DOGAN BEY MEYDAN GÖRÜNTÜSÜ
Eski Doğanbey, Dilek Yarımadası’nda, Mykale Dağları’nın güney yamacına yaslanmış bir köy. Aydın’ın Söke ilçesine bağlı ve milli parkın sınırları içinde yer alıyor. Köy, yaklaşık yirmi yıl önce, tümüyle terkedilmiş ve evlerinin büyük bir bölümü harabeye dönmüş bir durumda kentli aydınlar tarafından keşfediliyor. Kısa süre içinde de evlerin önemli bir kesimi el değiştiriyor ve onarımlar başlıyor. Eski Doğanbey ancak 1992’de kentsel sit alanı ilan ediliyor, bu yüzden ilk onarımlar koruma kurulunun denetimi olmadan gerçekleştiriliyor.
Doğanbey köyünün tarihiyle ilgili çok fazla bilgimiz yok. Geç Osmanlı döneminde bölgenin en büyük Rum köylerinden biri olduğunu ve Domatia adını taşıdığını biliyoruz ama daha öncesine gidemiyoruz. Yapılanmış fiziksel çevre de daha öncesine ilişkin bir bilgi vermiyor. Mübadele sonrası köy demografik bir değişim geçiriyor ve Batı Trakya’dan göç etmek zorunda kalmış Türklerin köyü oluyor. Muhacirlerin de Doğanbey’i terkederek ovaya yerleşmelerinin ardından, 1980’ler sonundan başlayarak köy yeni sakinlerine kavuşuyor. Birbirinden tümüyle farklı üç profille karşı karşıyayız. Rumlar köyün yerlileri; köyle otantik bir ilişkiye sahip olduklarını, köyün doğal çevresiyle barışık bir yaşam sürdüklerini tahmin etmek zor değil. Yine anlaşılır nedenlerle, geçen yüzyılın başında köye yerleştirilen yeni Doğanbeylilerin hem köyle, hem de doğal çevresiyle aynı ilişkiyi sürdüremediklerini ve yarım yüzyıllık “zorunlu” ikametin ardından köyü terkettiklerini görüyoruz. Köyün yeni sakinleri ise farklı nedenlerle Doğanbey’e gelmiş; yerleşik yaşamı seçenler de olmuş, yalnızca tatillerde köye gelenler de. Ama bu farklılıklara rağmen köyün bu son sakinlerinin oldukça bağdaşık bir profil taşıdığı da bir gerçek. Kısacası, köy bir yüzyıl içinde iki keskin değişim yaşamış, her demografik değişim doğal olarak köyün görüntüsünün de değişimini getirmiş. Öncelikle köyün bugün yaşadığı “değişim”in zorunluluğunu kabul etmek gerekiyor. İşte ana soru da burada ortaya çıkıyor: “Değişim” ve “koruma” birlikte nasıl varolabilir? Başka bir deyişle, değişimin vazgeçilmezliğini gören bir korumacılık anlayışı mümkün müdür?
Doğanbey köyünde mimari koruma konusunu iki ayrı ölçekte tartışmak gerekiyor: Birim yapı ölçeğinde ve köyün bütünsel dokusu bağlamında. Birim yapı ölçeği söz konusu olduğunda korumacılık iki temel işlem tanımlar: Restorasyon ve rökonstrüksiyon. Restorasyondan söz edebilmek için koruma değeri taşıyan “mevcut” bir yapı gerekir. Restorasyon işlemi, bugüne ulaşmış bir yapının belirli esaslar dahilinde onarılmasına olanak verir. Eğer sadece dış mimarisiyle değil iç mekân düzeniyle, döşeme-tavan gibi yapı öğeleriyle hiç değiştirilmeden korunması gereken bir yapı söz konusu değilse (Doğanbey’de böyle bir yapı yoktur), yapının mimari karakterini ve koruma değerini ortadan kaldırmayacak “çağdaş” müdahalelerin yapılması da restorasyon bağlamı içinde yer alır. Doğanbey’de restorasyona konu olan yapıların sayısı çok fazla değil. Son yıllarda yapılmış restorasyonlar arasında İ.R. Evi, müze ve artık konut işlevi taşıyan mağazalar yer alıyor. Köyün tescil edilmiş ama henüz onarılmamış birkaç yapısı da gelecekte restorasyona konu olacaktır. Rökonstrüksiyon ise, sözcük anlamının da gösterdiği gibi, herhangi bir nedenle yıkılmış bir yapının özgün mimarisini aktaran belgelere dayanarak yeniden inşası demektir. Doğanbey’de tek bir rökonstrüksiyon örneği var: E.A. Evi.
