Dün Bosna Bugün Filistin Yarın Neresi?

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
57
Yaş
36
Coin
256,936
BOSNA SAVAŞI


Yakın tarihimizin en karanlık sayfalarından birini teşkil eden Bosna Savaşı (1992-1995) esnasında Uluslar arası Kızılhaç Örgütü verilerine göre Bosna Hersek’te 312.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 200.000 kadarı Boşnak halkına ait olup bu halk dünyanın gözü önünde sistematik bir soykırıma tabi tutulmuştur.

SREBRENICA SOYKIRIMI



Srebrenica, Bosna Hersek’in doğusunda Sırbistan sınırına 10 km. uzaklıkta bir Müslüman Boşnak kentidir. İsmini gümüş anlamına gelen srebren kelimesinden alan kent, tarih boyu başta gümüş olmak üzere değerli maden rezervleriyle ve şifalı sularıyla ünlü bir kenttir. Romalılar zamanında kent, ‘gümüş ocağı’ anlamında Angentaria olarak biliniyordu. Barış zamanında halk geçimini turizm, madencilik ve tekstil sanayinden sağlıyordu.

Şu anda nüfusunun çoğunluğunu Sırpların oluşturduğu Srebrenica bölgesi 1992 yılında başlayan savaş öncesi, Müslüman bölgelerden biri idi. 1990’daki Yugoslavya nüfus sayımlarına göre 36.666 nüfusluk Srebrenica bölgesi yüzde 75.2 oranında Boşnak çoğunluğa sahipken Sırplar bölgenin sadece yüzde 22.7’sini oluşturuyordu.



Nisan 1992’de birkaç gün dışında, Müslümanlar, Srebrenica’da sürekli hakim durumdaydılar. Öyle ki, Srebrenica, Müslüman direnişin önde gelen bir sembolü olmuş ve Boşnakça şarkılara geçmişti. Ancak bu gerçek, 11 Temmuz 1995’te tam tersine döndü. Tarihin en karanlık günlerinden biri olan bu günde, Sırp Televizyonu, soykırımın mimarı Sırp Ordu komutanı General Ratko Mladiç’in bir tepe üzerindeki görüntülerine yer veriyordu. Mladiç Televizyon seyircilerine hitaben ‘Türklerden’ intikam alma zamanının geldiğini ve şehrin Sırp milletine bir hediye olduğunu söylüyordu.

1992 yılında Büyük Sırbistan kurma hayalindeki Sırplar, Belgrad’da Devlet Başkanı Miloseviç ve Genelkurmay Başkanı Perisiç’in desteğini alarak sözde Bosna Sırp Devleti ve Sırp Demokrat Partisi (SDS) Başkanı olan eski bir psikiyatri doktoru Radovan Karadziç ve General Ratko Miladiç öncülüğünde Bosna Hersek’te etnik arındırma çalışmalarına başladılar.

Üç yıl boyunca Sırplar uluslar arası hiçbir konvansiyona kulak asmayarak insanlık dışı uygulamalarını pervasızca sergilediler. Soykırım ise savaş başladığından beri Sırpların başvurduğu yegane savaş yöntemiydi. Daha savaşın ilk evrelerinde Nisan 1992’de Srebrenica’nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Bosnalı Müslüman Sırp paramiliterleri ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutulmuş ve katledilmişti.

Savaş süresince sürdürülen katliamlardan biri de Srebrenica’da yine Sırplar tarafından gerçekleştirildi. Bosna’nın en doğusunda, Sırbistan sınırında yer alan Srebrenica, tıpkı Gorajde ve Jepa gibi kuşatılmış bölgelerden olup Bosna Sırpları için Belgrad’la aralarındaki engellerden biriydi. Çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Bosna’nın doğu bölümü büyük oranda “temizlenmişti”; ancak çevre katliam bölgelerinden kaçıp sığınan Müslümanların toplandığı bu kasabalar direnişlerine devam ediyorlardı.

Bijeljina, Brutunaç ve Zvornik gibi komşu bölgelerden kaçan on binlerce Müslüman 10.000 nüfusluk Srebrenica’ya sığınmak zorunda kalınca nüfusu 60.000’e kadar yükselmişti. Kış ayının soğuğuna rağmen insanlar sokaklarda yatıyor, açlık ve sefaletle boğuşuyordu.

Miloseviç’in eski korumalarından Nasır Oriç’in kurduğu Müslüman direniş örgütü ilk yıllarda Srebrenica’yı var gücüyle savundu. Dünyanın en büyük ordularından Yugoslavya ordusunun tüm imkanlarını kullanan Sırplara karşı Müslümanlar bölgeye uygulanan ve en çok kendilerinin zarar gördüğü ambargodan ötürü hafif silahlarla ve az sayıda mermi ile karşı koymaya çalışıyordu.

1993 yılında Srebrenica’nın etrafındaki çember gittikçe daraltılmasına rağmen gerekli önlemleri almayan BM ve NATO’nun tavrı Sırp güçleri cesaretlendiriyordu. Nihayet 16 Nisan 1993’teki olağanüstü toplantısında almış olduğu 819 ve 824 no’lu kararlarıyla BM Güvenlik Konseyi, Saraybosna, Tuzla, Jepa, Gorajde ve Bihaç ile birlikte Srebrenica’yı da güvenli bölge ilan etti. Bu kuşatılmış bölgeler evvelce Fransız General tarafından “barışın önündeki en büyük engel” olarak nitelenmişti.

Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton Barış müzakereleriyle savaşın sona ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar ve tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu.


6 - 8 Temmuz 1995:
Daha önce Kuzey-Bosna’daki Sırp saldırılarından kaçan binlerce sivilin sığındığı Srebrenica kenti Sırp güçleri tarafından kuşatıldı. Kente sığınan bu kalabalıklar orada bulunan 600 civarında Hollandalı barış gücü askerin koruması altında idi. Mayıs ayından itibaren kuşatma altındaki bölgede yakıt gittikçe azalıyor ve dışarıdan taze yiyecek de gelmiyordu.
Sırp güçleri sabah doğru kenti tank ve top ateşiyle bombardıman etmeye başladılar. Kuşatmada Sırbistan’dan gelen ağır silahlarla saldıran Sırp askerlerini yanı sıra Arkan’a bağlı paramiliter Sırp çeteleri de yer almıştı. Bu maksatla Sırplar bölgeye 12 bin asker, 30 tank ve top ile Sam füzeleri sevk edilmişti.
Müslüman Bosnalı savaşçılar barış güçlerine teslim ettikleri silahların geri verilmesini istemelerine rağmen isteklerine olumsuz cevap aldılar.
Bombardımanların sıklaşması ve atılan roketlerin sığınmacıların bulunduğu merkezin ve barış gücünün gözlem yerlerinin yakınlarına kadar ulaşması sonucu Hollandalı komutan BM merkezinden yardım istedi.


