Sessiz sinema döneminde birçok başyapıta imza atıldı
Charlie Chaplin'den Einsenstein'a, "western" türünden komediye kadar pek çok klasiğin ve ilkin başladığı, aynı zamanda sinemanın sanat haline gelmesinde büyük payı olan ve başarılı eserler çıkartan sessiz sinema dönemi, birçok başyapıta da sahne oldu.
Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin kamera ve projektörün bir arada olduğu "Sinematograf" aletini icat ettikten sonra sanattan çok bir belgeleme aracı olarak keşfedilen dünya sinemasında, ilk film gösterimleri de Lumiere Kardeşler'in çektikleri kısa filmlerle birlikte 1895'te başladı.
Lumiere kardeşlerin aynı yıl yaptıkları "Duvarın Yıkılışı", filmin tersten gösterime sunulmasıyla, ilk özel efekt kullanılan film olarak kayıtlara geçti. İlk komedi filmi ise Lumiere kardeşler’in çektiği "Islanan Bahçıvan" oldu.
Bu filmleri izleyenler arasında yer alan marangoz ve sihirbaz George Melies, gördüklerinden çok etkilenerek sinemaya adım attı ve 1902'de çektiği "Ay'a Yolculuk" adlı film, sinema tarihinin hem ilk senaryolu filmi hem de ilk bilim kurgu filmi olarak kabul edildi.
Aynı yıl İngiliz mucit Edward Raymond Turner tarafından çekilen, papağan, Japon balığı ve ayçiçekleriyle oynayan çocukların bulunduğu görüntüler, dünyanın ilk renkli sinema filmi olarak kayıtlara geçti.
Bu dönemden sonra ilk sinema salonlarının adı olan Nikelodeon, 1905'te ABD'de açıldı. 1906'da Avustralya'da "The Story of Kelly Gang" isimli 70 dakikalık bir film gösterime girdi ve o zamana kadar yapılmış en uzun film oldu.
Sessiz sinema döneminde ayrıca 1911'de ilk kez filmlerin başında jenerik yayınlanırken, sektör yavaş yavaş Hollywood'a kaydı ve Oscar Apfel ve Cecile B. De Mille’in yönettiği 1913 tarihli "The Squaw Man" Hollywood Yapımı ilk film olarak kabul edildi.
Sessiz sinema döneminin en parlak yıldızı olarak gösterilen Charlie Chapline ise 1914'te Keystone Stüdyolarında üretilen "Kid Auto Races at Venice" isimli filmdeki "Küçük Serseri" karakteriyle sinema dünyasına adım attı.
Bugünün sinema anlatımını başlatan kişi olarak gösterilen ABD'li yönetmen David Llewelyn Wark Griffith, bu dönemde 2 saati geçen, devasa dekorların kullanıldığı, bol oyunculu başyapıtlara imza attı.
"King Kong" filmiyle sinemada ilk kez çift kanallı ses kullanıldı
"Sessiz Sinema" dönemini sona erdiren "The Jazz Singer" filminin hemen ardından, Warner Bros tarafından 1928'de tamamı sesli film olarak çekilen "New York'un Işıkları", yaklaşık 1 milyon dolar hasılatla dönemin gişe rekorunu kırdı.
Her ne kadar sesli sinemaya karşı bir direnç olsa da yeni bir sinema kavramının sorgulandığı bu yıllar daha sonra sesin sinemayı tamamlayan bir öge olduğu düşüncesine dönüştü ve 1933'de "King Kong" filmiyle sinemada ilk kez çift kanallı ses kullanılarak ses tasarımı yapıldı.
Dünya sinemasında sesin sağladığı gerçeklik duygusuyla toplumsal konulara değinen filmlerin yanı sıra birçok türde film, yapım şirketlerinin ürünleri arasına girdi. Bunların arasında kent argosunun ve çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimde kullanıldığı gangster filmlerinin yanı sıra ünlü kişilerin yaşamlarını ele alan biyografik filmler yer aldı.
Sesli sinemayla birlikte izleyici sayılarındaki artış, ABD'de büyük şirketlerin egemenliğini ve bu şirketlerin kitlesel olarak film çektikleri stüdyo sistemini güçlendirdi ve 1930-1945'te yaklaşık 7 bin 500 film stüdyo sistemi içinde çekilirken, yapım şirketleri de belli tarzlarda uzmanlaştı.
O dönemde uluslararası alanda en parlak gelişmeyi ise Rene Clair, Jean Vigo ve Jean Renoir adlı yönetmenlerle Fransız sineması gösterdi. Alman sineması da bu dönemde Hitler'in iktidarda olması sebebiyle Leni Riefenstahl'ın çalışmaları gibi propaganda filmlerine imza attı.
Sesli sinema dönemine en geç geçen Japonya da daha sonra sinema sanayisinde tekelleşmeye ve kitlesel film üretmeye başladı.
Sesle birlikte Hindistan'da da sinema sektöründe bir patlama yaşandı ve o dönemde çoğu mitolojik ve tarihsel konulan ele alan, sözlü, danslı ve şarkılı yaklaşık 230 film bir yıl içerisinde gösterime çıktı.
İlk Türk sineması 19 Mart 1910'da "Milli Sinema" adıyla kuruldu
Türkiye'de ise ilk kez sesli film gösterimi 25 Eylül 1929'da o dönemin en lüks sinema salonlarından olan Elhamra Sineması'nda yapıldı ve "Kadının Harbe Gidişi" isimli film seyircilerin beğenisine sunuldu.
Osmanlı'nın sinemayla tanışması ise ilk kez Lumiere Kardeşler'in "Bir Trenin La Ciotat Garına Varışı" adlı filminin 1896'da bir Alman Yahudisi olan Sigmund Weinberg tarafından, İstanbul Galatasaray'daki bir birahanede gösterilmesiyle oldu.
Türkiye'de sinemanın kurumlaşması 1915'te gerçekleştirildi
Halka açık sinema salonları gösterilerini, yabancı uyruklu ve Türkiye'deki azınlıkların egemenliğinde sürdürürken, ilk Türk sineması İstabul'un Şehzadebaşı'nda semtinde 19 Mart 1910'da "Milli Sinema" adıyla kuruldu.
Türkiye'de sinemanın kurumlaşması ise Birinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştirildi. Alman ordularının, filmleri bir propaganda unsuru olarak ve askerlerin eğitimi için kullandığını gören, dönemin Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı görevlerini sürdüren Enver Paşa, 1915'te Merkez Ordu Sinema Dairesi'ni (MOSD) kurarak, Türk Sineması'nın kurumlaşmasının temellerini attı.
MOSD'nin kurulması ve takip eden dönemde yapılan hikayeli filmler sinema tarihi için o yılların en önemli gelişmelerinden biri oldu. Aynı dönemde Fuat Uzkınay'ın çektiği "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı belgesel Türk Sineması'nın ilk eseri, Uzkınay da ilk Türk sinemacısı olarak kabul edildi.
Çeşitli kaynaklara göre 14 Kasım 1914'de gösterime giren ve 150-300 metre uzunluğunda çekilen ve Ayastefanos'ta (Yeşilköy) bir utanç abidesi olarak görülen Rus anıtının halk tarafından yıkılışını gösteren filmin hiçbir kopyası bugüne ulaşmadı.
Bazı kaynaklara göre birçok sinemacı ve tarihçi de Türkiye'de sinemanın doğuşunu 19. yüzyıl sonunda, Osmanlı uyruğu Manakis Kardeşler'in Balkanlar'daki yaşam üzerine çektikleri kısa belgesellere dayandırdı.
1922 - 1950 Yılları Arasında Türk Sineması
Sinemanın Türkiye'de yerleşiklik kazanması süreci ise 1922'de çekilen "Ateşten Gömlek" adlı filmle başladı. Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'ın romanından uyarladığı yapım, Kurtuluş Savaşı'nı konu alan ilk film oldu.
Türk Sineması'nda 1922'den 1949'a kadar sivil yapımevleri bazında yapılandırılan döneme "Özel Yapımevleri Dönemi" adı verildi ve tiyatro kökenli çalışmalardan oluşan bu dönemde Türk filmlerinin yapımında Muhsin Ertuğrul aktif rol oynadı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945'den sonra film üretimini artıran Türk Sineması'nda film yapıları seyirci tercihleri neticesinde yani ekonomik yansımalar sebebiyle belli bir form yakaladı.
1950-1960 dönemi
Türkiye'de uzun süreli bir sinema geçmişinin olmaması nedeniyle, bu sanat dalı tiyatro anlayışıyla sürdürülmeye çalışıldı ve bu tiyatro üslubu 1950'lerden itibaren kırılmaya başladı. "Geçiş Dönemi" adı verilen bu yıllarda yabancı filmler Türk sinemasında önemli bir yer tuttu ve bu filmler arasında özellikle ABD ve Mısır yapımları hakim bir konumda yer aldı.
Bu dönemde Türk Sinemasının ilk sesli kabul edilen Türk-Mısır-Yunan ortak yapımı "İstanbul Sokakları"nda adlı yapımın yanı sıra ilk kısa metraj filmler ile dönem filmleri bu tarihlerde çekildi.
Türk sinemasının 1931-1950'deki en önemli gelişmelerden biri de Türk Sineması Cemiyeti tarafından düzenlenen yarışma olarak gösterildi.
İzleyiciyle 1949'da buluşan "Çığlık", ilk Türk korku filmi olurken, yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul'un üstlendiği 1953 yapımı "Halıcı Kız", Türk sinema tarihinin ilk uzun metrajlı renkli filmi olarak kabul edildi.
Bu dönemde ayrıca Ertuğrul'un yanı sıra Faruk Kenç'le birlikte Şadan Kamil, Baha Gelenbevi, Turgut Demirağ, Şakir Sırmalı, Çetin Karamanbey, Aydın G. Arakon, Orhon M. Arıburnu gibi tiyatro dışından gelen yönetmenler sinema alanına girerek ilk filmlerini çekti ve Şehir Tiyatrosu dışından olan oyuncularla çalışarak yeni bir oyuncu kadrosunun oluşmasını sağladı.
Sinemacılar Dönemi
"Sinemacılar Dönemi" olarak da kaydedilen bu sürecin başlangıcı Ömer Lütfi Akad imzalı 1949 yapımı "Vurun Kahpeye" adlı film kabul edildi. Yaklaşık 20 yıl süren bu dönemde 2 bin 200 film çevrildi ve Osman Fahir Seden, Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün gibi usta yönetmenler ilk filmlerine imza attı.