Peki, restorasyon ya da rökonstrüksiyon işlemiyle ele alınmış (ve ele alınabilecek) yapıların sayısı bu denli az olduğuna göre, bugüne dek yapılmış “onarımlar” hangi kategoriye giriyor ve bu bağlamda Doğanbey’de birim öğe ölçeğinde korumadan ne anlayacağız? Bir an için bugüne dek yapılmış “onarımları” tartışmayı bir yana bırakalım ve şu sorunun yanıtını arayalım: Sadece temel izleri kalmış ya da koruma değeri taşımayan duvar kalıntılarından ibaret bir yapının (ki Doğanbey’deki evlerin büyük bir bölümü bu durumdadır), “korumacılık” esaslarına göre “tasarlanması” nasıl olmalıdır? Bu sorunun yanıtını mimarlığın içinden vermek gerekiyor. Daha açık bir deyişle, içinde yer aldığı bağlamla ilişkisini sorunsallaştıran, yapı tektoniğinden kullandığı sözlüğe dek eski-yeni gerilimini mimariye yansıtan ve bugünün sözünü söyleyen bir üretim hiç kuşkusuz çağdaş korumacılık bağlamında savunulacak bir tasarım olmalıdır. Bu da, teknik bir “koruma” uzmanlığından önce nitelikli bir mimari tasarım gerektirir. Doğanbey’de bu bağlamda değerlendirilebilecek alçakgönüllü bir örnek var: Sibel Gürses’in M.T. Evi.
Ne ki bu anlayışın da tehlikeleri olduğunu belirtmek gerek. Eğer korumayı böylesi bir “özgür yorum” düzeyinde tanımlarsak, bu kez kötü mimari tasarımların çevreyi tahrip etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu “yorumcu” yaklaşım nitelikli bir tasarımı da zorunlu kılar. Ama zaten mevcut “koruma kurulu” ilkeleri bu özgür yaklaşıma olanak vermiyor. M.T. Evi de, o yıllarda köy henüz bir sit alanı olarak tescil edilmemiş olduğu için gerçekleşebilmişti. Bu durumda geriye (koruma kurullarının da önerdiği) tek bir yol kalıyor: Pseudo (sahte) eski evler inşa etmek. Bugüne dek yapılanın da da genellikle bu olduğunu açıkça söylemek gerek. Şimdiden sonra da aynı yol izlenecek gibi gözüküyor. Ama tüm bu saptamalara karşın şunu söylemeliyim: Günümüzün genelgeçer korumacılık paradigmaları içinde kendisine meşru bir zemin bulabilecek daha duyarlı yaklaşımlar geliştirilebilir. Bunun için de öncelikle temel ölçütler tanımlanmalıdır. Böylece bir yandan köyün karakterini korumak olası olur, bir yandan da bu “vernaküler” yeniden üretim daha anlamlı bir çerçeveye oturur.
Bu bağlamda, korumaya ilişkin temel ölçütler iki kesimde ele alınabilir: yapı öğeleri sözlüğünün ve kütle/plan düzenlerinin tipolojileri. Bilindiği gibi, yapı öğeleri sözlüğü duvar (ve örgüsü), pencere, kapı, cumba, hayat, çatı gibi ana mimari öğelerden oluşur. Doğanbey’de mimari bir tasarıma girişmeden önce bu yapı öğeleriyle ilgili bir tipoloji çalışması yapmak zorunludur, çünkü köyde en azından temel karakter sürekliliğini sağlamak için tipolojilerin saptanıp korunması gerekir. Köyün karakterinde en belirleyici olan ise duvar örgüsüdür. Örgü konusunda hassas davranabilmek için duvar ustaları yetiştirilmeli, gelip geçici ustalarla değil köyün örgü diline ve bu dilin kendi içindeki çeşitliliğe hakim olmuş ustalarla çalışılmalıdır. Ne yazık ki köyde son 15 yılda gerçekleşmiş inşaatlara baktığımızda, yerleşik ve deneyim kazanmış bir ekiple kotarılmış belirli sayıdaki yapı bir yana koyulursa, bu konudaki başarı düzeyinin pek de yüksek olmadığı görülüyor.