9 Temmuz 1995:
Sırp güçlerin bombardımanı ağırlaştırmaları sonucu, Hollanda gözlem mevzilerine saldıran ve 30 askeri rehin alıp ilerleyen Sırpların önünden binlerce sığınmacı, güneydeki kamplardan şehrin iç bölgelerine akın etmeye başladı.
10 Temmuz 1995:
Hollandalı birliklerin komutanı Albay Karremans Sırpların Hollanda mevzilerini bombalaması sonucu BM’den yardım istedi. BM Yugoslavya Koruma Gücü Komutanı General Bernard Janvier başlangıçta reddetti; ancak ikinci istekten sonra kabul etmek zorunda kaldı. Uçaklar şehre ulaşmadan Sırp saldırıları geçici olarak durdu ve saldırılar ertelendi.
Srebrenica’nın düşmesinden önce General Janvier, BM güçlerinin bu tepkisizliğini savunarak basın toplantısında şu açıklamayı yaptı: “Herkese bir kez daha hatırlatmak isterim ki, Bosna Hükümet Ordusu birlikleri kendilerini savunacak güce sahiptir. Hem Srebrenica’ya yönelik bir müdahale yapmamız da Boşnaklar tarafından istenmemektedir. Oradaki durum 1993’teki gibi değil. Aldığım bilgilere göre Boşnak askerler Srebrenica yolu üzerindeki Hollanda askerlerine ateş etmekte ve Srebrenica üzerinde uçan NATO uçaklarına saldırmaktadırlar. Müslümanlar bizi arzulamadığımız bir yola çekmeye çalışmaktadırlar.”
BM Yugoslavya Özel Temsilcisi Yashushi Akashi de: “Saldırıları Müslümanlar başlatıyor. Sonra da BM ve uluslar arası güçü yanlış kararlarına ortak etmeye çalışıyorlar.” diyerek Janvier’in bu ifadelerine destek verdi.
Aynı gün akşam üzeri kent merkezinde bulunan 4.000 civarında sığınmacı panik içerisinde sokaklarda koşuşturuyordu. Hollanda mevzileri etrafında büyük kalabalıklar toplanıyordu.
Hollandalı komutan Sırpların ertesi gün 0600’a kadar güvenlikli bölgeden çekilmedikleri takdirde NATO uçaklarının büyük bir hava saldırısı başlatacağını söyledi.


11 Temmuz 1995:
Sırp güçleri beklenen saatte geri çekilmedi. Ancak saat 0900’da Albay Karremans Saraybosna’daki merkezden yakın hava desteğinin yanlış biçimde istendiği yönünde bir mesaj aldı. Saat 1030’da tekrar gönderilen dilekçe General Janvier’e ulaştı; ancak bu esnada 0600’dan beri havada olan NATO uçakları yakıt ikmali için İtalya’ya dönmek zorunda kalmışlardı. Gün ortasında çoğunluğu kadın, çocuk ve zayıflardan müteşekkil 20.000’den fazla sığınmacı Potoçari’deki ana Hollanda üssüne kaçtılar.
Saat 1430’da hava saldırısı konusundaki kararsızlık nihayet sona erdi ve iki Hollanda F-16 uçağı Srebrenica’yı kuşatan Sırp mevzilerine iki adet bomba bıraktı. Bombalardan biri bir Sırp zırhlı taşıyıcıyı vurdu, diğeri ise bir tanka isabetsiz atış yaptı. Sırplar bu saldırılara ellerindeki Hollandalı rehineleri öldürecekleri ve sığınmacıları bombardıman edecekleri tehdidiyle karşılık verince bundan sonraki saldırılar durdu.
Sırp Komutan Ratko Mladic Sırp kamera ekibiyle birlikte iki saat sonra şehre girdi. Akşam olunca Mladiç, Albay Karremans’ı yemeğe davet ederek Müslümanların canlarını garanti altına almak için silahlarını teslim etmeleri gerektiği ültimatomunu verdi. Mladiç hem Srebrenica’ya saldırıyı hem de bunu takip eden soykırımı bizzat yönetti. Amerikan istihbarat kaynaklarına göre ise emirleri bir Sırp generalden alıyordu.
İlginçtir ki, Srebranica’nın düştüğü saatlerde BM Genel Sekreteri Bturos Gali Atina’da “barışa yaptığı katkılardan dolayı” Onasis Ödülü almakla meşguldü. Avrupa ise aynı saatlerde faşizme karşı zaferinin 50. yılını kutluyordu.
12 Temmuz 1995:
Otobüsler kadınları ve çocukları Müslüman bölgesine taşımak üzere kente gelirken Sırplar, 12 ile 77 yaş arası bütün erkekleri “savaş suçlusu sanıkları sorguya çekmek” bahanesiyle ayırmaya başladı.
Sonraki 30 saat içerisinde 23.000 dolayında kadın ve çocuk bölgeden tahliye edildi. Ayrılan yüzlerce erkek ise kamyonlara ve depolara doldurulmaya başladı.
Kadın, çocuk ve yetişkin erkekten oluşan 15.000 civarında Müslüman Bosnalı grup Susnjari’de toplanarak Tuzla’ya ulaşabilmek için ormanlık bölgeye daldılar. Gece boyu Srebrenica’dan dağlar üzerinden kaçmaya çalışırken Sırplar tarafından bombardımana tutuldular. Çoğu bu ölüm yürüyüşünde ya Arkan’ın köpeklerine, ya Sırp tuzaklarına yada açlık ve susuzluğa kurban gittiler. Kaçanları yakalamak için hileli yöntemler kullanan Sırplar, kimyasal silah kullanmaktan geri durmadılar. Yola çıkanlardan pek azı bu çileli yolculuk sonunda Tuzla’ya salimen ulaşabildi.
13 Temmuz 1995:
Karavica köyü yakınında bir depoda silahsız Müslümanlar şehit edilmeye başlandı.
11 ve 12 Temmuz tarihlerinde Mladiç ve adamları Brutanaç’ta Hollanda üssü yetkilileri ile görüşmeler sonucu barış gücü askerleri Hollanda üssü durumundaki Potoçari’ye sığınan 5000 Müslümanı Sırplara teslim ettiler. Buna karşılık Sırplar Nova Kasaba üssünde tutulan 14 Hollandalı askeri serbest bıraktılar.
Potoçari’ye kadar gelen Mladiç televizyon kameraları karşısında kimseye bir şey yapılmayacağı ve herkesin güvenle Srebrenica dışına çıkarılacağı garantisi verdi. Gelen 60 kadar kamyon ve otobüse bindirilen erkeklere esir değişimi için Tuzla’ya gönderilecekleri söylendi. Görgü tanıklarının ifadesine göre bu sırada Hollandalı askerler bir kenara çekilip olanları izlemekten, hatta sığınmacıları Sırplara teslim etmekten başka bir şey yapmıyorlardı. İki gün süren bir katliamın ardından Kendilerine hiçbir şey yapılamayacağı garantisi verilen bu gruptan kurtulan pek kimse olmadı.


