Son konular

Avrupa Merkantalizmi Karşısında Osmanlı Bolluk Ekonomisi

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
52
Yaş
36
Coin
256,936
Avrupa Merkantalizmi Karşısında Osmanlı Bolluk Ekonomisi

Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin, Batılı ulusların Levant da (yani Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde) faaliyetleriyle birlikte belirli bir değişime uğraması ve doğrudan doğruya kapitülasyonlar rejiminin de bu arada yeni bir yönelime girmesi kaçınılmazdı. Ulus çapında bir anonim şirket gibi düşünülen ve yönetilen ulusal ekonomi kavramından yola çıkan Batı merkantilizmi, İtalya'daki ilk filizlerine kıyasla kapitalizmin daha ileri bir biçimini temsil ediyordu. Merkantilizm, Osmanlıların ekonomik anlayışıyla tam bir tezat teşkil ediyordu. Batı ekonomileri, Osmanlıların ekonomiye ilişkin bu anlayışlarından azamı ölçüde yararlanarak kendi merkantilist politikalarını geliştirip kendi kapitalist çıkarlarına avantaj sağladılar.

Görünüşe bakılırsa, merkantilist teorilerin kaynağında, gerek Batı ve gerekse Doğu'da yaygın birtakım popüler inanışları, yani ortak bir ortaçağ mirası yatıyordu. Örneğin Doğulular da siyasal iktidarın, hükümdarın merkezı bir imparatorluk hazinesinde ne kadar altın ve gümüş biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta sürekli bir büyümeyle. Sağlanacağı alışverişli bir ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte bu fikir Batı'yı özellikle onsekizinci yüzyılda Doğu ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve serbest piyasa ekonomisine götürdü.

Merkantilistler kadar Doğulular da, kıymetli madenlerin ihracını önleme ve ithalini serbest bırakma politikasından yanaydılar. Osmanlı Devleti'nin, altın ve gümüş ithalatını gümrük vergilerinden muaf tutmasına karşılık ihracatını yasakladığını biliyoruz. Ortaçağ' da Doğu'da bir ülkenin refahı, genellikle piyasadaki altın ve gümüş bolluğu ve edinilebilirliğiyle ölçülüyordu. Altın ve gümüş darlığı ise, ticarette ve vergi ödemede zorluklara' yol açtığından kınanıyor ve sıkıntı hükümdarın hazinesine altın ve gümüş yığmadaki açgözlülüğüne bağlanıyordu.

Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nda sultan sık sık tahıl ile pamuk, ham yün ve deri gibi hammaddelerin ihracatını yasaklıyordu ki, bu da Batı'da merkantilistlerin savunduğu bir politikaydı. Ne varki, Osmanlı yönetiminin kitlelerin zorunlu ihtiyaç maddelerinde herhangi bir darlığın baş göstermesini önlemek amacıyla böyle bir politika izlemesine karşılık, merkantilist bir ekonomide bu tür politikalarla güdülen esas amaç, emeği ucuz tutup sanayide dünya pazarı için ucuz fiyatlarla ihraç ürünleri üretmeyi sağlamaktı.

Aradaki benzerliklere karşın, Osmanlılar ile merkantilistler arasındaki temel fark, Batı'da bir ülke ekonomisinin global olarak bir anonim şirket gibi düşünülmeye başlaması, bilanço toplamının ülke lehine olmasına önem verilmesi ve bunun kıymetli madenler ile dayanıklı mallar olarak hesaplanır hale gelmesiydi. Aslında bu net ticaret dengesi fikri, ilk defa, Levant ticaretiyle zenginleşen İtalyan tüccar cumhuriyetlerinde kendini göstermiş ve daha sonra onlar Batı'da yeni yükselen ulus-devletlere bir model oluşturmuştu. Öte yandan böyle bir rejimde, herhangi bir kentin ya da ülkenin zenginliğinin ticaret yollarını koruma kabiliyetine bağlı olduğuna da inanılıyordu. Venedik'in Levant ticaretindeki üstünlüğünde deniz gücünün oynadığı kilit rol, daha sonra Batılı ulus-devletler de devam etti ve gerileme döneminde Osmanlı deniz ulaşımı büyük ölçüde Batı denizciliğine bağlı hale geldi.