Münir Özkul, Neriman Köksal, Muhterem Nur, Fikret Hakan, Belgin Doruk, Turgut Özatay, Öztürk Serengil, Ahmet Mekin, Ekrem Bora, Çolpan İlhan, Orhan Günşıray, Göksel Arsoy, Yılmaz Güney, Erol Taş, İzzet Günay ve Fatma Girik gibi isimler 1950'li yıllarda uzun oyunculuk kariyerlerine başlarken, 1951'de ilk filmini çeviren Ayhan Işık ise döneminin en büyük yıldızı oldu.
Senaristliğe 1957'de başlayan Safa Önal, çoğu başyapıt seviyesindeki filmin senaryosuna imza atmakla kalmayarak, dünya tarihinin en üretken senaristi oldu ve 400'ün üzerinde senaryoya imza attı.
1960-1970 yılları arasında Türk Sineması
Türk Sineması'nın üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olarak adlandırılan bu dönemde renkli filmler üretilmeye başlandı ve Metin Erksan'ın 1963 yapımı "Susuz Yaz" filmi, uluslararası alanda ödül alan ilk Türk filmi oldu.
Piyasa hakimiyetinin 1967'den itibaren hızla artan renkli filmlere geçtiği bu dönemde ayrıca Türk sineması, ABD sinemasının önüne geçti ve birçok yeni yapımcı ortaya çıktı.
"Yeşilçam" olarak da adlandırılan bu dönemde, 1966'da Türk Sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırayı aldı. Yapım, üretim ve dağıtım gücü açısından bu dönem, ayrıca Türk Sineması'nın altın çağı olarak belirtildi.
Ertem Eğilmez, Halit Refiğ, Tunç Başaran ve Türker İnanoğlu'nun adını duyurmaya başladığı 1960'lı yıllarda Filiz Akın, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Selda Alkor, Serdar Gökhan gibi oyuncular da ilk filmlerine imza attılar.
1970-1980 dönemi
Genç Türk Sineması Dönemi olarak belirtilen bu dönemde de Ömer Kavur, Zeki Ökten, Şerif Gören gibi genç yönetmenler ve Tarık Akan, Kemal Sunal, İlyas Salman, Şerif Sezer, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Gülşen Bubikoğlu, Müjde Ar, Necla Nazır, Perihan Savaş gibi önemli oyuncular sinemaya giriş yaptı.
Sadık Şendil'in senaryolarıyla, Cahit Berkay ise film müzikleriyle öne çıktığı bu dönemde Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe ve İhsan Yüce gibi karakter oyuncuları, Arzu Film ekolü olarak da adlandırılan Ertem Eğilmez önderliğindeki samimi aile filmleriyle altın dönemlerini yaşadı.
12 Eylül darbe sonrası Türk sineması
Türk sinemasında 1980 darbesi sonrası toplumsal değişim ve karamsarlık sinemaya da yansıdı. Çekilen film sayısında düşüş yaşanırken, 1990'lı yıllarda sinema sektörü durma noktasına geldi.
1990-2000 Yılları Arasında Türk Sineması
Yaklaşık 500'ün üzerinde film çekilen bu 10 yıllık sürecin ardından 1990'lı yıllarda bugünün önemli yönetmenleri arasında yer alan Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Mustafa Altıoklar, Ömer Vargı ve Derviş Zaim gibi isimler sinemaya adım attı.
Yabancı romanlar ve yapıtların da Türkçe'ye çevrilerek filme dönüştürüldüğü bu dönemde ayrıca Toronto Sinema Vakfı ve Ottawa Elçiliği'nin desteğiyle Türkiye'de ilk toplu film gösterisiyle, Türk sineması küreselleşme konusunda ilk adımını atmış oldu.
Özel televizyonların açılması, 1995'ten sonra video, VCD ve DVD formatlarının yaygınlaşarak alternatif izleme alanlarının ortaya çıkması ile sinema sektöründe ayrıca bir düşüş yaşandı.
İzleyici profillerinin de değiştiği bu dönemde sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler yaşandı ve Türk filmlerinin teknik düzeyi dünya standartlarını yakalayarak, sinema okullarından yetişmiş eğitimli gençler sektöre hakim olmaya başladı. Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolar, seyirci sayıları da milyon kişi seviyelerine ulaşırken, 2004'te çıkarılan 5224 sayılı "Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması İle Desteklenmesi Hakkında Kanun" ile de Türk Sineması bir dönüm noktası yaşadı.
2000'lerden bugüne
Bu dönemde yerli sinemaya olan ilgi ciddi oranda artarak, Türkiye Avrupa ülkeleri arasında yerli yapımların en çok izlendiği ülke haline geldi.
Sektörde 2005'de 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı, 2017'de 71 milyonu aştı. Aynı yıl sadece gişe gelirleri 863 milyon liraya ulaştı ve "Recep İvedik 5" filmi 7 milyon 437 bin 50 kişilik izleyici sayısıyla tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi oldu.
Son yıllarda artan seyirci ve film sayısı, üretimdeki çeşitlilik ve uluslararası arenada kazanılan ödüller, Türk sinemasının yeniden canlanmasına neden oldu.
Ayrıca komedi filmlerinin rağbet gördüğü 2000'li yılların ortalarında, Cem Yılmaz'ın "G.O.R.A." ve "A.R.O.G." filmleri, Yılmaz Erdoğan'ın "Vizontele", Ata Demirer ve Demet Akbağ'ın rol aldığı "Eyvah Eyvah", Şahan Gökbakar'ın "Recep İvedik" serileri büyük ilgi gördü.
Aynı zamanda olgunluk dönemlerini yaşayan yönetmenlerden Zeki Demirkubuz "Kader", Derviş Zaim "Filler ve Çimen", "Nokta", "Gölgeler ve Suretler", Reha Erdem "5 Vakit, Korkuyorum Anne", "Hayat Var", Semih Kaplanoğlu "Yumurta", "Süt", "Bal", Yavuz Turgul "Gönül Yarası", "Av Mevsimi", Sinan Çetin "Komser Şekspir", "Kağıt", Nuri Bilge Ceylan "Uzak", "3 Maymun", "Bir Zamanlar Anadolu'da" ve "Kış Uykusu" gibi ses getiren filmlere imza attı.
Bu dönemde Uğur Yücel, "Yazı Tura", Mehmet Aslantuğ "Aşkın İkinci Yarısı", Cem Yılmaz "Hokkabaz", Yılmaz Erdoğan "Vizontele" ile oyunculuğun yanında yönetmenliğe başlayan isimler oldu.
Türk sinemasında 2000'lerin son döneminde ise "Çalgı Çengi" ve "Düğün Dernek" filmlerine imza atan ve gişe başarısı yakalayan Selçuk Aydemir'in yanı sıra şarkıcılıktan oyunculuğa ve yönetmenliğe geçiş yapan isimlerden Mahsun Kırmızıgül "Beyaz Melek", "Güneşi Gördüm" ve "New York'ta 5 Minare" ile Özcan Deniz "Ya Sonra", "Evim Sensin" ve "Su ve Ateş" ile ciddi gişe başarısı yakalayan isimler arasında oldu.
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filmiyle Ahmet Uluçay, "Mustafa Hakkında Herşey" ve "Babam ve Oğlum"la Çağan Irmak, "Yozgat Blues"la Mahmut Fazıl Coşkun, "Sınav", "Yahşi Batı" ve "Aşk Tesadüfleri Sever" filmleri ile Ömer Faruk Sorak, dönemin dikkati çekici isimleri arasında yer aldı.
Üretilen film sayısı her geçen yıl artarken, 2016'da 360, 2017'de 394, 2018'de ise 442 yeni film, sinema salonlarında izleyicinin beğenisine sunuldu ve geçen yılın rekorunu 6 milyon 480 bin 548 izleyiciyle "Müslüm" filmi kırdı.
Sektördeki birçok sıkıntının önüne geçen "Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" sektör temsilcilerinin de görüşleri alınarak bu yılın başında çıkarıldı ve 2019'un ilk 9 ayında en çok izlenen filmi 3 milyon 537 bin 429 izleyici ile "Organize İşler Sazan Sarmalı" oldu.
Sinemanın Kısa Tarihi
Sinemanın kısa tarihine değinecek olursak ilk olarak 1891’de Amerika’da Edison’un şirketinin başarıyla Kinetoscope‘un bir prototipini göstermesinden bahsedebiliriz. Bu Kinetoscope resimleri hareket ettiriyor, ona bakan kişiler hareketli resimler görüyordu. 1892 yılında kineteskoptan ilham alan Lumiere kardeşler, 13 Şubat 1895’te sinematografın patentini aldı. Lumiere kardeşlerin çektiği ”Arrival of a Train at La Ciotat” sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edildi. 15 kare hızında çekilen 55 saniyelik bu film, Lumiere kardeşlerin ismini de ilk sinema yapımcıları olarak tarihe kazımış oldu.
İlk başta yalnızca dakikalar süren filmler hem renksiz hem de sessizdi. Lumiere kardeşler saniyedeki kare hızının illüzyonu oluşturması 15 fps belirlemiş olsa da zaman içinde bu sayı 24p hızına ulaşacaktı. Sinemada renklerin gelmesi ise 1902 yılında şablonlama yöntemiyle başladı. Bu yöntem görüntüdeki her kare tek tek el ile renklendirildiği için filmlere renk gelişi olarak kabul edilmese de 1906 yılına gelindiğinde George Albert Smith “Kinemacolor”ı icat etti. Bu icat görüntüleri yeşil ve kırmızı olmak üzere filtrelerden geçiriyor ve iki aşamalı bir renklendirme meydana getiriyordu.
Sinemanın ilk renkli filmi ise 1908’de Smith’in “A Visit to the Seaside” yapımıydı. Ancak bu iki aşamalı renklendirme tutarlı renk spektrumu gerçekleştiremiyordu. Yıl 1917’de kendi iki renkli filtresini oluşturan Tecnicolor şirketi 1932 yılına gelindiğinde üç filtreli renklendirmeyi tanıttı. Bu filtre ilk olarak Walt Disney’in “Flowers and Trees” isimli animasyonunda kullanılsa da ilk canlı kullanımı 1934 yılında “The Cat and the Fiddle” filmiyle oldu.
Yıl 1950’ye gelindiğinde ise Eastman Kodak’ın geliştirdiği tek şeritli renk işlemi sayesinde sinemada renklendirme standarta dönüştü. Sinemada ses ise 1925 yılında Warner Bros. tarafından icat edilen Vitaphone ile gerçekleşti. 1927 yılına gelindiğinde ilk sesli film olan “The Jazz Singer” gösterime girdi. Ancak sesin görüntü ile senkronize olabilmesi için standart bir kare hızı gerekiyordu. İşte bu sayede 15–20p arasında olan gösterimlerden 24 fps standardına geçiş yapıldı.