16 Temmuz 1995:
Srebrenica’dan kaçıp Müslüman hakimiyetindeki bölgeye ulaşan ilk Bosnalılarla birlikte soykırım haberleri de ortaya çıktı. Görgü tanıkları inanılması güç vahşet öyküleri anlatıyorlardı.
BM ile Sırplar arasındaki müzakereler neticesinde Hollandalıların geride silahlarını, yiyeceklerini ve sağlık gereçlerini bırakarak en azından Srebrenica’yı terk etmelerine izin verildi.



BM’nin rolü

Srebrenica katliamıyla BM’nin ortaya koyduğu “güvenli bölge” doktrini de iflas etmiş ve BM’nin bu nevi muhtemel krizlere müdahale yöntemleri tamamen tartışılır hale gelmişti. Müphem bir terim olan kavramı baştan beri tam olarak tanımlanmamış ve bu bölgelerde, Bosnalı sivillerin güvenliğini garanti altına alacak oranda yeterli güç istihdam edilmemişti. Uygulamaya konduktan iki yıl sonra açıkça anlaşıldı ki güvenli bölge olarak adlandırılan bölgeler aslında dünyanın en ziyade güvensiz bölgeleri arasındaydı.

Güvenli bölge ilan edilen bölgelerde BM’nin yetersizliğini gören Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetegoviç defaatle BM yetkililerini uyarmış ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet etmişti. Merhum Aliya’nın, “Ya aldığınız kararlara sadık kalın, kararlarınıza uyun ve kararlarınızı tanımayıp saldırılarına devam eden Sırp çetnikleri durdurun yada Müslüman halkın elinden topladığınız silahları geri verin. Aksi halde meydana gelebilecek her türlü olaydan siz sorumlu olursunuz.” diyerek yaptığı bütün uyarılara karşı BM yetkilileri, gerekeni yaptıkları ve Sırpların güvenli bölgelere giremeyecekleri yönünde cevap vermekteydiler.

Baştan sona olanlar ise verilen garantilerin arkasının hiçbir şekilde doldurulmadığını ve büyük bir ihmalin olduğunu gösterdi. Bu yüzden Sırpların kenti kuşatmaları ve kente girmeleri karşısında pasif kalan BM güçleri yapılanlardan sorumlu tutulmaktadır. Sırpların Srebrenica sokaklarında insanları toplayıp erkeklerini toplu katliam merkezlerine götürdüğü, kadınlarına tecavüz edip çocuklar ve yaşlılarla birlikte şehir dışına sürdüğü esnada BM sorumlusu Akashi, ellerinde yeterli bilgi olmadığını bahane ederek, “Fiziksel işkenceye dair izler yok. İnsanların kendi istekleriyle mi yoksa zorla mı yerlerinden edildiğini henüz bilmiyoruz.” demiştir. Birkaç gün sonra 4.000 sivilin kayıp olduğu kendisine sorulduğunda ise “verilerimizdeki büyük boşluklar” diyerek cevap vermiştir.



Sırpların niyetleri tespit edilip sorumlu mevkideki kişilere rapor edildiği halde bir takım sudan bahanelerle zamanında müdahale edilmemiş, Sırpların “temizlik” çalışmalarını istedikleri şekilde icra etmelerine göz yumulmuştur.

Uluslararası camianın olanlar karşısındaki tepkisizliği vahşi Sırplara cesaret vermiştir. Srebrenica çevresindeki ilk toplum mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde bu tavrı tenkit ederek şöyle der: “Uluslar arası camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenica, uluslar arası camianın felaketin uzağında durduğu bir durum değildir. Bilakis, uluslar arası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. … Srebrenica’nın düşmesi gerçekte olması gereken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu Bosna’da oraya buraya saçılmasına hiç gerek yoktu. Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikayesi ile büyümesine hiç gerek yoktu.” (Rohde, Son Oyun, s. 351, 353.)

BM’nin Srebrenica’daki askerini gücünü oluşturan Hollanda taburu Sırpların niyetleri bilindiği halde saldırı öncesi Müslümanlardan silahları toplamış ve bütün ısrarlara rağmen savunmaları için bir daha geri vermemiştir.

Potoçari’deki kampta kendilerine sığınan sivilleri korumamış, aksine Sırplara teslim etmiştir. Hatta sonradan kampta kaldığı tespit edilen 242 kişiyi kendi elleriyle Sırplara teslim etmişlerdir. Sırplara teslim edilen bu gruptan sağ olarak kurtulmuş bir kişi bile bilinmemektedir. Müslüman erkekleri ayırmada Sırplara yardım ettiklerini kendi ifadelerinde itiraf etmişlerdir.

Bunlarla birlikte Hollandalı birlik pasifliği sebebiyle zırhlı araçlarını Sırplara kaptırmıştır. Rehine olarak Sırpların eline geçirdiği 150 kadar askeri ise hava saldırısına karşı bir bahane oluşturmuştur.

Nihayet katliamın dış dünyaya iletilmesinde bile tamamen etkisiz olunmuş; hatta ellerindeki fotoğraflardan ve video görüntülerinden oluşan dokümanların “yanlışlıkla” silindiği ve kaybolduğu ileri sürülerek bu konuda işbirliği imkanı ortadan kaldırılmıştır.

Bununla birlikte dünyanın yükselen tepkisi nedeniyle 2001 yılında sebep olunan feci olaylardan ötürü Hollandalı askerler özür dilemek zorunda kalmıştır. Askerlerin komutanı Karremans’ın Mladiç’le ‘rakiya’ tokuşturduğu kare ise unutulmayacak kadar ibret vericidir. Yine Karremans, “Srebrenica: Kimin Umurunda” başlıklı kitabı bir kitap kaleme almıştır.