Osmanlı devletinin ticaret yollarının güvenliğine yaşamsal bir ilgi duyduğu ve korsanlara karşı sürekli bir mücadele verdiği su götürmez. Ayrıca, daha II. Mehmed döneminde Mısır ile olan deniz trafiğinde devlete ait gemiler kullanılıyordu. Ancak bütün bu çabalar salt fiskal (gelirci) çıkarlardan, ya da iç piyasada talebi karşılamak, özellikle kalabalık nüfusuyla imparatorluk başkentinin gıda ve hammadde ikmalini teminat altına almak ihtiyacından kaynaklanmaktaydı. Fiskalizm ve piyasada arzı yüksek tutmaya dönük çabalar Batı merkantilizminde de görülmekle birlikte, ekonomiyi bir bütün olarak görme ve rakip uluslara karşı ister fiziksel, ister ekonomik açıdan koruma fikri, onsekizinci yüzyıldan önce Osmanlıların hiç aklına gelmemiş gibidir. Yerli sanayi yabancı ürünlere karşı korunma kaygısının, hatta Bursa'daki Osmanlı ipek imalathaneleri gibi yerleşmiş bir geleneğe sahip sanayi için dahi söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekte, (van Klaveren'in bu gibi ekonomiler için kullandığı deyimle), Osmanlı "sözde merkantilizm"i, sonraları Batılı tüccarın imparatorluk ekonomisinin altını oyduğu, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında pamuklu dokumalar gibi kitlesel tüketim mallarında artık iyice belirgin hale gelinceye kadar yerli sanayiinin himayesiyle ilgilenmedi.

Önceliği pazarda düşük fiyatların ve çeşitliliğin hakim olmasına veren Osmanlı yöneticileri, ipekli lüks emtianın yabancı ülkelere ihracından hoşlanmadığı gibi, Venedik, Floransa, Cenova ve daha sonra da Fransız ipeklilerinin kapitülasyonlar çerçevesinde imparatorluğa ithalini teşvik de etti. Avrupa sanayileri Osmanlı ürünlerini önce taklit edinceye ve sonra geçinceye kadar, Osmanlı ipekli, pamuklu ve sofları Avrupa'ya Osmanlı ihracatının oldukça önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Osmanlıların kumaş ihracatına müdahale etmemelerinin nedeni, geleneksel olarak yalnızca zorunlu ihtiyaç maddelerinin ticaretinde devlet müdahalesini öngörmeleri, oysa bu dokumaların kar amacı güden bir özel sektörce üretiliyor olmasıydı. Buna karşılık temelde Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü içinde ülke ekonomisini sistematik olarak düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi üretiminin korunması, ya da emek-yoğun ürünlerin tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu. Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk için yararlı saymakta; imparatorluğun çıkarına olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.

Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki devlet müdahalesi biçimleri, yani gümrük ve lonca üretimi düzenlemeleri, fiyatlara üst sınır getirilmesi, malların kalite ve ölçülerinin pazarda denetlenmesi, nihayet bazı zorunlu ihtiyaç maddelerinin imalat ve satışına konan kontrol ve kısıtlamalar, merkantilist bir devletin düzenleyiciliğinden öz olarak da, amaç bakımından da farklıydı. Osmanlılar açısından esas kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir uluslararası piyasanın icapları, ekonomik düzenlemeleri belirleyici Son tahlilde bu uçurum, otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü toplumunun sosyal yapısı ile, serbestce oluşmuş sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil toplum arasındaki tezattan doğmuş Avrupa'nın ortaçağ ekonomisini geride bırakmasını ve Asya ekonomilerinden yapısal olarak farklılaşmasını açıklarken, şu nokta üzerinde durmalıdır: Onbeşinci yüzyılda Avrupa "esas olarak doğal bir ekonomiden parasal bir ekonomiye" evrilmiş, oysa Osmanlı Doğu ticaretinde takasa ve uzun vadeli kredi anlaşmalarına dayalı işlemler hakim olmuş; durum onaltıncı yüzyıl boyunca devam etmiş ve durum ancak 1580'li yıllardan itibaren Batı gümüş paralarının imparatorluğu istila etmesiyle silinmeye yüz tutmuştur.