1914’ten itibaren sinema sektörü yükselişe geçmeye başlasa da 1930’larda zirveye ulaştı. Bu dönemde filmlerde seslendirmeler yapılır hale gelmişti. Aynı dönemde Amerika’da Hollywood sineması doğdu. Bu sayede sinema, eğlence sektörünün başı haline geldi. 1930–1940’lı yıllar arasında insanlar haftada iki defa sinemaya gitmeye başladı. Sinemanın İngiltere’deki zirve noktası ise 1946 yılıydı. Ülkede her hafta 31 milyon insan sinemayı ziyaret ediyordu.
Günümüzde ise teknoloji oldukça gelişti ve bu değişiklik sinemayı da yakından takip etti. Öyle ki teknolojinin gelişmesiyle beraber görsel efektler arttı, 3D filmler ortaya çıktı, yüksek teknolojili kameralarla çekilen yüksek bütçeli filmler en büyük eğlence kaynaklarından biri haline geldi. Yukarıda sırasıyla her evresini anlattığımız sinemanın bu tarihsel gelişimi sayesinde artık onu hayatımızın bir parçası olarak kabul ediyor, vizyona yeni girecek yeni filmleri dört gözle bekliyoruz.
Sinema Nedir? Dünyada Sinema Tarihi:
Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalıdır.
İlk Yıllar (1830-1910)
Sinemanın temelinde yatan yansıma, beynin, gözün ağtabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağtabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) art arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.
Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu. Örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832’de yapılan phenakistoscope ve 1834’te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839’da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler de geliştirildi. İngiliz kökenli fotoğrafçı Eadweard Muybridge, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog EtienneJules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887’de ABD’li Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu.
Thomas Alva Edison ile yardımcısı Wilham Kennedy Laurie Dickson’m yaptıkları kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m’lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. 1894’te kinetoskoplann ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria’yı inşa etti.
Kinetoskopu Paris’te bir sergide gören Auguste ve Louis Lumiere, sinematograf adı verilen aygıtı geliştirdiler. Elle çalıştırılabilen bu aygıt film çekimi ve gösterimi yapabiliyor ve 10 kg dolayındaki ağırlığı sayesinde de, istenen yere taşınabiliyordu. Lumiere Kardeşler ilk gösterilerini 28 Aralık 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler ve bu gösteri sinemanın başlangıcı olarak kabul edildi.
Edison’un filmleri genellikle stüdyoda çekilmiş sirk ve vodvil gösterileriyken, Lumiere Kardeşler’in filmleri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları belgeseller ya da haber filmleriydi. Sinemanın kendine özgü anlatım olanaklarından yararlanma ve sinema aracığıyla bir öykü anlatma dönemi, temel olarak Fransız yönetmen Georges Melies’le başladı. Melies, fantastik sinema ve bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan filmlerinde sinemanın yansıma yaratma gücünü zekice kullanarak film “hile”leri uyguladı. Buna karşılık Melies’in filmlerinde kamera sabit bir noktada duruyor ve öyküyü, tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntülüyordu. Daha sonra sinema dilinin temel öğeleri olacak değişik çekim ölçeklerini ve kamera açılarını kullanan ve bunlan öykünün gelişimine göre değişik biçim ve ritimlerde kurgulayan ilk sinemacı ABD’li Edwin S. Porter oldu. Özellikle The Great Train Robbery (1903; Büyük Tren Soygunu) filminde Porter, hareketli ve gerilimli sahnelerde yakın ve kısa çekimler kullanarak, kamerayı hareket ettirerek ve arkadaki bir perdeye yansıtılmış görüntülerle öndeki bir mizansenin birleştirilmesine dayanan arka gösterim tekniğini uygulayarak gerçekçi sinemanın temellerini attı.
Daha ilk gösterimlerden başlayarak kitlelerin ilgisini çeken ve yaygın bir eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın ilk 10 yılında başlı başına bir sanayi ve ticaret dalı hafine geldi. Önceleri dünya pazarına Fransız sinemacıları egemendi ve Charles Pathe ilk uluslararası sinema imparatorluğunu kurmuştu. ABD’de ise nickelodeon adı verilen sinema salonlarının hızla yayılması başlıca Doğu kentlerinde art arda film yapım şirketlerinin kurulmasına yol açtı. Yapımcı şirketlerin 1908’de kurdukları Motion Picture Patents Company’nin yürüttüğü mücadele karşısında bazı sinemacılar Batı’ya giderek orada etkinlik göstermeye başladılar ve böylece Hollywood’un temellerini attılar.
Sessiz Sinema: 1910-1927
Sinema alanında başlayan amansız rekabet yapımcıları kitlelerin ilgisini çekecek yeni filmler yapmaya yöneltti. On dakika süren tek makaralık filmlerin yanı sıra birkaç makaralık uzun filmler de yapılmaya başladı. ABD’de orta sınıfa yakın öyküler ve romanlar art arda perdeye aktarıldı ve adlan çevresinde efsaneler oluşturulan sinema yıldızlan ortaya çıkmaya başladı.
I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da Fransız ve İtalyan sinemaları önde geliyordu. Fransız Ferdinand Zecca, daha sonra ABD’de sessiz sinema komedyenlerini derinden etkileyecek komedi türünü (course comique) geliştirdi. Louis Feuillade Fantomas (191314), Les vampires (1915; Vampirler) ve Judex’le (1916) hem cinayet ve korku sinemasını geliştirdi, hem de seriyal film uygulamasını başlattı. Bir yandan da gene Fransa’da, sahne oyunlarının karmaşık sinema uyarlamaları olan sanat filmi (film d’art) uygulamaları görüldü. İtalyan sineması ise 1908 ve 1913’te iki kez çevrilen Gli ultimi giorni di Pompei (Pompei’nin Son Günleri), Quo Vadis? (1912) ve Cabiria (1914) gibi, çok sayıda figüranın ve dev dekorların kullanıldığı, uzunluğu 612 makara arasında değişen destansı tarihsel filmlerle dikkati çekti. Bu İtalyan üstün yapımları ABD’li D.W. Griffith’i derinden etkileyecekti.
Sinemayı ilginç bir eğlence düzeyinden başlı başına bir anlatım aracı konumuna yükselten en önemli sinemacı Griffith oldu. Söze ve yazıya başvurmadan yalnızca sinemanın anlatım olanaklarıyla izleyiciyi etkileyen, duygu ve düşünceleri en çarpıcı biçimde perdeye yansıtan Griffith, günümüzde artık klasikleşmiş olan sinema tekniklerini uyguladığı gibi film yapım sürecinin de temel aşamalarını yerleştirdi ve bütün bu aşamaları uyumlu biçimde yürüten yönetmenin önemini ortaya koydu.
I. Dünya Savaşı sonrasının yorgun ve yıkık Avrupa’sında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri, savaştan yenik çıkmış olan Almanya’dan geldi. Savaştan sonra özel denetime verilmiş olan UFA adlı şirket öncülüğünde Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde (1919-1933) altm çağını yaşadı. UFA’nın ilk yapımları Ernst Lubitsch’in Madame Du Barry (1919) ve Anna Boleyn’i (1920) gibi gösterişli, kostümlü tarihsel filmlerdi. Almanya sinema sanatına en büyük katkıyı, Robert Wiene’nin, Dos Kabinett des Dr. Caligari (1919; Doktor Caligari’nin Muayenehanesi) filmiyle başlayan dışavurumcu sinemayla yaptı. Bu filmde mizansenler kahramanların iç dünyalarını yansıtacak gibi düzenlenmiş, mimari, dekor, ışık vb öğeler filmin temalarını ve duygu tonlarını yansıtacak biçimde, adeta plastik bir malzeme gibi yoğurulmuştu. 1920’lerde gelişiminin doruğuna varan Alman dışavurumculuğu, dünya sinema sahnesine Fritz Lang ve F.W. Murnau gibi iki usta çıkardı. 1925’te iflasın eşiğine gelen UFA, büyük Amerikan film şirketlerinin yardımıyla kurtarıldı ve bu yardım karşılığında Alman yönetmenler ve teknik elemanlar ABD’ye giderek orada çalıştı. Daha sonra Hitler’in iktidara gelmesiyle de çok sayıda Alman sinemacı ABD’ye yerleşerek Hollywood sinemasının estetik temellerini atacaktı.
1920’lerin ikinci yansında Alman sineması savaşın yarattığı toplumsal çöküntünün de etkisiyle, dışavurumcu psikolojik temalardan, yaşamı olduğu gibi aktaran gerçekçi filmlere yöneldi. Yeni nesnelcilik (Neue Sachlichkeit) adı verilen bu yönelimin en önemli temsilcisi G.W. Pabst oldu.
Savaş sonrasında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri de SSCB’de ortaya çıktı. Ajitasyon ve propaganda için sinemaya özel bir önem veren Sovyet hükümeti, dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü’nü (VGİK) kurdu ve ajitasyon ve sinema sözcüklerinden oluşturulan agitki sözcüğüyle tanımlanan filmlerin yapımına hız verdi. Olanaklar son derece kıt olduğundan agitki’ler, çarlık döneminde çekilmiş eski filmleri, yeni yönetimin propagandasını yapacak biçimde yeniden kurgulanmasıyla hazırlanıyordu. Bu zorunluluk SSCB’de kurgu üzerine geniş çalışmalar yapılmasına ve kuramlar geliştirilmesine yol açtı. Lev Vladimiroviç Kuleşov, boş kamerayla deneyler yaptı ve yalnızca görüntülerin değişik biçimde sıralanmasıyla çok değişik duygu ve izlenimler yaratabileceğini ortaya koydu.
Kuleşov’un, sinemaya önemli estetik katkılarda bulunacak ila izleyicisi ise Sergey Ayzenştayn ve Vsevolod İllarionoviç Pudovkin oldu. Griffith gibi yaşamı boyunca az sayıda film çekebilen Ayzenştayn, algılama psikolojisi ile Marksist diyalektiği birleştiren bir kurgu kuramı geliştirdi ve uyguladı. Pudovkin ise Ayzenştayn gibi diyalektik çatışmaya değil anlamsal bağlantıya dayanan bir kurgu anlayışını savunuyordu. Dönemin bir başka önemli sinemacısı görüntülerinin resimsel kusursuzluğu, şiirselliği ve doğallığıyla dikkati çeken Aleksandr Dovjenko’ydu. Dziga Vertov ise kurmaca sinemaya karşı çıkarak belgesel görüntülerin düzenlenmesine dayanan sinemagöz (kinoglaz) kuramını ortaya attı ve bu görüşü doğrultusunda, KinoPravda (SinemaGerçek) adı verilen ve gerçeği olduğu gibi saptayan bir dizi film çekti.
