Varlığımızı borçlu olduğumuz iki cinsiyet insan soyunun devamı için yegâne seçenektir. Bununla birlikte ilginç olan şey; anne karnında neredeyse aynı görünen eril ve dişil fetüsün yetişkin olduğunda nasıl bu kadar farklılaşabildiğidir. Erkek ve kadını benzerlikleri bu kadar fazlayken birinin diğeri üzerinde tahakküm kurması, hangi cinsiyetin neyi yapıp yapamayacağını belirlemesi ve bunun tarihsel köklerinin bu kadar güçlü olması oldukça ilginç.
İnsanların etnik kökeni, göz rengi, fiziki yapısı, ten rengi çeşitlilik gösterirken (biyolojik) cinsiyet sadece 2 tane. Aslında teknik olarak cinsiyet sayısının artması, tür için bir avantaj. Canlıların yaklaşık %99’u iki cinsiyetli olsa da çok az sayıda çok cinsiyetli (yani dişi, erkek gibi değil de, ten rengi gibi çeşitleri olan) canlılar var. Kromozomların mutasyona uğrayarak türün yok olma tehlikesiyle karşılaşabileceği gibi bir teori olsa da nedeni kesin olarak bilinemiyor.
Genetik yapımızda bulunan bir kromozom biyolojik cinsiyetimizi belirler. Ana rahmine düştüğü ilk anda insan yavrusu erkek ya da dişi olma potansiyeli taşır. Erkekler için XY kromozom yapısı ve dişiler için XX yapısının karakteristikleri tarafından temsil edilen genetik koda bağlı olarak farklılaşır. Genetik kodun etkisiyle erkeklerde testiküler hormonlar salgılanır bu da dişil özellikleri köreltici bir etki yapar. Yeterli testosteron düzeyinin mevcut olmaması halinde genetik programa bakılmaksızın farklılaşma her zaman dişil yönde gerçekleşir. Başka bir ifade ile genetik kod erkek bile olsa testosteron miktarındaki bir yetersizlik dişil cinsel özelliklerin gelişimi ile sonuçlanacaktır. Dişileşme ilkesi erkekleşmeden önce gelir.
Genetik kodları dişi olan bir bebek anne karnında aşırı androjene (erkeklik hormonları) maruz kalırsa doğup büyüdüğünde davranışları daha "erkeksi" bulunabilir, çok hareketli ve saldırgan olabilir. Aynı şekilde genetik kodları erkek olan bir bebek de anne karnında yetersiz androjen nedeniyle ileriki yaşamında pasif ve "kadınsı" bulunabilir. Ancak bu esas cinsel kimliğini etkilemez. Yani temelde, embriyo halindeyken genetik programımızda belirlenmiş olan biyolojik cinsiyetimiz anne karnında hormonların etkisine maruz kalarak şekillenir. Bu şekil alış; doğum sonrası sosyal çevrenin baskı ve yönlendirmeleri ile ebeveynin beklenti, tutum ve davranışlarıyla daha da değişecektir.
