesini, çeşitli vesilelerle dile getirdiği: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ve “Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” Sözlerinde bulmuştur.
Görülüyor ki, dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Kısacası, bir milletin kültürü onun dilinde yaşamaktadır. Bundan dolayı da dil, sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Dil ile sosyal yapı ve kültür arasındaki bu bağ Atatürk tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Yazı İnkılâbı
Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır. Atatürk konuşma ve demeçlerinin çoğunda bu hususları açıklıkla dile getiriyor ve diyor ki: “Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir (orantılıdır). Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya (koparılmaya) mahkûmdurlar.”
Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Dil İnkılâbı
Atatürk, tarihin dile, dilinde tarihe yön vereceği görüşünde idi. Medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil hazinesi ihmal edilemezdi. Çankaya köşkünde yapılan görüşmeler sırasında Atatürk, orada bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu ortaya atarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonraki adı ile Türk Dil Kurumu) kurulması kararını vermiştir. Böylece, 12 Temmuz 1932 tarihinde bu cemiyetin kurulması ile dil inkılabı resmi olarak başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirtilmiştir. Dil konusunun çeşitli katkılarla olgunlaştırılabilmesi ve dil davasının halka mal edilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir.
29 Eylül 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra Türk dili üzerindeki çalışmaları yönlendirecek mükemmel bir ana program hazırlanmıştı. Kurultayca seçilen yeni Yönetim Kurulu’nun 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde gerçekleştirilecek ilkeler şöyle sıralanmıştır:
1- Türk dilini milli kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası haline getirmek,; Türkçe’yi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek.
2-Yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış unsurları atmak; Halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan milli bir dil yaratmak.
Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Klavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Klavuzu adlı iki küçük klavuzda toplanmıştır.
Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, klavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükûmet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep klavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
Güneş Dil Teorisi
1934-1936 yılları arasındaki dönemin özelliklerinden biri de Atatürk’ün, Türkçe’nin ve öteki dünya dillerinin kökenine eğilme yönündeki çalışmalara gösterdiği yakın ilgidir. Bu dönemin en belirgin olayı da Güneş-Dil Teorisi’dir.
Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dil bilimi temellerine dayandırılabileceği düşüncesinden kaynaklanmıştır. İlham kaynağı, Viyanalı Dr. Hermann F. Kıvergitsch’nin Atatürk’e gönderdiği 41 sayfalık basılmamış bir incelemesidir.
Güneş-Dil Teorisi, insana kendi benliğini güneşin tanıtmış olması temel düşüncesine dayanan bir köken teorisidir. Bu teoriye göre insan dış alandan gelen etkiler altındadır ve ilk düşünme güneşle ilgilidir. O halde dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalıdır. Güneş karşısında insanoğlunun ağzından çıkan ilk kelime, Türk dilinin kökü olan ağ biçiminde çok anlamlı bir sestir. Aradan zaman geçtikçe, ses ile anlam arasındaki sembolizme dayanan ağ kavramı parçalanıp yeni ses ve kelimelerle anlatılan yeni kavramların doğmasına yol açmıştır. Böyle bir teorinin oluşmasında Atatürk’ün çeşitli dilbilim eserlerinden elde ettiği görüş ve sonuçların da etkisi olmuştur. Atatürk, Güneş-Dil Teorisi’nin dili yüzyıllarca horlanarak küçük görülmüş olan Türk milletine manevi bir güç kaynağı olacağı, onda derinlemesine bir tarih bilinci uyandıracağı görüşünde idi.
Atatürk, 1936 yılında, dil konusundaki bir sohbet sırasında yanındakilere: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O bu sözleriyle asla artık tarihi görevini tamamlamış olan Osmanlıca’ya dönüşü kastetmemiştir. Çok açık bir şekilde, halkın diline girmiş ve herkes tarafından benimsenmiş olan kelimeler değil, daha dile sindirilememiş ve üzerindeki yabancılık damgasını atamamış bulunan kelimeler ile dilde karşılığı bulunmayan yabancı kelimeler üzerinde durulması gereğine işaret etmiştir.
1936-1938 yılları arasındaki dönem
Aşırı özleştirme çalışmalarının genellikle normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde terimler, özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş, çeşitli bilim dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Fizik, kimya biyoloji, zooloji, botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır.
Atatürk, bu çalışmalara öncülük ederek, terimleri de kendisine ait olan 48 sayfalık bir geometri kitabı hazırlamıştır. Bu terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece Osmanlı Türkçesinden gelen; mustatîl, tamamlıyan zaviye, hattı munassıf, muhit-i daire gibi terimlerin yerini; dikdörtgen, tümey açı, açıortay, çember gibi Türkçe terimler almıştır.