ABD’de savaş sonrasında film yapımı, dağıtımı ve gösterimi en önemli sanayi dallarından biri olmuş ve çok geniş bir kitlenin ilgisini çeker hale gelmişti. Sinemanın belli başlı türleri de bu dönemde oluştu. Bunlar arasında en çok ilgi göreni komediydi. Mack Sennett’in Keystone Stüdyosu’nda üretilen ve Keystone komedileri olarak tanınan bu filmler Charlie Chaplin, Harry Langdon, Fatty Arbuckle, Mabel Normand ve Harold Lloyd gibi yeteneklerin ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin Chaplin ünlü Şarlo tipini bu tür komedilerde yaratmıştı.
1920’lerin başlarında haftada 40 milyon ABD’li sinemaya gidiyordu. Sinemanın yaygın etkisi ve o yıllarda Hollywood’da materyalizm, sinizm ve cinsel serbestlik yönelimleriyle kendini gösteren Caz Çağı, filmlerin denetim altına alınması yönünde tepkilere neden oldu. Hükümetin müdahalesini önlemek için yapımcılar, (başında bulunan kişinin adıyla) Hays Bürosu olarak anılan Amerikan Sinema Yapımcıları ve Dağıtımcıları adlı örgütü kurdular. Bu büro filmlerde yapılmaması ya da dikkat edilmesi gerekli noktalan belirledi. Sonunda suçluların cezalandırılması koşuluyla genel değerlere aykırı davranışların filmlerde gösterilebileceğine karar verdi. Bu olanaktan en çok yararlanan yönetmen ise, tarihsel ve çağdaş konulu filmlerinde cinselliğe ve şiddete oldukça yer veren ve gösterişli anlatımıyla dikkati çeken Cecil B. deMille oldu. Alman göçmeni Emst Lubitsch ise cinsel dokundurmalı komedileriyle öne çıktı. O dönemin Hollywood’unun en aykırı yönetmeni ise Avusturya’dan gelmiş olan Erich von Stroheim’dı. Filmlerinde yerleşik ahlak kurallarını karşısına alarak bu sınırların dışına taşan Stroheim, yapıtlarının geniş izleyici kitlesi tarafından beğenilmesine karşın, hem aykırı tutumu, hem de set ve kostümler için çok para harcaması yüzünden yapımcıların tepkisini çekiyordu.
Sessiz sinemanın son yıllarında ise ABD sinemasında gittikçe artan tekelleşme ve Büyük Bunalım’ın ilk izlerinin belirmesi yapımcı şirketlerin riskten kaçınmalarına yol açtı ve bunun sonucunda Griffith, Sennett, Chaplin, Keaton ve Stroheim gibi yenilikçi sinemacıların stüdyolarla çalışma olanağı iyice azaldı.
II. Dünya Savaşı Öncesinde Sesli Sinema
Sesle görüntüyü birleştirmek sinemanın icadından beri düşünülen bir şeydi. 1919’da Lee De Forest, sesi optik olarak film üzerine kaydeden bir aygıt geliştirdi ve fonofilm adıyla patentini aldığı bu aygıtla 192327 arasında, özel olarak hazırlanmış salonlarda bir dizi sesli film gösterisi yaptı. Öte yandan büyük yapım şirketleri pahalı olduğu gerekçesiyle bu yeniliğe ilgi göstermediler. O dönemde küçük bir yapım şirketi olan Warner Bros, 1925’te Western Electric’in geliştirdiği bir ses kayıt sistemiyle ilgilendi. Şirketin amacı filmleri müzikli olarak gösterime çıkarmaktı. Alan Crosland’ın yönettiği ve John Barrymore’un oynadığı Don Juan ilk kez 6 Ağustos 1926’da müzikli olarak gösterildi. Bunu, orkestra müziğinin yanı sıra, popüler şarkıların ve konuşmaların da yer aldığı ve gene Crosland’m yönettiği, sinemanın ilk sesli filmi The Jazz Singer (1927; Caz Şarkıcısı) izledi.
“Konuşan filmler”in izleyici sayısını önemli ölçüde artırması üzerine, 1927-1929 arasında 15 ay içinde Amerikan sinema sanayisi sesli sinemaya geçti. Buna karşılık sesli sinema bir dizi teknik ve estetik sorunu da birlikte, getirdi. Mikrofonların ağır ve hareket olanaklarının sınırlı oluşu, çekim sırasında motor sesinin de kaydedilmesini önlemek için kameraların büyük kabinlere konması zorunluluğu filmlerdeki hareket olanağını kısıtlıyordu. Öykünün ve duyguların diyaloglarla daha kolay aktarılması filmlerin gittikçe durağan ve çok konuşmalı yapımlar halini almasına yol açtı. Yönetmenler de çekim sırasında oyunculara ve teknik ekibe talimat verme olanağını yitirdiler. Öte yandan ya diyalogları ezberleyemediklerinden, ya yabancı aksanları çok belli olduğundan ya da sesleri perdedeki görüntülerine uymadığından birçok yıldız sesli sinema döneminde ününü yitirdi.
Buna karşılık, oyuncu yönetiminde ustalaşmış yönetmenlerle tiyatro deneyimi ve yeteneği olan oyuncular öne çıktı. Filmlerin çekimden sonra seslendirilmesine dayanan dublaj uygulaması da sesli sinemanın getirdiği teknik kısıtlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. King Vidor’ın dublajı ilk kez uyguladığı Hallelujah! (1929) filminden sonra bu uygulama yaygınlaştı. 1933’e gelindiğinde sesli çekimin birçok sorunu çözülmüştü.
Sesli sinemayla birlikte yeni türler de ortaya çıktı. Sesin sağladığı gerçeklik duygusu, katı toplumsal gerçeklere değmen filmlerin yolunu açtı. Bunların başında, kent argosunun ve çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimde kullanıldığı gangster filmleri geliyordu. Ünlü kişilerin yaşamlarına dayanan biyografik filmler de yeni bir tür olarak ortaya çıktı. Sessiz sinemanın hareketi temel alan komedisinin yerini, Marx kardeşlerin, W.C. Fields’ın ve Frank Capra’nın söze dayanan komedileri almaya başladı. Sesle birlikte gözde olan bir başka tür de müzikaldi. Walt Disney The Skeleton Dance’fa (1929; İskelet Dansı) canlandırma müzikalleri türünü başlattı. Sesin gelmesiyle inandırıcılık kazanan çizgi filmlerin üretimi de bu dönemde artmaya başladı. Üstelik çizgi filmlerde iki ya da üç renk kullanılabiliyordu.
Renkli film sesli sinemayla birlikte başladı. Öte yandan sinemanın ilk yıllarında elle ya da şablonla boyama yöntemiyle bazı renkli filmler yapılmıştı. Technicolor Corporation tarafından geliştirilen Technicolor fotografik renklendirme yöntemi ilk kez 1922’de uygulanmıştı. Üç temel renk kullanımına olanak sağlayan yöntem 1929-1932 arasında geliştirildi ve uygulamaya kondu. Bu yöntem, Disney’in kısa canlandırma filmi The Three Littie Pigs (1933; Üç Küçük Domuz) ve kısa canlı film La Cucaracha’dan (1934) sonra giderek yaygınlaşmaya başladı.
Sesli sinemayla birlikte izleyici sayısındaki artış, ABD’de büyük şirketlerin egemenliğini ve bu şirketlerin kitlesel olarak film çektikleri stüdyo sistemini güçlendirdi. 193045 arasında 7.500 film stüdyo sistemi içinde çekilirken, şirketler de belli tarzlarda uzmanlaştılar. Bebek doğumundan tutkulu öpüşmelere kadar birçok olay ve konunun filmlerde gösterilmesini yasaklayan ve kendi mührünü taşımayan filmlerin dağıtımım yasaklayan Yapım Yönetmeliği’nin çıkarılmasından (1934) sonra stüdyo sistemi daha da güçlendi ve bu sistem dışında yenilikçi yapımlar gerçekleştirmek neredeyse olanaksızlaştı.
Gene de stüdyo sistemi içinde Capra, Josef von Stemberg, John Ford, Howard Hawks, Alfred Hitchcock, Wilham Wyler, George Cukor gibi yönetmenler kendi özgün tarzlannı geliştirip uygulayabildiler. Sistemin içinden çıkan en olağanüstü sinemacı ise, daha sonra sistemle çatışmaya girip çalışma olanaklarım yitirecek olan Orson Welles’ti. Welles, filmlerinde yeni görüntü ve çekim biçimleri uyguladığı gibi sinemanın anlatım öğelerini değişik düzlemlerde bir arada ve uyum içinde kullandı.
Sesli sinema döneminde uluslararası alanda en parlak gelişmeyi Fransız sineması gösterdi. Pathe Freres ve Gaumont Pictures gibi büyük şirketlerin güçlerinin azalması ve genellikle tek bir film için kurulan küçük şirketlerin bunların olanaklarını kiralayarak film yapmaları, Fransız sinemasında yenilikçi ve yaratıcı yapıtların ortaya çıkmasını sağladı. Fransız sinemasının 1930’lardaki “Altın Çağ”ın simge haline gelmiş üç yönetmeni, sesi ve görüntüyü akışkan ve rahat bir anlatımla kullanan Rene Clair, toplumsal sisteme kökten karşı çıkan şiirsel iki filmiyle sinema tarihine geçen Jean Vigo ve izlenimcilikten köklü toplumsal eleştiriye kadar değişik tutumları son derece ince işlenmiş bir anlatımla perdeye yansıtan Jean Renoir’dı.
Almanya’da sessiz sinema döneminin başarılı yönetmenleri 1930’ların başlarında sesi ustaca kullandıkları filmler çektiler. Öte yandan Hitler’in İktidara gelmesi bu yönetmenlerin çalışma olanaklarını yok etti. Alman sineması Leni Riefenstahl’ın çalışmaları gibi propaganda filmleri üretmeye başladı. Aynı biçimde SSCB’de de sessiz dönemin önemli sinemacılarının çalışmaları bürokrasinin engellemeleriyle karşılaşırken, toplumcu gerçekçilik adına ulusal kahramanların yaşamlarını anlatan ajitatif filmler desteklendi.