Gerçekleşmeyen Adalet
Sırp güçlerin kenti güçleri altına aldığı sadece beş günde katledilen masum Müslüman sivil erkek sayısının 10.000 civarında olduğu düşünülmekteydi. Müslümanları şehit ederken kurşuna dizme, yakma, diri diri gömme gibi insanlık dışı birçok yöntem uygulandı.
Adamların çoğu Bratunac’ta bir okulun Bosna savaşı sırasında daha önce katliam merkezi olarak kullanılan spor salonunda şehit edildi. Beş gün süren bir vahşet sonrası yüzlercesi Nova Kasaba yakınında bir futbol sahasında şehit edildi. Görgü şahitlerinin ifadelerine göre Sırplar Boşnakları zorla kazdırdıkları çukurların önüne dizerek kurşuna diziyor, sonra da yine Boşnaklara çukuru kapatmalarını emrediyorlardı. Vahşetin boyutları o kadar ileri gitmiş ki, kıyımdan zevk alan Sırplar Müslümanların yüzlercesini bir çukura ölüm tehditleriyle dolduruyor, ardından buldozerle diri diri gömüyorlardı.
Ölenlerin büyük kısmı, toplu mezarlara gömülürken bölgede her geçen gün yeni toplu mezarlar açığa çıkıyor. Buralardan elde edilen bulgulara dayanılarak bu rakamın 13.000’e kadar çıkabileceği tahmin edilmektedir.
Katliamdan 6 ay sonra Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi müfettişleri bölgede çalışmalara başladılar. Onlarca toplum mezar açıldı. Binlerce iskelet gün yüzüne çıkarıldı. Bu çalışmaların sonunda çok sayıda delil toplandı. Bütün açıklığına rağmen Sırplar katliamı reddetmeye, ortasındaki saldırıyı ve katliamı önlemeden etkisiz olan Avrupa ise gerekli adımları atmada vurdumduymazlığına devam etmektedir. Hala kaybolan binlerce kişinin nerede olduğu, hangi mezarda yattığı bilinmemektedir.

Tarihin en büyük katliamının üzerinden on yıl geçmişi olmasına rağmen katliamın sanıkları Karadziç ve Mladiç yargılanmamış olup halen serbest olarak dolaşmaktadırlar. Korumalarıyla işlerine gidip gelmekte, toplantılara ve düğünlere katılmaktadırlar.

Mayıs 2005 itibariyle Srebrenica sanıklarından sadece 6 tanesi yargılanmış ve 5 ile 46 yıl arasında hüküm giymiştir. Bunda geçen on yıl boyunca Belgrad yetkililerinin BM Uluslararası eski Yugoslavya Savaş Suçları Mahkemesi’nin Bosnalı Müslümanların yaptıklarını göz ardı edip Sırpları hedef aldığını öne sürerek
Bosnalı Sırp militanlara yöneltilen suçlamaları reddetmelerinin payı oldukça büyüktür. Uluslararası camianın üzerine düşen somut bazı ödevler vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Srebrenica’nın tüm öyküsü bütün açıklığıyla ortay konmalı ve dünya kamuoyuna duyurulmalıdır.
Bütün toplu mezarlar açılmalı ve cesetlerin kimliği tespit edilmelidir.
Srebrenica’dan kurtulduğu halde Sırp Cumhuriyeti’nde veya Sırbistan’da cezaevlerinde tutulan kişiler serbest bırakılmalıdır.
Srebrenica halkının yurtlarına geri dönmeleri temin edilmelidir.
BM’nin Srebrenica Güvenli Bölgesi’ni korumaktaki başarısızlığını araştırmak üzere tam ve açık bir uluslar arası araştırma komisyonu kurulmalıdır.
Radovan Karadziç, Ratko Mladiç gibi sorumlular yakalanmalı ve yargı önüne getirilmelidir.

Srebrenica için yapılması gerekli olan üzerinden henüz 10 yıl geçmiş, aktüel sayılabilecek kadar taze bu olay karşısında suskunluğa gömülüp insanlığa ve medeniyete meydan okuyan Hitlervari azgın katiller karşısında acziyet sergilemek, zaaf göstermek olmamalıdır. Pervasız vahşilerin elinde en acımasız usullerle şehit edilen ve isimsiz kabirlerinde toplu olarak yatan şehitlerin hak ettiği tavır, onların tarihin sayfalarında bir geçmiş masalı olarak kalması ve lime lime doğranırken çektikleri acıların ruhlarına da reva görülmesi hiç olmamalıdır. Öyle zannediyorum ki, insanlığa karşı ödevlerini eksiksiz yerine getiren bu yiğit kurbanların ardında bıraktıkları biz insanlık camiası, onların katlandıkları zorluktan çok daha çok daha büyük bir imtihanla karşı karşıyayız. İnsanlık, uluslar arası siyaset kaygıları uğruna ya bütün yapılanları sineye çekip görmezden gelmeyi ve yapılanları unutup hatırlatmamayı tercih edecektir ki, bu durumda kaybeden sadece ve sadece insanlık ailesi olacaktır. Yada gelecek insanlık ailesinin aynı felaketlere ve acılara uğramaması uğruna Srebrenica’nın kan rengi topraklarında yatan sessiz yığınların çığlığına kulak verip sorumluları adalet önüne çıkaracak ve ibretamiz bir şekilde onları yargılayıp cezalandıracaktır. Kahramanlıkları ve mazlumiyeti tarihe mal olmuş bu masum halka bir isim hiç değilse mezar taşında çok görülmemelidir.

ARŞI TİTRETEN BİR VAHŞET

HOCALI KATLİAMI/AZERBEYCAN


Can Azerbaycan, "hocalı Katliamı'nın Yıl Dönümü"nü Anmaya Hazırlanıyor...
Bu bebeklerin suçu ne idi !!!



Azerbaycan, Ermeni ve Rus işbirlikçileri tararfından 26 Şubat 1992 tarihinde gerçekleştirilen "Hocalı Katliamı'nın yıl dönümü"nü düzenlenecek etkinliklerle anacak. 613 masum insanın hayatını kaybettiği katliam, internet ararcılığı ile dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılıyor. Azerbaycan'ın dünya devletlerinde bulunan temsilcileri, soykırımı bulundukları ülkenin yayın organlarına anlatmak için basın toplantıları düzenleyecek.



Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı Kasabası' na, eski Sovyet İttifakı Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366.Alay'ın desteği ile Ermeni Silahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu ölen 613 Azerbaycan Türk'ü yarın düzenlenecek etkinliklerle anılacak. Azerbaycan ülkücüleri, saldırıların 10. yıl dönümünde, Ermeni ve Rus işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen soykırımı dünya kamuoyuna bildirmekte kararlı. katliamın 1992 yılının 25 şubatını 26'sına bağladığı gecede, Ermeni silahlı kuvvetlerinin, eski Sovyet İttifakı Silahlı Kuvvetleri'ne ait 366. Alay'ın desteği ile, Hocalı Kasabası'na baskın düzenlediler... Saldırılar sırasında 613 kişi hayatını kaybetti, bunların 106'sının kadın, 83'ünün çocuklardan oluşuyordu... Ayrıca, 56 kişi de işkenceyle öldürüldü...