Cinsiyetin Psiko-Sosyal Gelişimi
Bir insan yavrusu doğumuyla, sahip olduğu huzurlu ve konforlu ortamdan acı bir ayrılık yaşar. Şimdi dünyaya gelmiştir ve akciğerleriyle gaz halindeki havayı soluması; ağzını kullanarak meme emmesi; 9 aydır içinde rahat olduğu pozisyondan vazgeçmesi; tenine değen giysilere tahammül etmesi; etrafında duyduğu seslere, görüntülere alışması; yaşadığı problemlere çözüm bulması gerekmektedir. Tek yapabildiği şey ağlamaktır ve tüm sorunlarını ağlayarak anlatır. Zamanla gözlemler, keşfeder, öğrenir, sosyalleşir. Doğduğunda ona bakım veren ile (anne) ilk bağı kurar, zamanla farklı ilişkileri deneyimler, yeni insanlar tanır. İlk tanıdığı yeni insan babadır. Hayatının bu ilk yıllarında kendi cinsiyetinden olan ebeveyni ile karşı cinsten ebeveynini ve aralarındaki ilişkiyi gözlemler. Hemcinsi olan ebeveyni ile özdeşim kurar; yani tutum ve davranışlarını model alır, duygu ifadelerini taklit eder, ona benzemeye çalışır. Kromozomlarıyla belirlenen cinsiyetinden başka bir biçimde, içine doğduğu ortamda maruz kaldığı davranışları gözlemleyerek cinsiyetini yeniden oluşturur. Yaklaşık 2 yaşından itibaren bir çocuk kendi cinsiyetini bilir, cinsel organları tanır, ailesinin bu cinsiyete uygun bulduğu rollere göre davranmaya çalışır. Farklı cinsiyetteki diğer çocukları, davranışları ve cinsel organları bakımından inceler, cinsel oyunlar oynar. Bu süreçte yetişkinlerden sert ve baskıcı bir müdahaleye maruz kalmazsa ve yetişkinler kendisine uygun, yapıcı örneklik sergilerse çocukta sahip olduğu cinsiyet koduna uygun kişilik ve duygusal özelliklerin gelişmesi beklenir. Freud, psiko-seksüel gelişim kuramında çocukların nasıl sosyal anlamda “kadın” ve “erkek”e dönüştüğünü inceler.
İnsanların cinsel özelliklerinin gelişme sürecini incelediğimizde bebekle ebeveyni arasındaki psiko-sosyal etkileşimlerin cinsel davranışının belirlenmesinde önemli bir rol oynadığını ve genetik ve hormonal unsurların etkisinin göreli olarak azaldığını görürüz. Eğer sağlıklı bir aile sistemi varsa çocuğun varlığı olduğu gibi onaylanır, duygularını ifade etmesine olanak tanınır; örneğin erkek olduğu için ağlamaması gerekmez, bazı davranışları yanlış olduğu için düzeltilir kız olduğu için değil; belli bir erkek/kız biçiminde davranması istenmez, içinden geldiği gibi bir erkek/kız olması beklenir.
Yine de bazen travmalar ya da anormal bazı durumlar sağlıklı bir kişiliğin oluşmasına engel olabilir. Ailede ebeveynlerden birinin yokluğu, ilgi ve sevgi veremeyişi, ebeveynlerden birinin ağır bedensel ya da ruhsal bir hastalık yaşıyor olması, çocuğun hemcinsinden arkadaşlarla oynayamaması, çocuğun karşı cinstenmiş gibi muamele görmesi, aşırı korunması, ilgisizlik, fiziksel güzelliğin öne çıkarılması çocuğun cinsel kimlik ve yöneliminde bozukluk oluşmasına neden olabilir.
Nasıl Görünüyoruz: Cinsiyet Rolleri
Çevremizdeki insanlara baktığımızda görebildiğimiz şeyler üzerinden bir değerlendirme yapar ve zihnimizde çoktan oluşmuş olan tanımlar içine yerleştirmeye çalışırız. Uzun bir elbise giymiş ve başında bir örtü varsa kadın olduğunu düşünürüz. Ama başka bir toplumda başka bir coğrafyada bu erkek olduğu anlamına da gelebilir. Kadın görüntüsü ve erkek görüntüsü zamana ve mekana göre değişir. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda kadın ve erkek görünümlerinin değiştiğini biliyoruz. Sadece görünüm değil, kadın ve erkek arasındaki iş bölümü de coğrafya ve tarihe göre değişkendir. Bazı toplumlarda hassaslık, şefkat ve değişen duygusallık erkeklerde, saldırganlık ve kurnazlık kadınlarda görülebiliyor. Dalış yapmak, kano kullanmak, ev inşa etmek bazı durumlarda kadın işi olurken örgü örmek, giysi dokumak, yemek pişirmek bazen erkek işi olabiliyor. Eskiden beri kadınlar statü, hareketlilik, kamusal liderlikte erkeklere tabii oldu. Bu eşitsizliğin çocuk bakımı ve ilkel teknolojik koşullar nedeniyle değişmesi mümkün değildi. Eşitsizliğin boyutu ekoloji ve iş bölümüne göre değişiyordu ama her şekilde eşitsizlik insan tarafından yapılan kültürel bir dayatmadan çok bir hayatta kalma meselesiydi. Antropolog Levi Strauss cinsel iş bölümünü inceleyerek bunun biyolojik bir uzmanlaşma olmadığını yani insanların biyolojik cinsiyetlerinden dolayı belli başlı işleri yapıp yapmadıklarını, aksine başka bir amacı olması gerektiği sonucuna ulaşır. Çünkü bazı toplumlarda kadın/erkek işi olarak görülen şey bir başka toplumda tam tersi olabiliyor. Şayet kadın/erkek işi olan şeyler kesbi değil de tamamen biyolojik/vehbi kökenli ise bunun her toplumda aynı işler olması gerekirdi. Cinsiyete dayalı iş bölümü katı biçimde pek çok toplumda ayrılmışken, işin ne olduğu tümüyle değişkendir. Strauss bunu iki cinsiyet arasında karşılıklı bağımlılıkla ve hayatta kalmak için kurduğumuz akrabalık sistemleriyle açıklıyor.