Japonya ise sesli sinemaya oldukça geç geçti. Bunun önemli bir nedeni benşi uygulamasıydı. Benşi, sessiz film gösterilirken, filmde olanları Kabuki tiyatrosu üslubunda izleyiciye aktaran bir yorumcuydu ve bu uygulama izleyiciler tarafından çok tutulmuştu. Gene de sesli filmlerle birlikte Japon sinema sanayisi tekelleşmeye ve kitlesel film üretmeye başladı. Buna karşılık Yasuciro Ozu ve Kenci Mizoguçi gibi yönetmenler toplumsal eleştiri taşıyan ilk filmlerini de bu dönemde çektiler. Hükümet ise, savaş boyunca da yürürlükte kalacak katı bir sansür uygulamaya başladı.
Sesle birlikte Hindistan’da da bir film patlaması yaşandı. Yılda, çoğu mitolojik ve tarihsel konulan ele alan sözlü, danslı ve şarkılı, ortalama 230 film gösterime çıkıyordu.
Savaş yılları ve II. Dünya Savaşı sonrası eğilimleri. Savaş yıllarında ABD’li sinemacılar savaşın değişik cephelerini tanıtan filmler yaptılar. Savaştan sonra ise stüdyo sistemi gerilemeye başladı. Bunun başlıca nedenlerinden biri antitröst yasalarının stüdyoların dayandığı yapım ve dağıtım tekellerini zayıflatmasıydı. Bazı stüdyolar finansman güçlükleri yüzünden gösterişli müzikaller ve tarihsel filmler yerine küçük bütçeli filmlere yöneldiler. Böylece toplumsal bilinç sineması olarak adlandırılan ve savaş sonrasının düş kırıklıklarına, ırkçılığa, alkolizme, gerçek polisiye olaylarına değinen filmler çekildi. 1947’de Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi’nin “komünist etkiler”i araştırmaya başlamasıyla birlikte karalama ve temizlik kampanyaları Hollywood’u da içine aldı. Uzlaşmayı reddeden sinemacılar çalışma olanağından yoksun kalırken, yenilikçi düşüncelerden ve tartışmalı konulardan uzak kalmaya özen gösteren tutucu filmler çekildi. Sinemanın inişe geçmesine neden olan bir başka önemli neden de televizyonun yaygınlaşmasıydı. Hollywood sinemaskop, VistaVision gibi geniş ekran uygulamalarıyla, üç boyutlu filmlerle ve üstün yapımlarla televizyonun rekabetine dayanmaya çalıştı. Öte yandan televizyon filmlerinin etkisiyle küçük bütçeli, siyah-beyaz gerçekçi filmlere bir dönüş yaşandı. 1960’larda ise stüdyoların çöküşü ve Yapım Yönetmeliği’nin geçerliliğini yitirmesiyle birlikte küçük, bağımsız şirketlerin etkinliği arttı.
Uluslararası alanda, savaşın hemen ardından İtalyan sineması yenigerçekçilik akımıyla dikkatleri üstüne çekti. Bu akımın yaratıcısı sinemacılar, Mussolini’nin kurduğu Deneysel Sinema Merkezi’nde öğrenim görmüş, ama dönemin “beyaz telefon filmleri” olarak adlandırılan yapay salon filmlerine ilgi göstermeyip toplumsal temalara yönelmişlerdi. Luchino Visconti’nin 1942’de çektiği Ossessione (Tutku), gerçek yaşama ilişkin bir öyküyü gerçek mekânlarda yansıtışıyla yeni akımın öncüsü oldu ve sansürün hışmına uğradı. Savaşın sona ermesiyle birlikte İtalyan sinemacılar, kıt olanakların da zorlamasıyla, dönemin toplumsal gerçeklerini gerçek mekânlarda ve profesyonel olmayan oyuncularla perdeye getirdiler. Yenigerçekçiliğin en önemli temsilcileri Vittorio de Sica’yla Roberto Rossellini’ydi. Önceleri bu akımın içinde yer alan Visconti, kendine özgü barok nitelikli bir sinemaya yöneldi. Gene ilk filmlerinde yenigerçekçilik akımının izleri görülen Federico Fellini ve Michelangelo Antonioni daha sonra, sinemaya modern katkılarda bulunan başlı başına birer okul haline geldiler. 1960’larda ve 1970’lerde ilk filmlerini yapan savaş sonrasının ikinci kuşağından Ermanno Ohni, Pier Paolo Pasolini, Bemardo Bertolucci, Francesco Rosi Marco Bellochio, Marco Ferreri, Paolo ve Vittorio Taviani, Lina Wertmüller gibi yönetmenler, çağdaş toplumu ve tarihi çeşitli açılardan sorgulayan filmlerinde özgün üsluplarını geliştirdiler.
Fransa’da yenileşme dönemi Yeni Dalga hareketiyle başladı. Akımın temsilcileri, Alexandre Astruc’ün 1948’de ortaya attığı, sinemacının ışıkla yazan bir yazar olması gerektiğini savunan kamerakalem (camerastylo) kuramıyla Andre Bazin’in Cahiers du Cinema dergisinde savunduğu, kurgudan çok görüntünün iç düzenlenişine, yani mizansene önem veren görüşlerini birleştirerek yaratıcı sinemacılar kuramını geliştirdiler. Klasik Fransız ve Hollywood anlatım kalıplarına karşı çıkan bu sinemacılar, filmlerin de aynı romanlar gibi yaratıcılarının kesin damgasını taşıması gerektiğini savundular. Akımın önemli temsilcileri François Truffaut, Alain Resnais, JeanLuc Godard, Claude Chabrol, Louis Malle, Eric Rohmer, Agnes Varda ve Jacques Rivette giderek kendi özgün çizgilerinde ilerlediler. 1970’lerin sonlarına değin Fransız sinemasının gelişiminin belirlediği gibi, “Yeni Dalga” terimi ülke sinemalarındaki yenilikçi karşı çıkışları tanımlar oldu. Bu hareket ayrıca sinemanın bir sanat dalı olarak kuramsal düzeyde tartışılmasına da büyük katkıda bulundu.
İngiltere’de etkili gerçekçiliğiyle dikkati çeken savaş dönemi belgesellerinin ardından kültürel açıdan tutucu bir çizgi sinemaya egemen oldu. Buna tepki olarak genç sinemacılar 1950’lerin başında, Lindsay Anderson, Karel Reisz ve Tony Richardson’ın öncülüğünde Özgür Sinema hareketini geliştirdiler. Günlük yaşamı olanca gerçekliğiyle saptayan belgesellerle başlayan bu akım, gündelik yaşama önem veren ve bu çerçevede çalışan insanların sorunlarını ele alan konulu filmlerle devam etti. İngiltere’deki film stüdyolarının gelişkin düzeyi
1960’larda birçok yabancı yönetmenin bu ülkede film çekmesine yol açtı. 1970’lerin bol özel efektli filmlerinin bir bölümü de İngiltere’de çekildi. 1980’lerde ise özerk televizyon kanalı Channel Four’un bağımsız yönetmenlere film yaptırması sonucunda küçük bütçeli, ama son derece ilginç filmler üretildi. Bu gelişmeyi bazıları İngiliz rönesansı olarak adlandırdı.
Batı Almanya’da yenilikçi hareket 1962’de, 26 genç sinemacının Oberhausen Film Şenliği’nde bir bildiri açıklamalarıyla ortaya çıkan Genç Alman Sineması’yla başladı. Alexander Kluge, Volker Schlöndorff, Werner Herzogl , Wim Wenders ve tiyatrodan gelen Rainer Werner Fassbinder gibi yönetmenler, klasik biçimleri reddeden filmler yaptılar ve kendilerine özgü ayrı yollarda ilerlediler.
Savaşın hemen ardından yeniden kitlesel film üretimine başlayan Japon sineması 1950’lerde uluslararası alanda ilgi gören ve önemli ödüller kazanan filmleriyle en parlak dönemini yaşadı. Evrensel anlatım biçimleriyle Japon kültürünü birleştiren Akira Kurosava’yla biçim ve içerik bakımından daha “Japon” olan Mizoguçi ve Ozu en önemli yapıtlarım bu dönemde verdiler. Bu yönetmenleri, ikinci kuşak sayılan Masaki Kabayaşi, Kon İçikava ve Kaneto Şindo’nun başını çektiği grup, onları da Hiroşi Teşigara, Yasuzo Masumura, Şohei İmamura, Masahiro Şinoda ve Nagisa Oşima’nın içinde yer aldığı üçüncü kuşak izledi. Öte yandan 1980’lerde televizyonun ve ABD yapımlarının rekabeti karşısında bir bunalım yaşayan Japon sinemasında şiddet filmlerinin sayısı giderek artmaya başladı; yaratıcı yönetmenler ülkelerinde çalışma olanağını bulamadılar.
Hindistan’da ise uluslararası bir dille ülkesine özgü temaları ve anlatım biçimlerini birleştiren Satyacit Ray yenilikçi çıkışın öncüsü ve simgesi oldu. Onu 1960’lann sonlarından itibaren Mrinal Sen ve Mani Kaul gibi yönetmenler izledi.
1970’lerin başına değin sinema sanayisinden yoksun olan Avustralya’da 1975’te uygulanmaya başlayan geliştirme programının ardından bir nitelikli film patlaması yaşandı. Uluslararası düzeyde filmler çeken Peter Weir, Bruce Beresford, Fred Schepisi ve George Miller gibi yönetmenler 1980’lerde ABD’de çalışmaya başlayarak, bu ülke sinemasına taze kan getirdiler.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük durgunluğu SSCB sineması yaşadı. Uygulanan katı sansür Stalin’in ölümünden sonra da etkisini sürdürdü. 1960’larda ise Devlet Sinema Enstitüsü’nden, çoğu Rus olmayan birçok yetenekli sinemacı mezun oldu. Bunların en ilgi çekenleri Ermeni asıllı Gürcü Sergey Paradjanov ile Rus Andrey Tarkovski’ydi. Öte yandan onların çalışmaları da bürokrasinin baskısıyla karşılaştı. 1980’lerin ortalarında ise glasnost’un etkisiyle, yıllarca yasaklanmış filmler gösterime çıktı. Bu umulmadık özgürleşmeyi Stalin dönemini eleştirel açıdan ele alan filmler, bunları da günümüz Sovyet toplumunun değer karmaşasını ve kuşkularını yansıtan çağdaş yapımlar izledi.