Hiç kuşkusuz sadece yapı öğelerinin saptanması yeterli değildir, bunların köydeki özgün modellere uyarak ayrıntılandırılması, doğru bir sözdizimiyle (syntaxe’la) kullanılması gerekir. Geleneksel mimarlıkta her ayrıntının işlevsel bir anlamı vardır; buna somut bir örnek vermek istiyorum: Köyde iki yolun birleştiği noktalarda yer alan duvar köşelerinin, geçişi kolaylaştırmak için zemin kat seviyesinde kırılmış olduğu dikkati çeker; bu ayrıntı “çal köşe” olarak adlandırılır. Son yıllarda yapılmış bir yapıda, “çal köşe”nin zemin kat seviyesinin epey üstüne ulaştığı görülüyor, kim bilir belki de kuşlar köşeye çarpmasın diyedir...
Kütle/plan düzenlerinin tipolojisi de en az yapı öğeleri kadar önem taşır. Doğanbey’de yapıların belirli ölçü düzenlerini taşıması, örneğin 4.5m x 9.0m ölçüsünün pek çok yapıdaki tekrarı bir rastlantı değildir, hem yapıların statik sorunlarına yanıt verir, hem de köye kendi özgün ölçeğini kazandırır. Aslında Doğanbey’de kütle/plan düzenlerinin bilimsel bir çalışmayla saptanması, tipoloji tablolarının oluşturulması gerekir. Böylece “tekrar ve farklılaşma” daha da açıklık kazanacaktır. Çünkü belirli tipolojik modellerin tek bir kalıba indirgenerek yinelenmesi de doğru olmaz, tekdüze bir “site” mimarisi ortaya çıkar.
Doğanbey’de en az birim yapı düzeyindeki mimari sorunlar kadar önem taşıyan bir konu da köyün yerleşme düzeni ve bu düzenin oluşturduğu köy dokusudur. Köyün ana karakterinin korunmasında bu dokunun düzen ilkelerine sadık kalınması büyük bir önem taşıyor. Doğanbey’de yerleşmenin temel düzen bağıntısı sıkışıklıktır. Özellikle köyün merkezinde sıkışık bir dokunun hakim olduğu, Balıkçı Mahallesi gibi çeper alanlarda ise daha seyrek bir düzenin varlığı görülür. İşte Doğanbey’in korunması isteniyorsa öncelikle köyün bu özelliğinin korunmasına özen göstermelidir. Ama köye gelen kentli ev sahiplerinin en çok da bu konuda duyarlık göstermekten uzak olduğunu söylemeliyim. Köyün yeni sakinleri Doğanbey’i “kendisi olduğu için” seviyor ve bu yüzden orada yaşamayı seçiyor. Ne var ki daha sonra komşusunun cumbasının evine bakmasından rahatsız oluyor ve köyün bu kendi sıkışık düzeninden kurtulmak için çevresindeki parselleri satın alıp bahçeye dönüştürüyor.
Köyü küçük bir vadi gibi ikiye bölen dere yatağının iki yamacında gelişen Doğanbey son derece özgün bir topografyaya sahip ve yerleşme düzenini belirleyen de aslında bu topografya. Bu konuda da pek duyarlı olunmadığı, kimi kez tüm topografya bozularak inşaat yapıldığı gözleniyor. Dahası, kimi köy sakinlerinin dere yatağının doğal yapısına müdahale ettiği görülüyor.
Doğanbey’de bugüne dek 50’ye yakın yapı yaşama kazandırıldı. Belki bunların büyük bir bölümünün gerek mimari nitelik, gerekse de korumacılık açısından çok başarılı olmadığı söylenebilir. Ama başta da belirttiğim gibi, köy yeni sakinleriyle birlikte yeni bir görüntü kazanıyor, değişiyor. Bu yapıların oluşturduğu çoğulcu görüntü de artık Doğanbey’in karakterinin bir parçası ve tüm bunlara karşın Doğanbey “kendisi” olmayı sürdürebiliyor. Şimdiden sonra biraz daha duyarlı olunabilirse, ileride değişimle korumayı buluşturabilmiş ender yerlerden biri olmaması için de hiçbir neden yok.