Azerbaycan'ın dünya devletlerinde bulunan temsilcileri, soykırımı bulundukları ülkenin yayın organlarına anlatmak için basın toplantıları düzenleyecek...

vah ninem vah, vah bebeğim vah




İşte Hocalı kurbanlarından bir kaçı, iki yaşlı, bir bebek, birde yakılmış yüz...








ve sözün bittiği yer...KIBRIS'TAKİ RUM VAHŞETİ

Kıbrıs'taki sorunun boyutunu anlamak, Türk tarafının haklılığını görmek ve neden bu meselede tüm Türk Milleti'nin bu denli hassas olduğunu kavramak için, 1974 öncesi dönemde Kıbrıslı Türklere karşı uygulamaya konan soykırım girişimini incelemek gerekir. Bu dönemde adadaki savunmasız Türk halkına karşı gerçekleştirilen insanlık dışı katliam ve işkenceleri vicdanla değerlendiren her insan, bunların "bir daha asla" yaşanmaması için gerekli önlemlerin alınmasına anlayışla bakacaktır.

Bu bölümde, konu hakkındaki yabancı kaynaklara dayanarak, Rum vahşetinin sayısız örneğinden sadece bir kısmını aktarıyoruz. Bu dahi, Kıbrıs Türkü'nün ne kadar büyük bir zulme maruz kaldığını hatırlatmak için yeterli olacaktır.

Mathiati Katliamı

208 Türk'ün yaşadığı Lefkoşe'nin Mathiati köyündeki vahşet Gibbons tarafından şöyle anlatılmaktadır:

"(...) İlk dakikalarda üç Türk ciddi olarak yaralandı. Türkler beyaz, küçük evlerinden sokağa fırladıklarında, küfreden ve çığlıklarla gülen kalabalık, bunları yol boyunca iteklemeye ve tekmelemeye başladı. Dipçik darbeleriyle yerlere yıkılan dehşete kapılmış Türkler, sokaklarda sürüklenirken; kalabalık evlere doluşup, ocaklardan yanan kütükleri çekip perde ve yatakları yakmaya başladı. Yıllar boyunca güneşte kurumuş ahşap çatı kirişlerini önce dumanlar, sonra da ateş sardı. Gürültüyle uyanıp ağlamaya başlayan emzikli bebeleri sıkıca tutmuş, çoğu gecelikli ve ayakları çıplak olan kadınlar, yürüyebilen ve pantolon veya mavi çizgili pijamalarının paçalarını tutmuş çocuklarıyla birlikte, yaralılarını sürükleyen Türkler alevler içindeki sokaklarda itilip kakılıyorlardı.






Rum gençler histerik bir biçimde evlere ateş ediyor, kısılmış sesleriyle çılgıncasına bağırıyorlardı. Ateşler evlerin bir kısmını bütünüyle kaplamadan gruplar halinde içlerine doluşup eşya ve tabak-çanağı kırmağa değerli eşyaları kapıp ceplerine doldurmaya başladılar. Evlerin gerisinden gelen çılgınca sesler saldırganların dikkatini Türklerin hayvanlarına çekti. Ahırlara doluşup sağlam inekleri, keçi ve koyunları makineli tüfekle taradılar. Tavukları havaya atıp, gıdaklar ve çırpınırlarken ateş ediyorlardı; gövdeleri bir tüy bulutu halinde parçalanıyordu.

Kalabalık kana susamış bir çılgınlık içinde bağrışıyordu. Türkler, donmuş, açık yol boyunca sürüklenip köyden çıkarıldılar. Azap içinde, tamamıyla Türklerin oturduğu bir sonraki köyün, Kochatis'in yakınlarında bırakıldılar. Kochatis köyünün Türkleri komşularına yardım etmek için evlerinden fırlarken kalabalık ateş etme, yakma ve yağmalama çılgınlığına devam etmek üzere Mathiati'ye geri döndü." (H. Scott Gibbons, Peace Without Honour, Ankara, 1969, s. 31)

Türk halkına karşı gerçekleştirilen insanlık dışı katliam ve işkenceleri vicdanla değerlendiren her insan, bunların "bir daha asla" yaşanmaması için gerekli önlemlerin alınmasına anlayışla bakacaktır.

This image has been resized. Click this bar to view the full image. The original image is sized 750x479.


Ayvasıl Katliamı

Gibbons'un Ayvasıl (Ayios Vasilios) köyü katliamı hakkındaki gözlemleri şöyledir:

"Silah sesleri duyuldu; tüfek dipçikleri ile kilitli kapıları kırdılar; insanlar sokaklara sürüklendi. 70 yaşında bir Türk, kırılan ön kapısının sesiyle uyandı. Sendeleyerek yatak odasından çıktığında, bir sürü silahlı gençle karşılaştı. "Çocuğun var mı?" diye sordular. Şaşkın bir biçimde "Evet" dedi. "Dışarı gönder" diye emrettiler. 19 ve 17 yaşlarındaki iki oğlu ve 10 yaşındaki kız torunu aceleyle giyinip, silahlı adamların peşinden dışarı çıktılar.

Çiftlik duvarının dibine dizildikten sonra, silahlı adamlar tarafından makineli tüfek ateşiyle öldürüldüler. Başka bir evde, 13 yaşında bir erkek çocuk elleri dizlerinin arkasına bağlanıp yere yıkıldı. Ev talan edildi ve talancılar çocuğu tekmeleyip ırzına geçip, sonra da bir tabancayla başının arkasından vurdular.

O gece Ayios Vasilios'ta toplam olarak 12 Türk katledildi. Diğerleri toplandı, itilip kakılarak oradaki Türklerin yanına sığınmak üzere Skylloura yoluna çıkarıldı. Gecelikleri, pijamaları ve çıplak ayaklarıyla soğukta sendeleyerek ilerlemeye başladılar. Rumlar karanlıkta arkalarından ateş ediyorlardı.