Arnavutluk ve ADC dışındaki Doğu Avrupa ülkelerinde, toplumsal muhalefetin ve liberalleşmenin yükselişine bağlı olarak sinema alanında da yaratıcı çabalar görüldü. Bu ülkelerin başında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülke içinde komünist yönetimden bağımsız konumunu korumaya çalışan ve uluslararası sinemaya önemli katkılarda bulunan Polonya sineması geliyordu. Polonya okulu adı verilen bu akımın üyeleri Jerzy Kawalerowicz, Andrzej Munk, Andrzej Wajda ile onları izleyen Roman Polanski, Jerzy Skolimowski, Krzysztof Zanussi ve daha yeni kuşaktan Krysztof Kieslowski, Agnieszka Holland ve Feliks Falk, toplumsal sorunları gelişkin bir anlatımla perdeye yansıtırken, “toplumsal huzursuzluk” sinemasının da yaratıcısı oldular.
Çekoslovakya’da, Polonya okulunun etkisiyle 1962-1968 arasında Çek Yeni Dalgası adı verilen bir canlanma yaşandı. Vera Chytilovâ, Jân Kadâr, Milos Forman, Jiri Menzel, Jan Nemec gibi genç sinemacıların başını çektiği bu hareket 1968 Sovyet işgaliyle birlikte sona erdi.
Bağımsız çizgisini belli ölçülerde koruyabilen ve 1955’ten sonra uluslararası alanda geniş ilgi gören filmler üreten bir sinema da Macar sinemasıydı. Zoltân Fâbri, Miklos Jancso, Istvân Szâbo, Istvân Gaâl, Peter Bacsö, Pal Gâbor ve Marta Meszaros gibi yönetmenler ülkenin geçmişini ve bugününü sorgulayan, görsel bakımdan gelişkin filmler çektiler.
Yugoslavya’da Dusan Makavejev 1960’lann sonu ve 1970’lerin başlarında yaptığı filmlerinde döneme göre çok radikal bir tutum aldı. 1970’lerin ortalarından sonra ise, Prag’daki sinema okulundan mezun olan Emir Kusturica, Goran Markovic ve Srdjan Karanovic gibi genç sinemacılar Yugoslav sinemasında yeni bir canlanma yarattılar. ADC’de 1960’lann ilk yansında çekilmiş ve yasaklanmış olan bir dizi ilginç film ancak 1990’da izleyici karşısına çıkabildi.
1960’ların en önemli gelişmesi. Üçüncü Dünya ülkeleri sinemalarının yükselişiydi. Özellikle Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde sinemacılar, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı radikal bir tutum geliştirdiler. ABD sinemasının kalıplarına karşı çıkarken, alışılmış üretim sisteminden ayrı, bağımsız olarak gerçekleştirdikleri filmlerinde ülkelerinin anlatı geleneğinden de yararlanan, ulusal bilince seslenen, öfkeli ve şiirsel filmler çektiler. Üçüncü Dünya ülkelerindeki en güçlü akım olan Güney Amerika’daki Yeni Sinema hareketi 1970’lerin sonlarına doğru askeri cuntaların baskısı karşısında gücünü yitirdi. 1980’lerde ise eskinin radikal yönetmenleri muhalif konumlarım korumakla birlikte, uluslararası anlatım biçimlerine daha yakın, olgun yapıtlar verdiler.
İspanyol Luis Bunuel ise 1950’lerde Meksika’da, 1960’ların ortasından sonra Fransa’da çektiği filmlerle burjuva Hıristiyan kültürüne ve Batı uygarlığına en iğneleyici eleştirileri yönelterek benzersiz çizgisini korudu. Kendine özgü bir çizgi sürdüren bir başka yaratıcı yönetmen de, çağdaş insanın ruhunun derinliklerinde dolaşan İsveçli Ingmar Bergman oldu.
ABD Sinemasında Yeni Eğilimler
1960’larda yaşanan toplumsal değişim ve çatışmalar ABD sinemasını da etkiledi. Arthur Penn, Stanley Kubrick, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper gibi sinemacılar filmlerinde cinsellik, şiddet, militarizm ve Amerikalılık gibi kavramları yerleşik sınırların dışında ele aldılar. Öte yandan kalıplaşmış Hollywood anlatımının dışında teknikler ve üsluplar kullandılar. 1960’larm karşı kültür hareketlerinin izlerini taşıyan bu filmlerin yerini 1970’lerde, sinema okurlarından mezun olmuş Francis Ford Coppola, Paul Schrader, Brain De Palma. Martin Scorsese, George Lucas ve Steven Spielberg’in gösterişli çalışmaları aldı. Bu filmlerin bir bölümü, toplumsal sorunlar karşısında ailenin konumunu vurgular ve yeni bir ahlak anlayışı ararken, bir bölümü de klasik serüven, gerilim ve bilimkurgu öykülerini son derece gelişmiş görsel efektlerle perdeye getirdi. Bu İkinciler izleyiciyi, özellikle de yaş ortalaması küçük bir kitleyi yeniden sinema salonlarına çekerek sinema tarihinin en yüksek gişe gelirlerini sağladı.
1980’lerde videonun yaygınlaşmasıyla birlikte “elektronik sinema” önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun bir yan etkisi olarak bağımsız yenilikçi sinema canlandı; Joel ve Ethan Coen, Tim Jarmusch, Spike Lee, David Lynch ve Oliver Stone gibi yönetmenler sıra dışı, yenilikçi tasarılarını gerçekleştirme olanağını buldular.
Kaynakça:Anadolu Ajansı,Turk dili edebiyati,wikipedia,Barut hotels
Charlie Chaplin'den Einsenstein'a, "western" türünden komediye kadar pek çok klasiğin ve ilkin başladığı, aynı zamanda sinemanın sanat haline gelmesinde büyük payı olan ve başarılı eserler çıkartan sessiz sinema dönemi, birçok başyapıta da sahne oldu.
Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin kamera ve projektörün bir arada olduğu "Sinematograf" aletini icat ettikten sonra sanattan çok bir belgeleme aracı olarak keşfedilen dünya sinemasında, ilk film gösterimleri de Lumiere Kardeşler'in çektikleri kısa filmlerle birlikte 1895'te başladı.
Lumiere kardeşlerin aynı yıl yaptıkları "Duvarın Yıkılışı", filmin tersten gösterime sunulmasıyla, ilk özel efekt kullanılan film olarak kayıtlara geçti. İlk komedi filmi ise Lumiere kardeşler’in çektiği "Islanan Bahçıvan" oldu.
Bu filmleri izleyenler arasında yer alan marangoz ve sihirbaz George Melies, gördüklerinden çok etkilenerek sinemaya adım attı ve 1902'de çektiği "Ay'a Yolculuk" adlı film, sinema tarihinin hem ilk senaryolu filmi hem de ilk bilim kurgu filmi olarak kabul edildi.
Aynı yıl İngiliz mucit Edward Raymond Turner tarafından çekilen, papağan, Japon balığı ve ayçiçekleriyle oynayan çocukların bulunduğu görüntüler, dünyanın ilk renkli sinema filmi olarak kayıtlara geçti.
Bu dönemden sonra ilk sinema salonlarının adı olan Nikelodeon, 1905'te ABD'de açıldı. 1906'da Avustralya'da "The Story of Kelly Gang" isimli 70 dakikalık bir film gösterime girdi ve o zamana kadar yapılmış en uzun film oldu.
Sessiz sinema döneminde ayrıca 1911'de ilk kez filmlerin başında jenerik yayınlanırken, sektör yavaş yavaş Hollywood'a kaydı ve Oscar Apfel ve Cecile B. De Mille’in yönettiği 1913 tarihli "The Squaw Man" Hollywood Yapımı ilk film olarak kabul edildi.
Sessiz sinema döneminin en parlak yıldızı olarak gösterilen Charlie Chapline ise 1914'te Keystone Stüdyolarında üretilen "Kid Auto Races at Venice" isimli filmdeki "Küçük Serseri" karakteriyle sinema dünyasına adım attı.
Bugünün sinema anlatımını başlatan kişi olarak gösterilen ABD'li yönetmen David Llewelyn Wark Griffith, bu dönemde 2 saati geçen, devasa dekorların kullanıldığı, bol oyunculu başyapıtlara imza attı.
"King Kong" filmiyle sinemada ilk kez çift kanallı ses kullanıldı
"Sessiz Sinema" dönemini sona erdiren "The Jazz Singer" filminin hemen ardından, Warner Bros tarafından 1928'de tamamı sesli film olarak çekilen "New York'un Işıkları", yaklaşık 1 milyon dolar hasılatla dönemin gişe rekorunu kırdı.
Her ne kadar sesli sinemaya karşı bir direnç olsa da yeni bir sinema kavramının sorgulandığı bu yıllar daha sonra sesin sinemayı tamamlayan bir öge olduğu düşüncesine dönüştü ve 1933'de "King Kong" filmiyle sinemada ilk kez çift kanallı ses kullanılarak ses tasarımı yapıldı.
Dünya sinemasında sesin sağladığı gerçeklik duygusuyla toplumsal konulara değinen filmlerin yanı sıra birçok türde film, yapım şirketlerinin ürünleri arasına girdi. Bunların arasında kent argosunun ve çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimde kullanıldığı gangster filmlerinin yanı sıra ünlü kişilerin yaşamlarını ele alan biyografik filmler yer aldı.
Sesli sinemayla birlikte izleyici sayılarındaki artış, ABD'de büyük şirketlerin egemenliğini ve bu şirketlerin kitlesel olarak film çektikleri stüdyo sistemini güçlendirdi ve 1930-1945'te yaklaşık 7 bin 500 film stüdyo sistemi içinde çekilirken, yapım şirketleri de belli tarzlarda uzmanlaştı.
O dönemde uluslararası alanda en parlak gelişmeyi ise Rene Clair, Jean Vigo ve Jean Renoir adlı yönetmenlerle Fransız sineması gösterdi. Alman sineması da bu dönemde Hitler'in iktidarda olması sebebiyle Leni Riefenstahl'ın çalışmaları gibi propaganda filmlerine imza attı.
Sesli sinema dönemine en geç geçen Japonya da daha sonra sinema sanayisinde tekelleşmeye ve kitlesel film üretmeye başladı.
Sesle birlikte Hindistan'da da sinema sektöründe bir patlama yaşandı ve o dönemde çoğu mitolojik ve tarihsel konulan ele alan, sözlü, danslı ve şarkılı yaklaşık 230 film bir yıl içerisinde gösterime çıktı.
İlk Türk sineması 19 Mart 1910'da "Milli Sinema" adıyla kuruldu
Türkiye'de ise ilk kez sesli film gösterimi 25 Eylül 1929'da o dönemin en lüks sinema salonlarından olan Elhamra Sineması'nda yapıldı ve "Kadının Harbe Gidişi" isimli film seyircilerin beğenisine sunuldu.