Ayrıca, Osmanlıların zenginliği, yeni teknolojiler sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret gelirinin azamiye çıkarılması gibi entansif yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen topraklardaki yeni vergi kaynaklarından bekliyorlardı.

Gerçi Osmanlıların kendi alışılmış yöntemlerine bağlı kalmaları her zaman sebepsiz değildi. Devlet, kalkınma veya toprağı tarıma açma projelerine doğrudan taraf olmuyordu. Ölü veya çorak arazinin tarıma açılması teşvik ediliyorduysa da, bu, esas olarak fiskal nedenlere bağlıydı. Bent, kanal veya sulama göleti yapımında Osmanlı devleti ancak çok acil bazı durumlarda insiyatifi ele alıyor; sonunda elde edeceği vergi gelirleri açısından yaklaştığı bu gibi girişimlerde, daha çok özel katılımı özendirmeyi tercih ediyordu. Buna karşılık iktisat tarihçilerince çözümlendiği üzere, Avrupa'da, görece küçük devlet yapıları arasındaki şiddetli rekabetin nüfus baskısı ile birleşmesi, Avrupalıları entansif tarıma, dış ticarette merkantilizme ve ülke içinde emeğin daha entansif kullanımına yöneltecekti.

Özetle, Osmanlı toplumu, "tarımsal bir temel üzerinde sınai, ticarı ve denizci bir üstyapının yükselmesine ve aynı zamanda, uluslararası ticaret karlarının büyük bir bölümünü kendi halkına alıkoyma çabasının belirginleşmesine götüren bir gelişme"nin koşullarını gerçekleştiremedi. Osmanlı yönetiminin ekonomik önlemleri, Batıdaki gibi tutarlı ve sistematik bir teoriden değil, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, çok daha basit biçimde, Orta Doğu toplumu ve kültürünün yüzyıllarca sınanmış gelenek ve uygulamalar mirasının devralınıp izlenmesinden kaynaklanıyordu.

Bu tezadın en belirgin olduğu alan, Osmanlı gümrük politikası ve kapitülasyonlar rejimidir. Olanca ticari genişleme vurgusuyla Batı merkantil sistemi, Levant ticaretine sıkı sıkıya bağlıydı ve Batı monarşileri bu yönde de İtalyanların izinden gidiyordu. Merkantilist Avrupa'da ekonomik temelini genişletmeğe çabalayan her ulusal monarşi, önce Osmanlı hükümetinden bir kapitülasyon alıp kendi Levant kumpanyasını kurmaya çalışıyordu. Levant ticareti ve kumpanyaları, Avrupa merkantilizminin başarısının zorunlu bir vasıtası konumundaydı.

Ortaçağın başlarından itibaren, ilkin Avrupa'nın Levant ile, sonra Levant'ın Doğu (Hindistan) ile ticaretinde ortaya çıkan açıkların yapısal bir karaktere dönüşü, dolayısıyla batıdan doğuya sürekli bir gümüş akımının baş gösterdiği konusunda görüş birliği mevcuttur.3 Levant'ın, yani bir bütün olarak Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinin, merkezi bir imparatorluk tarafından birleştirildiği, Avrupa ekonomisinin ise bir genişleme sürecinden geçtiği 1450-1550 döneminde, bu kıymetli maden akışı iyice yoğunlaştı ve Batılıların hayali EI Dorado, altın ülkesi arayışına girmelerinde belki de önemli rol oynadığı Hindistan ve İran, kıymetli maden stoklarını yenilemek açısından Osmanlı İmparatorluğu'nun aracı rolüne muhtaç olduklarından, Osmanlı İmparatorluğu'ndan sağladığı kapitülasyonlar ve diğer ticaret kolaylıklarıyla Avrupa da, kendi sanayi ürünlerini Asya'ya kanalize edebilir duruma geldi.
 
Üst Alt