İnsanlar cinsiyetlerine uygun davranmayı yakın çevresindeki insanlardan öğrenir. Çevremizde bir bebek doğduğunda erkekse mavi, kızsa pembe giydirilir. Cinsiyetine göre farklı davranış kalıpları öğretilir, bazı duygular uygun görülmez ve bazı özellikler teşvik edilir. “Normal” ya da “ideal kadın/erkek hedefi”ne uygun yetiştirilmeye çalışılır. Toplum içinde birine “kadın” ya da “erkek” denildiğinde aslında sadece biyolojiden bahsedilmiyor, onun görünümü hakkında bir fikir beyan edilmiş oluyor. Aslında onun hangi kromozoma, hangi cinsel organlara sahip olduğu, hangi hormonları ne kadar salgıladığını bilemeyiz, doğrusu bilmemiz de gerekmez, bildiğimiz tek şey onun kadın ya da erkek görüntüsünde olup olmadığıdır. Bununla beraber ne kadar erkek ya da ne kadar kadın olduğu hakkında da farkında olmadan yorum yaparız. Dolayısıyla erkek ve kadın cinsiyetine atfedilen rollerin yapay olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanların etnik kökeni, göz rengi, fiziki yapısı, ten rengi çeşitlilik gösterirken (biyolojik) cinsiyet sadece 2 tane. Aslında teknik olarak cinsiyet sayısının artması, tür için bir avantaj. Canlıların yaklaşık %99’u iki cinsiyetli olsa da çok az sayıda çok cinsiyetli (yani dişi, erkek gibi değil de, ten rengi gibi çeşitleri olan) canlılar var. Kromozomların mutasyona uğrayarak türün yok olma tehlikesiyle karşılaşabileceği gibi bir teori olsa da nedeni kesin olarak bilinemiyor.
Genetik yapımızda bulunan bir kromozom biyolojik cinsiyetimizi belirler. Ana rahmine düştüğü ilk anda insan yavrusu erkek ya da dişi olma potansiyeli taşır. Erkekler için XY kromozom yapısı ve dişiler için XX yapısının karakteristikleri tarafından temsil edilen genetik koda bağlı olarak farklılaşır. Genetik kodun etkisiyle erkeklerde testiküler hormonlar salgılanır bu da dişil özellikleri köreltici bir etki yapar. Yeterli testosteron düzeyinin mevcut olmaması halinde genetik programa bakılmaksızın farklılaşma her zaman dişil yönde gerçekleşir. Başka bir ifade ile genetik kod erkek bile olsa testosteron miktarındaki bir yetersizlik dişil cinsel özelliklerin gelişimi ile sonuçlanacaktır. Dişileşme ilkesi erkekleşmeden önce gelir.