Silahlı adamların dikkati Türk evlerine çevrildi. Evleri yağmalayıp tahrip ettiler, yorulduklarında da ateşe verdiler. Aynı yörede, tek kalmış çiftlik evlerinde dokuz Türk daha öldürüldü." (H. Scott Gibbons, Peace Without Honour, s. 73)


Bir İngiliz askeri, Kıbrıs'ta Yunanlılar tarafından öldürülmüş Türklere bakarken görülüyor. (Solda)
Öldürülen Türklerin gömüldüğü toplu mezardan bir görüntü. (Altta)

Kumsal Katliamı

Gibbons'un Kumsal katliamı konusundaki gözlemleri şöyledir:

"Silahlı adamlar kapıları kırdılar; dipçikleyerek, döverek, yumruklayarak ve küfrederek Türk evlerine doluştular. Kumsal'dan geri çekiliş başladı. Bir kere daha, Nazilerin saldırısı altında bozguna uğrayan Avrupa'da olduğu gibi aileler, şaşırmış, dehşete düşmüş bir halde kulaklarında tüfeklerin gürültüsü ve makinelilerin takırtısının yankısıyla evlerinden soğuk sokaklara döküldüler.

Kayıp düşerek, birbirlerine tutunarak koşmaya başladılar. Sokakta bir kadının "Allah rızası için birisi yardım etmeyecek mi?" diyen çığlığı yankılandı.

Kumsal'ın Türk sakinlerinin 159'u o gece kaçamadı. Banyodaki dört kişi ve ev sahibesinden başka dört kişi daha o gece öldürüldü. 150'si rehin alındı. Rehinelerden bir kısmını bir daha gören olmadı." (H. Scott Gibbons, Peace Without Honour, s. 76)


Sağdaki resimde Rum vahşetinin sayısız örneklerinden biri görülüyor. Masum bir çocuk, küvette hunharca öldürülmüş. Altta ise katliamın korkunç yüzünü gösteren resimlerden biri daha yer almaktadır.

İtalyan Gazetecinin Gözlemleri

Ocak 1964'de Kıbrıs'ta bir İtalyan gazetecinin gözlemleri ise şu şekilde idi:

"Şu anda Türklerin köylerinden göçlerine şahit oluyoruz. Rum terörü acımasız; binlerce kişi evlerini, topraklarını, sürülerini terk ediyor. Bu sefer Helenlik laflarının ve Plato'nun bütününün bu barbarca ve kudurmuş davranışları gizlemesi imkansız. Türk köylerinde akşam üstü saat dörtte sokağa çıkma yasağı yürürlüğe giriyor. Tehditler, silah sesleri ve kundakçılık girişimleri karanlık basar basmaz başlıyor. Ne kadın, ne de çocuğun gözetilmediği Noel katliamından sonra, herhangi bir mukavemet imkansız gözüküyor." (Giorgio Bocca, Il Giorno, 14 Ocak 1964)



Üstteki resimlerde Rum vahşetinden kaçmaya çalışan mazlum Türkler görülüyor.

Amerikalı Gazetecinin Gözlemleri

Lefkoşe'nin Ayios Sozomenos köyündeki olaylar hakkında, Time muhabiri Robert Ball'ın gözlemleri şöyledir:

"En şiddetli çarpışma, Rumların yumru yumru zeytin ağaçlarının örtüsünden yararlanarak taarruz ettikleri köyün batı kıyısında olmaktaydı. Dokuz Türk'ün sığındığı ker¤¤¤ evin bir penceresi bir roketatar mermisiyle uçurulmuş, ikinci katı da kurşun delikleriyle tam anlamıyla kevgire dönmüştü. Umutsuzluk içinde dere yatağına doğru, kaçmaya çalışan bir Türk çoban, kapıdan birkaç adım ötede vuruldu. Bir diğeri ise eline geçirdiği bir yabayla Yunan mevzilerine tek başına, nafile bir taarruza kalktı, hemen öldürüldü." (Robert Ball, Time, 14 Şubat 1964)




İngiliz Gazetecinin Gözlemleri

"Kıbrıs'ın istilasından sonra yüzlerce Kıbrıslı Türk, Milli Muhafızlarca rehine alınmış, Türk kadınlarının ırzına geçilmiş, çocuklar cadde ortasında öldürülmüş ve Limasol'daki Türk mahalleleri tamamen yakılmıştı." (David Leigh, The Times, Londra, 23 Temmuz 1974)

Bir Alman Turistin Gözlemleri

"Yunanlıların kasaplığını insan zekası kavrayamaz... Magosa etrafındaki köylerde Rum Milli Muhafızları, vahşetin eşsiz örneklerini gösterdiler. Türk evlerine girdiler; acımasızca kadın ve çocuklara mermi sıktılar; birçok Türk'ün gırtlağını kestiler; Türk kadınlarını toplayarak ırzlarına geçtiler..." (Almanya'nın Sesi, 30 Temmuz 1974)

Gözlemci James Rayner'in Tespitleri

"Kıbrıs Rumları, XX. yüzyılda, çağdışı davranışlar sergileyerek giriştikleri katliamlarda masum Kıbrıs Türklerini hunharca öldürmekle kalmayıp kazdıkları çukurlara yarı canlı insanları da doldurmuşlardır. İşte gün ışığında mezardaki pek çok insan cesedi Yunan vahşetini dünya kamuoyuna tanıtıyor. Toplu mezarlardan çıkarılan Kıbrıslı masum Türklerin cesetleri, yıllardan beri adada derebeylik yasalarını uygulayan Rumların, ne derece vahşi olduklarını kanıtlıyordu..." (James Rayner, Ezilmiş Çiçekler, Lefkoşe, 1982, s. 25)



Ayvasil'den bir mil uzaklıktaki komşu köyde, yakılmış harap olmuş 16 ev gördüm. Bu harap evler Türklere aitti. Bu köyde 100'den fazla Türk kaybolmuş. Dolaştığım köylerde zarar görmüş hiçbir Rum evine rastlamadım”


EOKA’cı teröristlerin cinayetlerine tanık olan İngiliz gazeteci Bernard Jordan, 3 Ocak 1964'de "Daily Mail"de yayınlanan Lefkoşa mahreçli haberinde şunları yazıyordu:


"Köydeki Türk evleri, üzerine gazyağı ile ıslatılmış bez sarılı oklar atarak yakıldı. Yüz kadar EOKA'cı ellerinde silahlarla sinsice köylerin etrafında dolaşıyorlardı”

Kıbrıs Türklerini hedef alan Yunan-Rum soykırımının gerçekleştirildiği günlerde bu cinayetlere tanık olan yabancı gazetecilerin haberlerinden bazı yansımalar:

The Times, 4 Ocak 1964 :
"Küçükaymaklı köyünün imamı ve sakat olan ve gözleri görmeyen oğlu bugün yataklarında öldürülmüş olarak bulundular. Küçükkaymaklı'ya dönen Türkler, 75 yaşındaki imam Hüseyin İğneci’yi makineli tüfek mermileriyle delik deşik edilmiş buldular. İmam camide duasını ettikten sonra evine dönmüş ve yatmış. Daha sonra, Rumlar (EOKA’cı teröristler) köye saldırınca köy halkı kaçmış, İmam Hüseyin sakat oğlunu yalnız bırakmayı reddederek, yanında kalmıştı. Türkler, bölgede üzerleri toprakla örtülmüş beş ölü bulduklarını söylüyorlar. İmam Hüseyin ile ama oğlu da bu ölüler arasındaydı.”