Eski Doğanbey, Dilek Yarımadası’nda, Mykale Dağları’nın güney yamacına yaslanmış bir köy. Aydın’ın Söke ilçesine bağlı ve milli parkın sınırları içinde yer alıyor. Köy, yaklaşık yirmi yıl önce, tümüyle terkedilmiş ve evlerinin büyük bir bölümü harabeye dönmüş bir durumda kentli aydınlar tarafından keşfediliyor. Kısa süre içinde de evlerin önemli bir kesimi el değiştiriyor ve onarımlar başlıyor. Eski Doğanbey ancak 1992’de kentsel sit alanı ilan ediliyor, bu yüzden ilk onarımlar koruma kurulunun denetimi olmadan gerçekleştiriliyor.
Doğanbey köyünün tarihiyle ilgili çok fazla bilgimiz yok. Geç Osmanlı döneminde bölgenin en büyük Rum köylerinden biri olduğunu ve Domatia adını taşıdığını biliyoruz ama daha öncesine gidemiyoruz. Yapılanmış fiziksel çevre de daha öncesine ilişkin bir bilgi vermiyor. Mübadele sonrası köy demografik bir değişim geçiriyor ve Batı Trakya’dan göç etmek zorunda kalmış Türklerin köyü oluyor. Muhacirlerin de Doğanbey’i terkederek ovaya yerleşmelerinin ardından, 1980’ler sonundan başlayarak köy yeni sakinlerine kavuşuyor. Birbirinden tümüyle farklı üç profille karşı karşıyayız. Rumlar köyün yerlileri; köyle otantik bir ilişkiye sahip olduklarını, köyün doğal çevresiyle barışık bir yaşam sürdüklerini tahmin etmek zor değil. Yine anlaşılır nedenlerle, geçen yüzyılın başında köye yerleştirilen yeni Doğanbeylilerin hem köyle, hem de doğal çevresiyle aynı ilişkiyi sürdüremediklerini ve yarım yüzyıllık “zorunlu” ikametin ardından köyü terkettiklerini görüyoruz. Köyün yeni sakinleri ise farklı nedenlerle Doğanbey’e gelmiş; yerleşik yaşamı seçenler de olmuş, yalnızca tatillerde köye gelenler de. Ama bu farklılıklara rağmen köyün bu son sakinlerinin oldukça bağdaşık bir profil taşıdığı da bir gerçek. Kısacası, köy bir yüzyıl içinde iki keskin değişim yaşamış, her demografik değişim doğal olarak köyün görüntüsünün de değişimini getirmiş. Öncelikle köyün bugün yaşadığı “değişim”in zorunluluğunu kabul etmek gerekiyor. İşte ana soru da burada ortaya çıkıyor: “Değişim” ve “koruma” birlikte nasıl varolabilir? Başka bir deyişle, değişimin vazgeçilmezliğini gören bir korumacılık anlayışı mümkün müdür?
Doğanbey köyünde mimari koruma konusunu iki ayrı ölçekte tartışmak gerekiyor: Birim yapı ölçeğinde ve köyün bütünsel dokusu bağlamında. Birim yapı ölçeği söz konusu olduğunda korumacılık iki temel işlem tanımlar: Restorasyon ve rökonstrüksiyon. Restorasyondan söz edebilmek için koruma değeri taşıyan “mevcut” bir yapı gerekir. Restorasyon işlemi, bugüne ulaşmış bir yapının belirli esaslar dahilinde onarılmasına olanak verir. Eğer sadece dış mimarisiyle değil iç mekân düzeniyle, döşeme-tavan gibi yapı öğeleriyle hiç değiştirilmeden korunması gereken bir yapı söz konusu değilse (Doğanbey’de böyle bir yapı yoktur), yapının mimari karakterini ve koruma değerini ortadan kaldırmayacak “çağdaş” müdahalelerin yapılması da restorasyon bağlamı içinde yer alır. Doğanbey’de restorasyona konu olan yapıların sayısı çok fazla değil. Son yıllarda yapılmış restorasyonlar arasında İ.R. Evi, müze ve artık konut işlevi taşıyan mağazalar yer alıyor. Köyün tescil edilmiş ama henüz onarılmamış birkaç yapısı da gelecekte restorasyona konu olacaktır. Rökonstrüksiyon ise, sözcük anlamının da gösterdiği gibi, herhangi bir nedenle yıkılmış bir yapının özgün mimarisini aktaran belgelere dayanarak yeniden inşası demektir. Doğanbey’de tek bir rökonstrüksiyon örneği var: E.A. Evi.