Osmanlı'nın sinemayla tanışması ise ilk kez Lumiere Kardeşler'in "Bir Trenin La Ciotat Garına Varışı" adlı filminin 1896'da bir Alman Yahudisi olan Sigmund Weinberg tarafından, İstanbul Galatasaray'daki bir birahanede gösterilmesiyle oldu.
Türkiye'de sinemanın kurumlaşması 1915'te gerçekleştirildi
Halka açık sinema salonları gösterilerini, yabancı uyruklu ve Türkiye'deki azınlıkların egemenliğinde sürdürürken, ilk Türk sineması İstabul'un Şehzadebaşı'nda semtinde 19 Mart 1910'da "Milli Sinema" adıyla kuruldu.
Türkiye'de sinemanın kurumlaşması ise Birinci Dünya Savaşı döneminde gerçekleştirildi. Alman ordularının, filmleri bir propaganda unsuru olarak ve askerlerin eğitimi için kullandığını gören, dönemin Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı görevlerini sürdüren Enver Paşa, 1915'te Merkez Ordu Sinema Dairesi'ni (MOSD) kurarak, Türk Sineması'nın kurumlaşmasının temellerini attı.
MOSD'nin kurulması ve takip eden dönemde yapılan hikayeli filmler sinema tarihi için o yılların en önemli gelişmelerinden biri oldu. Aynı dönemde Fuat Uzkınay'ın çektiği "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" adlı belgesel Türk Sineması'nın ilk eseri, Uzkınay da ilk Türk sinemacısı olarak kabul edildi.
Çeşitli kaynaklara göre 14 Kasım 1914'de gösterime giren ve 150-300 metre uzunluğunda çekilen ve Ayastefanos'ta (Yeşilköy) bir utanç abidesi olarak görülen Rus anıtının halk tarafından yıkılışını gösteren filmin hiçbir kopyası bugüne ulaşmadı.
Bazı kaynaklara göre birçok sinemacı ve tarihçi de Türkiye'de sinemanın doğuşunu 19. yüzyıl sonunda, Osmanlı uyruğu Manakis Kardeşler'in Balkanlar'daki yaşam üzerine çektikleri kısa belgesellere dayandırdı.
1922 - 1950 Yılları Arasında Türk Sineması
Sinemanın Türkiye'de yerleşiklik kazanması süreci ise 1922'de çekilen "Ateşten Gömlek" adlı filmle başladı. Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'ın romanından uyarladığı yapım, Kurtuluş Savaşı'nı konu alan ilk film oldu.
Türk Sineması'nda 1922'den 1949'a kadar sivil yapımevleri bazında yapılandırılan döneme "Özel Yapımevleri Dönemi" adı verildi ve tiyatro kökenli çalışmalardan oluşan bu dönemde Türk filmlerinin yapımında Muhsin Ertuğrul aktif rol oynadı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945'den sonra film üretimini artıran Türk Sineması'nda film yapıları seyirci tercihleri neticesinde yani ekonomik yansımalar sebebiyle belli bir form yakaladı.
1950-1960 dönemi
Türkiye'de uzun süreli bir sinema geçmişinin olmaması nedeniyle, bu sanat dalı tiyatro anlayışıyla sürdürülmeye çalışıldı ve bu tiyatro üslubu 1950'lerden itibaren kırılmaya başladı. "Geçiş Dönemi" adı verilen bu yıllarda yabancı filmler Türk sinemasında önemli bir yer tuttu ve bu filmler arasında özellikle ABD ve Mısır yapımları hakim bir konumda yer aldı.
Bu dönemde Türk Sinemasının ilk sesli kabul edilen Türk-Mısır-Yunan ortak yapımı "İstanbul Sokakları"nda adlı yapımın yanı sıra ilk kısa metraj filmler ile dönem filmleri bu tarihlerde çekildi.
Türk sinemasının 1931-1950'deki en önemli gelişmelerden biri de Türk Sineması Cemiyeti tarafından düzenlenen yarışma olarak gösterildi.
İzleyiciyle 1949'da buluşan "Çığlık", ilk Türk korku filmi olurken, yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul'un üstlendiği 1953 yapımı "Halıcı Kız", Türk sinema tarihinin ilk uzun metrajlı renkli filmi olarak kabul edildi.
Bu dönemde ayrıca Ertuğrul'un yanı sıra Faruk Kenç'le birlikte Şadan Kamil, Baha Gelenbevi, Turgut Demirağ, Şakir Sırmalı, Çetin Karamanbey, Aydın G. Arakon, Orhon M. Arıburnu gibi tiyatro dışından gelen yönetmenler sinema alanına girerek ilk filmlerini çekti ve Şehir Tiyatrosu dışından olan oyuncularla çalışarak yeni bir oyuncu kadrosunun oluşmasını sağladı.
Sinemacılar Dönemi
"Sinemacılar Dönemi" olarak da kaydedilen bu sürecin başlangıcı Ömer Lütfi Akad imzalı 1949 yapımı "Vurun Kahpeye" adlı film kabul edildi. Yaklaşık 20 yıl süren bu dönemde 2 bin 200 film çevrildi ve Osman Fahir Seden, Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün gibi usta yönetmenler ilk filmlerine imza attı.
Münir Özkul, Neriman Köksal, Muhterem Nur, Fikret Hakan, Belgin Doruk, Turgut Özatay, Öztürk Serengil, Ahmet Mekin, Ekrem Bora, Çolpan İlhan, Orhan Günşıray, Göksel Arsoy, Yılmaz Güney, Erol Taş, İzzet Günay ve Fatma Girik gibi isimler 1950'li yıllarda uzun oyunculuk kariyerlerine başlarken, 1951'de ilk filmini çeviren Ayhan Işık ise döneminin en büyük yıldızı oldu.
Senaristliğe 1957'de başlayan Safa Önal, çoğu başyapıt seviyesindeki filmin senaryosuna imza atmakla kalmayarak, dünya tarihinin en üretken senaristi oldu ve 400'ün üzerinde senaryoya imza attı.
1960-1970 yılları arasında Türk Sineması
Türk Sineması'nın üretim verimliliğinin en üst noktaya çıktığı yıllar olarak adlandırılan bu dönemde renkli filmler üretilmeye başlandı ve Metin Erksan'ın 1963 yapımı "Susuz Yaz" filmi, uluslararası alanda ödül alan ilk Türk filmi oldu.
Piyasa hakimiyetinin 1967'den itibaren hızla artan renkli filmlere geçtiği bu dönemde ayrıca Türk sineması, ABD sinemasının önüne geçti ve birçok yeni yapımcı ortaya çıktı.
"Yeşilçam" olarak da adlandırılan bu dönemde, 1966'da Türk Sineması 241 filmle, dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırayı aldı. Yapım, üretim ve dağıtım gücü açısından bu dönem, ayrıca Türk Sineması'nın altın çağı olarak belirtildi.
Ertem Eğilmez, Halit Refiğ, Tunç Başaran ve Türker İnanoğlu'nun adını duyurmaya başladığı 1960'lı yıllarda Filiz Akın, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Selda Alkor, Serdar Gökhan gibi oyuncular da ilk filmlerine imza attılar.
1970-1980 dönemi
Genç Türk Sineması Dönemi olarak belirtilen bu dönemde de Ömer Kavur, Zeki Ökten, Şerif Gören gibi genç yönetmenler ve Tarık Akan, Kemal Sunal, İlyas Salman, Şerif Sezer, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Gülşen Bubikoğlu, Müjde Ar, Necla Nazır, Perihan Savaş gibi önemli oyuncular sinemaya giriş yaptı.
Sadık Şendil'in senaryolarıyla, Cahit Berkay ise film müzikleriyle öne çıktığı bu dönemde Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe ve İhsan Yüce gibi karakter oyuncuları, Arzu Film ekolü olarak da adlandırılan Ertem Eğilmez önderliğindeki samimi aile filmleriyle altın dönemlerini yaşadı.
12 Eylül darbe sonrası Türk sineması
Türk sinemasında 1980 darbesi sonrası toplumsal değişim ve karamsarlık sinemaya da yansıdı. Çekilen film sayısında düşüş yaşanırken, 1990'lı yıllarda sinema sektörü durma noktasına geldi.
1990-2000 Yılları Arasında Türk Sineması
Yaklaşık 500'ün üzerinde film çekilen bu 10 yıllık sürecin ardından 1990'lı yıllarda bugünün önemli yönetmenleri arasında yer alan Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Mustafa Altıoklar, Ömer Vargı ve Derviş Zaim gibi isimler sinemaya adım attı.
Yabancı romanlar ve yapıtların da Türkçe'ye çevrilerek filme dönüştürüldüğü bu dönemde ayrıca Toronto Sinema Vakfı ve Ottawa Elçiliği'nin desteğiyle Türkiye'de ilk toplu film gösterisiyle, Türk sineması küreselleşme konusunda ilk adımını atmış oldu.
Özel televizyonların açılması, 1995'ten sonra video, VCD ve DVD formatlarının yaygınlaşarak alternatif izleme alanlarının ortaya çıkması ile sinema sektöründe ayrıca bir düşüş yaşandı.
İzleyici profillerinin de değiştiği bu dönemde sinemacıların anlatımlarında belirgin değişiklikler yaşandı ve Türk filmlerinin teknik düzeyi dünya standartlarını yakalayarak, sinema okullarından yetişmiş eğitimli gençler sektöre hakim olmaya başladı. Türk filmlerinin bütçeleri milyon dolar, seyirci sayıları da milyon kişi seviyelerine ulaşırken, 2004'te çıkarılan 5224 sayılı "Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması İle Desteklenmesi Hakkında Kanun" ile de Türk Sineması bir dönüm noktası yaşadı.
2000'lerden bugüne
Bu dönemde yerli sinemaya olan ilgi ciddi oranda artarak, Türkiye Avrupa ülkeleri arasında yerli yapımların en çok izlendiği ülke haline geldi.
Sektörde 2005'de 30 milyona yaklaşan seyirci sayısı, 2017'de 71 milyonu aştı. Aynı yıl sadece gişe gelirleri 863 milyon liraya ulaştı ve "Recep İvedik 5" filmi 7 milyon 437 bin 50 kişilik izleyici sayısıyla tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi oldu.
Son yıllarda artan seyirci ve film sayısı, üretimdeki çeşitlilik ve uluslararası arenada kazanılan ödüller, Türk sinemasının yeniden canlanmasına neden oldu.
Ayrıca komedi filmlerinin rağbet gördüğü 2000'li yılların ortalarında, Cem Yılmaz'ın "G.O.R.A." ve "A.R.O.G." filmleri, Yılmaz Erdoğan'ın "Vizontele", Ata Demirer ve Demet Akbağ'ın rol aldığı "Eyvah Eyvah", Şahan Gökbakar'ın "Recep İvedik" serileri büyük ilgi gördü.