New York Herald Tribune, 13 Ocak 1964 :
"Kuşatılmış Türk tarafını dolaşmama izin verilmişti. Kumsal bölgesine götürüldüm ve kırık cam parçaları üzerinde yürüyerek, bahçesinde portakal ağaçları olan ve etrafında sahipsiz siyah-beyaz bir kedi dolaşan, yeşil-beyaz bir eve girdim. Bu evin banyo odası sanki mezbahaymış gibi her taraf kan içindeydi ve banyoda birbirine sarılmış
kanlar içinde bir kadın ve üç çocuğu ölü yatıyordu. Bitişik odada da ölü bir kadın vardı”

Bunlar da terörist EOKA’cıların kurbanlarıydı.


Daily Telegraph 14 Ocak 1964:“Bugün Lefkoşa'dan Londra'ya getirilen 20 göçmen arasında çocuklarla gelen iki de İngiliz kadın vardı. Bunlardan birinin Kıbrıslı Türk olan kocası geride kaldığı için kimliğini açıklamaktan koruyordu. Apartman dairesinin dışında 5 Türkün EOKA’cılar tarafından vurularak öldürüldüklerine tanık olduğunu söyledi. Silahsız olan bu Türklerin
elleri havadayken makinelİ tüfekle nasıl tarandıklarını anlattı”


Daily Mail Ocak 1964:“Bu akşam Lefkoşa'ya 13 mil uzaklıktaki Ayvasil'de öldürülen 9 Türkün cesedi İngiliz paraşüt alayı refakatinde getirilirken, Türk bölgesindeki Kızılay hastanesinin dışında sessiz bir kalabalık toplandı. Bu arada biri kadın, üç ceset daha bulundu, fakat onlar getirilemedi. İngiliz paraşütçüler tarafından korunan Türkler, aynı yerde gömüldüğüne inanılan 20 cesedi daha aramaya devam ediyorlar. Köyde kaybolan 7 kişilik bir ailenin burada gömülmüş olabileceği düşünülüyor. Evlerin yanmış ve damdan içeriye el bombaları atılmış olduğu görüldü. Mezarlar bir buldozerle kazılmış ve 2-3 ceset üst üste gömülmüş. Hepsi de vurularak öldürülmüş. Bir adam, elleri ayaklarının arkasına bağlanmış ve çömelmiş bir şekildeyken, başına kurşun sıkılarak öldürülmüş. Karnının üzerindeki yara üzerine bir el bombasının atıldığını gösteriyordu”.


Daily Herald 31 Aralık 1963:
"Diğer İngiliz gazetecilerle birlikte Dr. Nail Adiloğlu'nun kliniğine gittik. 14 kişilik bir koğuşta 40 ağır yaralı vardı. Bu ortamda, ne korkunun ne de gözyaşlarının olmaması dikkatimizi çekti. Sırtından vurulmuş 24 yaşındaki Ayşe İbrahim'in dizi kurşunla parçalanmış olan 4 yaşındaki kızıyla beraber aynı yatakta yattıklarını gördüm. Anne felç
olmuş, çocuğu ise ömrü boyunca yürüyemeyecekti. her ikisi evlerine zorla giren Rumlar tarafından vurulduklarını öğrendik. Bu arada bir evde öldürülen ve bir banyoya atılan 3 Türk çocuğunun cesetlerini gördüm. Anneleri de başka bir odada vurulup öldürülmüştü. Bu korkunç bir sahneydi”


Daily Telegraph 14 Ocak 1964:
"Bu akşam 9 gün içinde 300 Türkün öldürüldükleri Lefkoşa'nın Türk kesimine gittik. Biz oraya giden ilk Batılı gazetecilerdik. Orada kelimelerle anlatılamayacak korkularla dolu sahnelerin tanığı olduk”


Le Figaro, 15-16 Şubat 1974:
"Eğer Türkiye bugüne kadar Kıbrıs'taki Alayını takviye etmediyse bu Türkiye'nin sabrının bir kanıtıdır. Bunu yapma hakkı inkar edilemez. Şayet uluslararası anlaşmaların herhangi bir anlamı varsı Türkiye, Kıbrıslı Türkleri başka katliamlardan kurtarabilir. Bu ırkçı ayrımcılığın en çirkin şekli. Konuyu bulandırmak için hatanın her iki tarafa ait olduğu iddia edilmiştir. Oysa gerçek suçlu EOKA olarak bilinen Kıbrıs Rum terör örgütüdür”


Christian Science Monitor, 17 Şubat 1964 :
"Cüppeli ve sakallı Başpiskopos Makaryos gerçekleri örtbas eden bir Bizans yeteneğine sahiptir. Makaryos Hükümeti, bilinçli bir şekilde çatışmaları başlattı. Kıbrıslı Türkleri yok etmek için kararlıdır”


Christian Science Monitor, 19 Şubat 1964 :
"Kıbrıslı Rumlar, Türklere karşı bir soykırım politikası uyguluyorlar” 2 Nisan 1988 tarihli İngiliz The Guardian Gazetesi’’nde yayınlanan bir İngiliz resmi raporuna göre, “Hastanede yatan 25 Türk hasta yataklarından kaybolmuşlardı. İngiliz istihbarat subayı Teğmen Martin Packard'ın bulgulara dayanarak hazırladığı rapora göre, hasta Türklerin gırtlakları Rum hastabakıcılar tarafından kesilmiş, cesetleri bir kamyona yüklenerek şehrin kuzeyindeki bir çiftliğe götürülerek orada parçalanarak kıyma makinesinden geçirilmiş ve kanalizasyona atılmış.”