Bu dönemde 24 Eylül 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda açılan III.Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil Kurumu’na çevrilmiştir.
Dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, Atatürk, 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Bu fakülte Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek araştıracak, gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte olarak düşünülmüştür. 1936-1938 yılları arasında yapılan Türk dili çalışmalarını bilim temeline yerleştirilecek tedbirlerin getirildiği bir dönem olarak nitelendirebiliriz. Atatürk’ün Dil ve Tarih Kurumları’na ilişkin bu arzusu, 1983 yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.
Atatürk’ün Türk dili ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türkçe’nin gelişimi adına olumlu sonuçlar vermiş, Türk dili kendi benliğine kavuşma yolunda hızla ilerlemiştir.
Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Türk dilinin gelişimi ile ilgili yaptığı çalışmaları ve bu çalışmaların sonuçları;
Dildeki sadeleşme hareketlerinin hiçbiri de planlı ve programlı bir devlet politikasına bağlanmış değildi. Yalnızca edebi görüş ve tutumların ürünü idi. Gerçi, planlı ve programlı “Yeni Lisan” hareketiyle Türkçe millileşme bakımından epey yol almış sayılabilirdi. Ancak devrin fikriyatını yapan Ziya Gökalp’in ve Ömer Seyfeddin’in ısrarla belirttikleri gibi, daha dilde Türkçe’nin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kalıplı kelimeler, yabancı ekler, yabancı kelime, ek ve edatlar ile kurulmuş isim ve sıfat tamlamaları, çokluk şekilleri, birleşik sıfat ve zarfların sayısı hayli kabarık ve düzeltilmeye muhtaçtı. Genel dil dışında; bilim dili, kanun dili ve terimler bakımından yapılacak çok şey vardı. O güne kadar dili bir dil bilimi yöntemi ile inceleyen eserlerden söz etmek de mümkün değildi. Oysa dil inkılabı, özü itibariyle, çağdaş değerler içinde bir kültür davası olarak ele alınmalıydı. Bunun gerçekleştirilmesi içinde bilimsel temelde çok yönlü ve kapsamlı bir programa bağlanması gerekiyordu. Bu bakımdan dil inkılabının dayandığı fikir temelini:
1-Yabancı etkiler altında benliğini kaybetmiş olan dilimizin millileştirilmesi, ona kendi yapı ve işleyişine uygun bir gelişme yolunun çizilmesi,
2-Bilimsel yollar ile incelenerek aslındaki güzelliğin ve tarihi zenginliğin ortaya konması,
3-Türkçe’mize, kelime türetme ve terim yapma imkanları bakımından işleklik kazandırılarak, uzun vadede zengin bir kültür dili durumuna getirilmesi, şeklinde üç ana ilkede özetleyebiliriz.
Atatürk, Türk dilini yönlendirmek üzere verdiği direktiflerde, sosyoloji ve dil gerçeğinden hareket ederek, dil ile millet ve dil ile kültür arasındaki bağı hep ön planda tutmuştur. Çünkü, dil ile toplum ve o toplumun belirli ölçüler ile şekillenmesi demek olan millet arasında çok sıkı bir manevi bağ vardı. Bir topluluğun millet niteliğini kazanabilmesi, her şeyden önce o millete has gelişmiş milli bir dilin varlığına bağlıydı. Dil bir milletin duygu ve düşünce tarzı, tarihi ve toplumsal akışı ile birlikte yol aldığından, o milletin ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Millet bütünlüğünün geleceği de yine dille güvence altına alınabilirdi. Bu gerçekler Atatürk tarafından şu veciz sözlerle dile getirilmiştir: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” ( 1930 )
Atatürk’ün düşünce sisteminde kültürün önemli bir yeri vardır. Çünkü Türk milletinin bağımsızlığını ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak olan değerler kültür değerleridir. O’nun bu görüşü de en veciz ifadesini, çeşitli vesilelerle dile getirdiği: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” ve “Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” Sözlerinde bulmuştur.
Görülüyor ki, dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Kısacası, bir milletin kültürü onun dilinde yaşamaktadır. Bundan dolayı da dil, sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası durumundadır. Dil ile sosyal yapı ve kültür arasındaki bu bağ Atatürk tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Yazı İnkılâbı
Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır. Atatürk konuşma ve demeçlerinin çoğunda bu hususları açıklıkla dile getiriyor ve diyor ki: “Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakkı hürriyet ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir (orantılıdır). Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya (koparılmaya) mahkûmdurlar.”
Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk teşebbüsler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Dil İnkılâbı
Atatürk, tarihin dile, dilinde tarihe yön vereceği görüşünde idi. Medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil hazinesi ihmal edilemezdi. Çankaya köşkünde yapılan görüşmeler sırasında Atatürk, orada bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu ortaya atarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonraki adı ile Türk Dil Kurumu) kurulması kararını vermiştir. Böylece, 12 Temmuz 1932 tarihinde bu cemiyetin kurulması ile dil inkılabı resmi olarak başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirtilmiştir. Dil konusunun çeşitli katkılarla olgunlaştırılabilmesi ve dil davasının halka mal edilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir.
29 Eylül 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra Türk dili üzerindeki çalışmaları yönlendirecek mükemmel bir ana program hazırlanmıştı. Kurultayca seçilen yeni Yönetim Kurulu’nun 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde gerçekleştirilecek ilkeler şöyle sıralanmıştır:
1- Türk dilini milli kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası haline getirmek,; Türkçe’yi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek.
2-Yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış unsurları atmak; Halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan milli bir dil yaratmak.
Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Klavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Klavuzu adlı iki küçük klavuzda toplanmıştır.
Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, klavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükûmet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep klavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
Güneş Dil Teorisi
1934-1936 yılları arasındaki dönemin özelliklerinden biri de Atatürk’ün, Türkçe’nin ve öteki dünya dillerinin kökenine eğilme yönündeki çalışmalara gösterdiği yakın ilgidir. Bu dönemin en belirgin olayı da Güneş-Dil Teorisi’dir.
Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dil bilimi temellerine dayandırılabileceği düşüncesinden kaynaklanmıştır. İlham kaynağı, Viyanalı Dr. Hermann F. Kıvergitsch’nin Atatürk’e gönderdiği 41 sayfalık basılmamış bir incelemesidir.
Güneş-Dil Teorisi, insana kendi benliğini güneşin tanıtmış olması temel düşüncesine dayanan bir köken teorisidir. Bu teoriye göre insan dış alandan gelen etkiler altındadır ve ilk düşünme güneşle ilgilidir. O halde dillerin doğuşu da güneşe bağlanmalıdır. Güneş karşısında insanoğlunun ağzından çıkan ilk kelime, Türk dilinin kökü olan ağ biçiminde çok anlamlı bir sestir. Aradan zaman geçtikçe, ses ile anlam arasındaki sembolizme dayanan ağ kavramı parçalanıp yeni ses ve kelimelerle anlatılan yeni kavramların doğmasına yol açmıştır. Böyle bir teorinin oluşmasında Atatürk’ün çeşitli dilbilim eserlerinden elde ettiği görüş ve sonuçların da etkisi olmuştur. Atatürk, Güneş-Dil Teorisi’nin dili yüzyıllarca horlanarak küçük görülmüş olan Türk milletine manevi bir güç kaynağı olacağı, onda derinlemesine bir tarih bilinci uyandıracağı görüşünde idi.
Atatürk, 1936 yılında, dil konusundaki bir sohbet sırasında yanındakilere: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O bu sözleriyle asla artık tarihi görevini tamamlamış olan Osmanlıca’ya dönüşü kastetmemiştir. Çok açık bir şekilde, halkın diline girmiş ve herkes tarafından benimsenmiş olan kelimeler değil, daha dile sindirilememiş ve üzerindeki yabancılık damgasını atamamış bulunan kelimeler ile dilde karşılığı bulunmayan yabancı kelimeler üzerinde durulması gereğine işaret etmiştir.
1936-1938 yılları arasındaki dönem
Aşırı özleştirme çalışmalarının genellikle normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde terimler, özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş, çeşitli bilim dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Fizik, kimya biyoloji, zooloji, botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır.
Atatürk, bu çalışmalara öncülük ederek, terimleri de kendisine ait olan 48 sayfalık bir geometri kitabı hazırlamıştır. Bu terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece Osmanlı Türkçesinden gelen; mustatîl, tamamlıyan zaviye, hattı munassıf, muhit-i daire gibi terimlerin yerini; dikdörtgen, tümey açı, açıortay, çember gibi Türkçe terimler almıştır.
Bu dönemde 24 Eylül 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda açılan III.Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil Kurumu’na çevrilmiştir.
Dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, Atatürk, 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Bu fakülte Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek araştıracak, gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte olarak düşünülmüştür. 1936-1938 yılları arasında yapılan Türk dili çalışmalarını bilim temeline yerleştirilecek tedbirlerin getirildiği bir dönem olarak nitelendirebiliriz. Atatürk’ün Dil ve Tarih Kurumları’na ilişkin bu arzusu, 1983 yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.
Atatürk’ün Türk dili ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türkçe’nin gelişimi adına olumlu sonuçlar vermiş, Türk dili kendi benliğine kavuşma yolunda hızla ilerlemiştir.