Peki, restorasyon ya da rökonstrüksiyon işlemiyle ele alınmış (ve ele alınabilecek) yapıların sayısı bu denli az olduğuna göre, bugüne dek yapılmış “onarımlar” hangi kategoriye giriyor ve bu bağlamda Doğanbey’de birim öğe ölçeğinde korumadan ne anlayacağız? Bir an için bugüne dek yapılmış “onarımları” tartışmayı bir yana bırakalım ve şu sorunun yanıtını arayalım: Sadece temel izleri kalmış ya da koruma değeri taşımayan duvar kalıntılarından ibaret bir yapının (ki Doğanbey’deki evlerin büyük bir bölümü bu durumdadır), “korumacılık” esaslarına göre “tasarlanması” nasıl olmalıdır? Bu sorunun yanıtını mimarlığın içinden vermek gerekiyor. Daha açık bir deyişle, içinde yer aldığı bağlamla ilişkisini sorunsallaştıran, yapı tektoniğinden kullandığı sözlüğe dek eski-yeni gerilimini mimariye yansıtan ve bugünün sözünü söyleyen bir üretim hiç kuşkusuz çağdaş korumacılık bağlamında savunulacak bir tasarım olmalıdır. Bu da, teknik bir “koruma” uzmanlığından önce nitelikli bir mimari tasarım gerektirir. Doğanbey’de bu bağlamda değerlendirilebilecek alçakgönüllü bir örnek var: Sibel Gürses’in M.T. Evi.
Ne ki bu anlayışın da tehlikeleri olduğunu belirtmek gerek. Eğer korumayı böylesi bir “özgür yorum” düzeyinde tanımlarsak, bu kez kötü mimari tasarımların çevreyi tahrip etme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu “yorumcu” yaklaşım nitelikli bir tasarımı da zorunlu kılar. Ama zaten mevcut “koruma kurulu” ilkeleri bu özgür yaklaşıma olanak vermiyor. M.T. Evi de, o yıllarda köy henüz bir sit alanı olarak tescil edilmemiş olduğu için gerçekleşebilmişti. Bu durumda geriye (koruma kurullarının da önerdiği) tek bir yol kalıyor: Pseudo (sahte) eski evler inşa etmek. Bugüne dek yapılanın da da genellikle bu olduğunu açıkça söylemek gerek. Şimdiden sonra da aynı yol izlenecek gibi gözüküyor. Ama tüm bu saptamalara karşın şunu söylemeliyim: Günümüzün genelgeçer korumacılık paradigmaları içinde kendisine meşru bir zemin bulabilecek daha duyarlı yaklaşımlar geliştirilebilir. Bunun için de öncelikle temel ölçütler tanımlanmalıdır. Böylece bir yandan köyün karakterini korumak olası olur, bir yandan da bu “vernaküler” yeniden üretim daha anlamlı bir çerçeveye oturur.
Bu bağlamda, korumaya ilişkin temel ölçütler iki kesimde ele alınabilir: yapı öğeleri sözlüğünün ve kütle/plan düzenlerinin tipolojileri. Bilindiği gibi, yapı öğeleri sözlüğü duvar (ve örgüsü), pencere, kapı, cumba, hayat, çatı gibi ana mimari öğelerden oluşur. Doğanbey’de mimari bir tasarıma girişmeden önce bu yapı öğeleriyle ilgili bir tipoloji çalışması yapmak zorunludur, çünkü köyde en azından temel karakter sürekliliğini sağlamak için tipolojilerin saptanıp korunması gerekir. Köyün karakterinde en belirleyici olan ise duvar örgüsüdür. Örgü konusunda hassas davranabilmek için duvar ustaları yetiştirilmeli, gelip geçici ustalarla değil köyün örgü diline ve bu dilin kendi içindeki çeşitliliğe hakim olmuş ustalarla çalışılmalıdır. Ne yazık ki köyde son 15 yılda gerçekleşmiş inşaatlara baktığımızda, yerleşik ve deneyim kazanmış bir ekiple kotarılmış belirli sayıdaki yapı bir yana koyulursa, bu konudaki başarı düzeyinin pek de yüksek olmadığı görülüyor.