Yunan-Rum vahşetinin diğer bir tanığı da olayları yaşamış tanınmış yazar H. Scott Gibbons'dur. İngiliz yazar "Peace Without Honour- Şerefsiz Barış" adlı kitabının bir bölümünde 1963 Noel gecesi katliamını şöyle anlatıyor:


"Silah sesleri ve tüfek dipçikleri kilitli kapıları dövüyordu, halk sokaklara çıkarılmıştı. Yetmiş yaşında ihtiyar bir Türk ön kapısının kırılma sesiyle uyandı. Yatak odasından çıktığı zaman odaya dolmuş birçok silahlı genç adamla karşılaştı. Ona "çocukların var mı?" diye sordular. Adam korku ile "evet" dedi. Eve girmiş olanlardan bir tanesi
"onları dışarıya gönder" diye emretti. İhtiyar adamın 19 ve 17 yaşlarında iki oğlu ile 15 yaşında bir kızı vardı. Hepsi alelacele giyinerek dışarı çıktılar. Eve baskın yapan Rum teröristler onları bahçe duvarının önüne dizdiler ve makineli tüfekle tarayarak öldürdüler. Aynı baskında diğer bir evde 13 yaşında bir erkek çocuğu elleri dizlerinin arkasına bağlanarak bir odaya atıldı. Rumlar bir yandan evi yağmalarken öte yandan çocuğu dövüyor tekmeliyorlardı. Evden ayrılırken de tabanca ile başının arkasından vurup öldürdüler”


Rumlar, 21 Temmuz 1974'de Limasol'da da 13-16 yaşlarında 25 erkek çocuğunu evlerinden toplayarak bir briket fabrikasına götürdüler. Orada çocukların kafalarını preste ezerek öldürürken, "Türklerin soyunu işte böyle kurutuyoruz” şeklinde bağırmaları olaya tanık olanların ömürleri boyunca gözlerinden silinemeyecek dehşet dolu bir sahneydi. Bugün, hayatta olan o korkunç günleri yaşamış tanıkların anlattıkları akıl almaz şeylerdir. Bu tanıklardan biri de Salahi Hilal. Doğruyol bölgesinde, EOKA’cı teröristler tarafından kaçırılıp vücudunun etleri bıçakla kesilerek kanı emilen Salahi Hilal, hiçbir savaş kanununa uymayan Rum-Yunan mezalimini şöyle anlatıyor:

"Beni kaçıran EOKA’cılar bellerinden çıkardıkları kamalarla kollarımı ve omuz başlarımın etli yerlerini kesmeye başladılar. Bu arada yanlarına Yunanlı bir subay geldi. "Aranızda Türk kanı içmeyen var mı?" diye sordu. İçlerinden bazıları "içmedik" diye bağırdılar. Bunun üzerine Yunanlı subayla birlikte 10-15 kişi bıçakla kestikleri etlerimden sızan kanı yalamaya başladılar. Bayılmak üzereyken beni dışarı çıkardılar. Dışarıda tutsak bir arkadaşımı gördüm. Elleri ve ayakları bağlıydı. Bu arada bir Rum, belindeki el bombasını alarak emniyet mandalını çekti ve tutsak arkadaşımın üzerine fırlattı. Zavallı paramparça olmuştu. Artık yaşamak istemiyordum”




Rumların, Kıbrıs Türklerine karşı giriştikleri soykırım, akıl almaz barbarlıklarla dolu. Türkleri hedef alan cinayetler saymakla bitmeyeceği gibi anlatılması bile tüyler ürpertici. Rumlar, 1960'lı yıllarda döktükleri kan yetmiyormuş gibi, 1974'de de cinayetlerini sürdürdüler. keyif için korumasız sivil insanları toplu halde öldürdüler: 20 Temmuz 1974 günü; Nikosya'da bulunan Alaminos köyüne baskın yapan Rum militanlar köy halkından 14 kişiyi ellerini bağlı, makineli tüfekle tarayarak öldürdüler. Bunların çoğu çocuk ve yaşlı insanlardı.

21 Temmuz 1974 günü; Nikosya'da Gaziveren köyünü basan EOKA’cılar önlerine çıkan Türke ayırım yapmadan ateş ettiler. Bu saldırıda 4'ü kadın 6 kişi öldürdüler, 22 kişiyide yaraladılar. 21 Temmuz 1974'de Limasol'da yaşayan Türklerden silahsız 26 kişi öldürüldü. 1800 kişi de rehin olarak esir alındı. 23 Temmuz 1974'de, Rumlar, Nikosya'nın Angolemi köyünde yaşayan Kadın, yaşlı ve çocuklardan seçtikleri 8 Türk insanına önce işkence ettiler ve sonra da kafalarına kurşun sıkarak öldürdüler. 13 Ağustos 1974'de Baf'in Kithasi köyünde yaşayan yaşlı bir karı-koca'nın kafalarını balta ile keserek öldürüldüler. 14 Ağustos 1974'de Yunanlılar ve Rumlar Larnaka'da Tokhni köyünde yaşayan 50 ve gene Larnaka'da Mari köyünde yaşayan 40 Türkü öldürerek toplu halde bir çukura gömdüler.


14-15 Ağustos 1974'de Rumlar, Magosa'da Atlılar köyünden (Aloa) 57 kişi olan köyün 3 kişi dışında bütün halkını, Sandallar köyünün 57 kişi olan bütün halkını (Sandallaris) ve Muratağa (Maratha) köyünün 82 kişi olan halkını 2-3 yaşındaki çocukları bile ayırmadan sıraya dizerek makineli tüfekle tarayarak öldürdüler ve toplu halde gömerek üzerlerine benzin döküp yaktılar. 15 Ağustos 1974'de Baf'da 5 ile 3 yaşında iki çocuk, EOKA’cılar tarafından atış hedefi olarak yüzlerce kurşunla vurularak öldürüldüler. Bu olaya tanık olanları çıldırtan korkunç bir sahneydi.

16 Ağustos 1974'de Baf'da Ayios Yoannis köyünde yaşayan biri kadın 7 Türk işkence edildikten sonra öldürüldüler.

12 Kasım 1974'de Rum teröristler 3-16 yaşları arasında 3 çocuk ve 2 kadını öldürdüler.

Bunlar EOKA terör örgütünün Birleşmiş Milletler belgeleriyle tespit edilmiş cinayetleridir. Rumların barbarlıkları bu kadarla da bitmiyor, 1963-1974 yılları arasında, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuş, öldürülerek cesetleri yakılmış yada Rum tarafında kalan bölgelerde toplu mezarlara gömülmüş binin üzerinde kayıp Türk var. KKTC’de, Rum teröristlerin organlarını keserek silah zoruyla yedirdikleri, göğüsleri bıçakla oyularak üzerine haç çizilen ve gözleri önünde aileleri öldürülen, acılarına rağmen yaşam mücadelesi veren insanlar var. Bu insanların Rum’un yönetiminde yaşamasını istemek insanlık dışı bir davranış olur.
 
Üst Alt