Genetik kodları dişi olan bir bebek anne karnında aşırı androjene (erkeklik hormonları) maruz kalırsa doğup büyüdüğünde davranışları daha "erkeksi" bulunabilir, çok hareketli ve saldırgan olabilir. Aynı şekilde genetik kodları erkek olan bir bebek de anne karnında yetersiz androjen nedeniyle ileriki yaşamında pasif ve "kadınsı" bulunabilir. Ancak bu esas cinsel kimliğini etkilemez. Yani temelde, embriyo halindeyken genetik programımızda belirlenmiş olan biyolojik cinsiyetimiz anne karnında hormonların etkisine maruz kalarak şekillenir. Bu şekil alış; doğum sonrası sosyal çevrenin baskı ve yönlendirmeleri ile ebeveynin beklenti, tutum ve davranışlarıyla daha da değişecektir.
Cinsiyetin Psiko-Sosyal Gelişimi
Bir insan yavrusu doğumuyla, sahip olduğu huzurlu ve konforlu ortamdan acı bir ayrılık yaşar. Şimdi dünyaya gelmiştir ve akciğerleriyle gaz halindeki havayı soluması; ağzını kullanarak meme emmesi; 9 aydır içinde rahat olduğu pozisyondan vazgeçmesi; tenine değen giysilere tahammül etmesi; etrafında duyduğu seslere, görüntülere alışması; yaşadığı problemlere çözüm bulması gerekmektedir. Tek yapabildiği şey ağlamaktır ve tüm sorunlarını ağlayarak anlatır. Zamanla gözlemler, keşfeder, öğrenir, sosyalleşir. Doğduğunda ona bakım veren ile (anne) ilk bağı kurar, zamanla farklı ilişkileri deneyimler, yeni insanlar tanır. İlk tanıdığı yeni insan babadır. Hayatının bu ilk yıllarında kendi cinsiyetinden olan ebeveyni ile karşı cinsten ebeveynini ve aralarındaki ilişkiyi gözlemler. Hemcinsi olan ebeveyni ile özdeşim kurar; yani tutum ve davranışlarını model alır, duygu ifadelerini taklit eder, ona benzemeye çalışır. Kromozomlarıyla belirlenen cinsiyetinden başka bir biçimde, içine doğduğu ortamda maruz kaldığı davranışları gözlemleyerek cinsiyetini yeniden oluşturur. Yaklaşık 2 yaşından itibaren bir çocuk kendi cinsiyetini bilir, cinsel organları tanır, ailesinin bu cinsiyete uygun bulduğu rollere göre davranmaya çalışır. Farklı cinsiyetteki diğer çocukları, davranışları ve cinsel organları bakımından inceler, cinsel oyunlar oynar. Bu süreçte yetişkinlerden sert ve baskıcı bir müdahaleye maruz kalmazsa ve yetişkinler kendisine uygun, yapıcı örneklik sergilerse çocukta sahip olduğu cinsiyet koduna uygun kişilik ve duygusal özelliklerin gelişmesi beklenir. Freud, psiko-seksüel gelişim kuramında çocukların nasıl sosyal anlamda “kadın” ve “erkek”e dönüştüğünü inceler.
İnsanların cinsel özelliklerinin gelişme sürecini incelediğimizde bebekle ebeveyni arasındaki psiko-sosyal etkileşimlerin cinsel davranışının belirlenmesinde önemli bir rol oynadığını ve genetik ve hormonal unsurların etkisinin göreli olarak azaldığını görürüz. Eğer sağlıklı bir aile sistemi varsa çocuğun varlığı olduğu gibi onaylanır, duygularını ifade etmesine olanak tanınır; örneğin erkek olduğu için ağlamaması gerekmez, bazı davranışları yanlış olduğu için düzeltilir kız olduğu için değil; belli bir erkek/kız biçiminde davranması istenmez, içinden geldiği gibi bir erkek/kız olması beklenir.
Yine de bazen travmalar ya da anormal bazı durumlar sağlıklı bir kişiliğin oluşmasına engel olabilir. Ailede ebeveynlerden birinin yokluğu, ilgi ve sevgi veremeyişi, ebeveynlerden birinin ağır bedensel ya da ruhsal bir hastalık yaşıyor olması, çocuğun hemcinsinden arkadaşlarla oynayamaması, çocuğun karşı cinstenmiş gibi muamele görmesi, aşırı korunması, ilgisizlik, fiziksel güzelliğin öne çıkarılması çocuğun cinsel kimlik ve yöneliminde bozukluk oluşmasına neden olabilir.