Hiç kuşkusuz sadece yapı öğelerinin saptanması yeterli değildir, bunların köydeki özgün modellere uyarak ayrıntılandırılması, doğru bir sözdizimiyle (syntaxe’la) kullanılması gerekir. Geleneksel mimarlıkta her ayrıntının işlevsel bir anlamı vardır; buna somut bir örnek vermek istiyorum: Köyde iki yolun birleştiği noktalarda yer alan duvar köşelerinin, geçişi kolaylaştırmak için zemin kat seviyesinde kırılmış olduğu dikkati çeker; bu ayrıntı “çal köşe” olarak adlandırılır. Son yıllarda yapılmış bir yapıda, “çal köşe”nin zemin kat seviyesinin epey üstüne ulaştığı görülüyor, kim bilir belki de kuşlar köşeye çarpmasın diyedir...
Kütle/plan düzenlerinin tipolojisi de en az yapı öğeleri kadar önem taşır. Doğanbey’de yapıların belirli ölçü düzenlerini taşıması, örneğin 4.5m x 9.0m ölçüsünün pek çok yapıdaki tekrarı bir rastlantı değildir, hem yapıların statik sorunlarına yanıt verir, hem de köye kendi özgün ölçeğini kazandırır. Aslında Doğanbey’de kütle/plan düzenlerinin bilimsel bir çalışmayla saptanması, tipoloji tablolarının oluşturulması gerekir. Böylece “tekrar ve farklılaşma” daha da açıklık kazanacaktır. Çünkü belirli tipolojik modellerin tek bir kalıba indirgenerek yinelenmesi de doğru olmaz, tekdüze bir “site” mimarisi ortaya çıkar.
Doğanbey’de en az birim yapı düzeyindeki mimari sorunlar kadar önem taşıyan bir konu da köyün yerleşme düzeni ve bu düzenin oluşturduğu köy dokusudur. Köyün ana karakterinin korunmasında bu dokunun düzen ilkelerine sadık kalınması büyük bir önem taşıyor. Doğanbey’de yerleşmenin temel düzen bağıntısı sıkışıklıktır. Özellikle köyün merkezinde sıkışık bir dokunun hakim olduğu, Balıkçı Mahallesi gibi çeper alanlarda ise daha seyrek bir düzenin varlığı görülür. İşte Doğanbey’in korunması isteniyorsa öncelikle köyün bu özelliğinin korunmasına özen göstermelidir. Ama köye gelen kentli ev sahiplerinin en çok da bu konuda duyarlık göstermekten uzak olduğunu söylemeliyim. Köyün yeni sakinleri Doğanbey’i “kendisi olduğu için” seviyor ve bu yüzden orada yaşamayı seçiyor. Ne var ki daha sonra komşusunun cumbasının evine bakmasından rahatsız oluyor ve köyün bu kendi sıkışık düzeninden kurtulmak için çevresindeki parselleri satın alıp bahçeye dönüştürüyor.
Köyü küçük bir vadi gibi ikiye bölen dere yatağının iki yamacında gelişen Doğanbey son derece özgün bir topografyaya sahip ve yerleşme düzenini belirleyen de aslında bu topografya. Bu konuda da pek duyarlı olunmadığı, kimi kez tüm topografya bozularak inşaat yapıldığı gözleniyor. Dahası, kimi köy sakinlerinin dere yatağının doğal yapısına müdahale ettiği görülüyor.
Doğanbey’de bugüne dek 50’ye yakın yapı yaşama kazandırıldı. Belki bunların büyük bir bölümünün gerek mimari nitelik, gerekse de korumacılık açısından çok başarılı olmadığı söylenebilir. Ama başta da belirttiğim gibi, köy yeni sakinleriyle birlikte yeni bir görüntü kazanıyor, değişiyor. Bu yapıların oluşturduğu çoğulcu görüntü de artık Doğanbey’in karakterinin bir parçası ve tüm bunlara karşın Doğanbey “kendisi” olmayı sürdürebiliyor. Şimdiden sonra biraz daha duyarlı olunabilirse, ileride değişimle korumayı buluşturabilmiş ender yerlerden biri olmaması için de hiçbir neden yok.