Nasıl Görünüyoruz: Cinsiyet Rolleri
Çevremizdeki insanlara baktığımızda görebildiğimiz şeyler üzerinden bir değerlendirme yapar ve zihnimizde çoktan oluşmuş olan tanımlar içine yerleştirmeye çalışırız. Uzun bir elbise giymiş ve başında bir örtü varsa kadın olduğunu düşünürüz. Ama başka bir toplumda başka bir coğrafyada bu erkek olduğu anlamına da gelebilir. Kadın görüntüsü ve erkek görüntüsü zamana ve mekana göre değişir. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda kadın ve erkek görünümlerinin değiştiğini biliyoruz. Sadece görünüm değil, kadın ve erkek arasındaki iş bölümü de coğrafya ve tarihe göre değişkendir. Bazı toplumlarda hassaslık, şefkat ve değişen duygusallık erkeklerde, saldırganlık ve kurnazlık kadınlarda görülebiliyor. Dalış yapmak, kano kullanmak, ev inşa etmek bazı durumlarda kadın işi olurken örgü örmek, giysi dokumak, yemek pişirmek bazen erkek işi olabiliyor. Eskiden beri kadınlar statü, hareketlilik, kamusal liderlikte erkeklere tabii oldu. Bu eşitsizliğin çocuk bakımı ve ilkel teknolojik koşullar nedeniyle değişmesi mümkün değildi. Eşitsizliğin boyutu ekoloji ve iş bölümüne göre değişiyordu ama her şekilde eşitsizlik insan tarafından yapılan kültürel bir dayatmadan çok bir hayatta kalma meselesiydi. Antropolog Levi Strauss cinsel iş bölümünü inceleyerek bunun biyolojik bir uzmanlaşma olmadığını yani insanların biyolojik cinsiyetlerinden dolayı belli başlı işleri yapıp yapmadıklarını, aksine başka bir amacı olması gerektiği sonucuna ulaşır. Çünkü bazı toplumlarda kadın/erkek işi olarak görülen şey bir başka toplumda tam tersi olabiliyor. Şayet kadın/erkek işi olan şeyler kesbi değil de tamamen biyolojik/vehbi kökenli ise bunun her toplumda aynı işler olması gerekirdi. Cinsiyete dayalı iş bölümü katı biçimde pek çok toplumda ayrılmışken, işin ne olduğu tümüyle değişkendir. Strauss bunu iki cinsiyet arasında karşılıklı bağımlılıkla ve hayatta kalmak için kurduğumuz akrabalık sistemleriyle açıklıyor.
İnsanlar cinsiyetlerine uygun davranmayı yakın çevresindeki insanlardan öğrenir. Çevremizde bir bebek doğduğunda erkekse mavi, kızsa pembe giydirilir. Cinsiyetine göre farklı davranış kalıpları öğretilir, bazı duygular uygun görülmez ve bazı özellikler teşvik edilir. “Normal” ya da “ideal kadın/erkek hedefi”ne uygun yetiştirilmeye çalışılır. Toplum içinde birine “kadın” ya da “erkek” denildiğinde aslında sadece biyolojiden bahsedilmiyor, onun görünümü hakkında bir fikir beyan edilmiş oluyor. Aslında onun hangi kromozoma, hangi cinsel organlara sahip olduğu, hangi hormonları ne kadar salgıladığını bilemeyiz, doğrusu bilmemiz de gerekmez, bildiğimiz tek şey onun kadın ya da erkek görüntüsünde olup olmadığıdır. Bununla beraber ne kadar erkek ya da ne kadar kadın olduğu hakkında da farkında olmadan yorum yaparız. Dolayısıyla erkek ve kadın cinsiyetine atfedilen rollerin yapay olduğunu söyleyebiliriz.