Aynı zamanda olgunluk dönemlerini yaşayan yönetmenlerden Zeki Demirkubuz "Kader", Derviş Zaim "Filler ve Çimen", "Nokta", "Gölgeler ve Suretler", Reha Erdem "5 Vakit, Korkuyorum Anne", "Hayat Var", Semih Kaplanoğlu "Yumurta", "Süt", "Bal", Yavuz Turgul "Gönül Yarası", "Av Mevsimi", Sinan Çetin "Komser Şekspir", "Kağıt", Nuri Bilge Ceylan "Uzak", "3 Maymun", "Bir Zamanlar Anadolu'da" ve "Kış Uykusu" gibi ses getiren filmlere imza attı.
Bu dönemde Uğur Yücel, "Yazı Tura", Mehmet Aslantuğ "Aşkın İkinci Yarısı", Cem Yılmaz "Hokkabaz", Yılmaz Erdoğan "Vizontele" ile oyunculuğun yanında yönetmenliğe başlayan isimler oldu.
Türk sinemasında 2000'lerin son döneminde ise "Çalgı Çengi" ve "Düğün Dernek" filmlerine imza atan ve gişe başarısı yakalayan Selçuk Aydemir'in yanı sıra şarkıcılıktan oyunculuğa ve yönetmenliğe geçiş yapan isimlerden Mahsun Kırmızıgül "Beyaz Melek", "Güneşi Gördüm" ve "New York'ta 5 Minare" ile Özcan Deniz "Ya Sonra", "Evim Sensin" ve "Su ve Ateş" ile ciddi gişe başarısı yakalayan isimler arasında oldu.
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filmiyle Ahmet Uluçay, "Mustafa Hakkında Herşey" ve "Babam ve Oğlum"la Çağan Irmak, "Yozgat Blues"la Mahmut Fazıl Coşkun, "Sınav", "Yahşi Batı" ve "Aşk Tesadüfleri Sever" filmleri ile Ömer Faruk Sorak, dönemin dikkati çekici isimleri arasında yer aldı.
Üretilen film sayısı her geçen yıl artarken, 2016'da 360, 2017'de 394, 2018'de ise 442 yeni film, sinema salonlarında izleyicinin beğenisine sunuldu ve geçen yılın rekorunu 6 milyon 480 bin 548 izleyiciyle "Müslüm" filmi kırdı.
Sektördeki birçok sıkıntının önüne geçen "Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" sektör temsilcilerinin de görüşleri alınarak bu yılın başında çıkarıldı ve 2019'un ilk 9 ayında en çok izlenen filmi 3 milyon 537 bin 429 izleyici ile "Organize İşler Sazan Sarmalı" oldu.
Sinemanın Kısa Tarihi
Sinemanın kısa tarihine değinecek olursak ilk olarak 1891’de Amerika’da Edison’un şirketinin başarıyla Kinetoscope‘un bir prototipini göstermesinden bahsedebiliriz. Bu Kinetoscope resimleri hareket ettiriyor, ona bakan kişiler hareketli resimler görüyordu. 1892 yılında kineteskoptan ilham alan Lumiere kardeşler, 13 Şubat 1895’te sinematografın patentini aldı. Lumiere kardeşlerin çektiği ”Arrival of a Train at La Ciotat” sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edildi. 15 kare hızında çekilen 55 saniyelik bu film, Lumiere kardeşlerin ismini de ilk sinema yapımcıları olarak tarihe kazımış oldu.
İlk başta yalnızca dakikalar süren filmler hem renksiz hem de sessizdi. Lumiere kardeşler saniyedeki kare hızının illüzyonu oluşturması 15 fps belirlemiş olsa da zaman içinde bu sayı 24p hızına ulaşacaktı. Sinemada renklerin gelmesi ise 1902 yılında şablonlama yöntemiyle başladı. Bu yöntem görüntüdeki her kare tek tek el ile renklendirildiği için filmlere renk gelişi olarak kabul edilmese de 1906 yılına gelindiğinde George Albert Smith “Kinemacolor”ı icat etti. Bu icat görüntüleri yeşil ve kırmızı olmak üzere filtrelerden geçiriyor ve iki aşamalı bir renklendirme meydana getiriyordu.
Sinemanın ilk renkli filmi ise 1908’de Smith’in “A Visit to the Seaside” yapımıydı. Ancak bu iki aşamalı renklendirme tutarlı renk spektrumu gerçekleştiremiyordu. Yıl 1917’de kendi iki renkli filtresini oluşturan Tecnicolor şirketi 1932 yılına gelindiğinde üç filtreli renklendirmeyi tanıttı. Bu filtre ilk olarak Walt Disney’in “Flowers and Trees” isimli animasyonunda kullanılsa da ilk canlı kullanımı 1934 yılında “The Cat and the Fiddle” filmiyle oldu.
Yıl 1950’ye gelindiğinde ise Eastman Kodak’ın geliştirdiği tek şeritli renk işlemi sayesinde sinemada renklendirme standarta dönüştü. Sinemada ses ise 1925 yılında Warner Bros. tarafından icat edilen Vitaphone ile gerçekleşti. 1927 yılına gelindiğinde ilk sesli film olan “The Jazz Singer” gösterime girdi. Ancak sesin görüntü ile senkronize olabilmesi için standart bir kare hızı gerekiyordu. İşte bu sayede 15–20p arasında olan gösterimlerden 24 fps standardına geçiş yapıldı.
1914’ten itibaren sinema sektörü yükselişe geçmeye başlasa da 1930’larda zirveye ulaştı. Bu dönemde filmlerde seslendirmeler yapılır hale gelmişti. Aynı dönemde Amerika’da Hollywood sineması doğdu. Bu sayede sinema, eğlence sektörünün başı haline geldi. 1930–1940’lı yıllar arasında insanlar haftada iki defa sinemaya gitmeye başladı. Sinemanın İngiltere’deki zirve noktası ise 1946 yılıydı. Ülkede her hafta 31 milyon insan sinemayı ziyaret ediyordu.
Günümüzde ise teknoloji oldukça gelişti ve bu değişiklik sinemayı da yakından takip etti. Öyle ki teknolojinin gelişmesiyle beraber görsel efektler arttı, 3D filmler ortaya çıktı, yüksek teknolojili kameralarla çekilen yüksek bütçeli filmler en büyük eğlence kaynaklarından biri haline geldi. Yukarıda sırasıyla her evresini anlattığımız sinemanın bu tarihsel gelişimi sayesinde artık onu hayatımızın bir parçası olarak kabul ediyor, vizyona yeni girecek yeni filmleri dört gözle bekliyoruz.
Sinema Nedir? Dünyada Sinema Tarihi:
Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalıdır.
İlk Yıllar (1830-1910)
Sinemanın temelinde yatan yansıma, beynin, gözün ağtabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağtabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) art arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.
Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu. Örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832’de yapılan phenakistoscope ve 1834’te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839’da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler de geliştirildi. İngiliz kökenli fotoğrafçı Eadweard Muybridge, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog EtienneJules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887’de ABD’li Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu.
Thomas Alva Edison ile yardımcısı Wilham Kennedy Laurie Dickson’m yaptıkları kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m’lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. 1894’te kinetoskoplann ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria’yı inşa etti.
Kinetoskopu Paris’te bir sergide gören Auguste ve Louis Lumiere, sinematograf adı verilen aygıtı geliştirdiler. Elle çalıştırılabilen bu aygıt film çekimi ve gösterimi yapabiliyor ve 10 kg dolayındaki ağırlığı sayesinde de, istenen yere taşınabiliyordu. Lumiere Kardeşler ilk gösterilerini 28 Aralık 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler ve bu gösteri sinemanın başlangıcı olarak kabul edildi.
Edison’un filmleri genellikle stüdyoda çekilmiş sirk ve vodvil gösterileriyken, Lumiere Kardeşler’in filmleri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları belgeseller ya da haber filmleriydi. Sinemanın kendine özgü anlatım olanaklarından yararlanma ve sinema aracığıyla bir öykü anlatma dönemi, temel olarak Fransız yönetmen Georges Melies’le başladı. Melies, fantastik sinema ve bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan filmlerinde sinemanın yansıma yaratma gücünü zekice kullanarak film “hile”leri uyguladı. Buna karşılık Melies’in filmlerinde kamera sabit bir noktada duruyor ve öyküyü, tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntülüyordu. Daha sonra sinema dilinin temel öğeleri olacak değişik çekim ölçeklerini ve kamera açılarını kullanan ve bunlan öykünün gelişimine göre değişik biçim ve ritimlerde kurgulayan ilk sinemacı ABD’li Edwin S. Porter oldu. Özellikle The Great Train Robbery (1903; Büyük Tren Soygunu) filminde Porter, hareketli ve gerilimli sahnelerde yakın ve kısa çekimler kullanarak, kamerayı hareket ettirerek ve arkadaki bir perdeye yansıtılmış görüntülerle öndeki bir mizansenin birleştirilmesine dayanan arka gösterim tekniğini uygulayarak gerçekçi sinemanın temellerini attı.
Daha ilk gösterimlerden başlayarak kitlelerin ilgisini çeken ve yaygın bir eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın ilk 10 yılında başlı başına bir sanayi ve ticaret dalı hafine geldi. Önceleri dünya pazarına Fransız sinemacıları egemendi ve Charles Pathe ilk uluslararası sinema imparatorluğunu kurmuştu. ABD’de ise nickelodeon adı verilen sinema salonlarının hızla yayılması başlıca Doğu kentlerinde art arda film yapım şirketlerinin kurulmasına yol açtı. Yapımcı şirketlerin 1908’de kurdukları Motion Picture Patents Company’nin yürüttüğü mücadele karşısında bazı sinemacılar Batı’ya giderek orada etkinlik göstermeye başladılar ve böylece Hollywood’un temellerini attılar.
Sessiz Sinema: 1910-1927
Sinema alanında başlayan amansız rekabet yapımcıları kitlelerin ilgisini çekecek yeni filmler yapmaya yöneltti. On dakika süren tek makaralık filmlerin yanı sıra birkaç makaralık uzun filmler de yapılmaya başladı. ABD’de orta sınıfa yakın öyküler ve romanlar art arda perdeye aktarıldı ve adlan çevresinde efsaneler oluşturulan sinema yıldızlan ortaya çıkmaya başladı.
I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da Fransız ve İtalyan sinemaları önde geliyordu. Fransız Ferdinand Zecca, daha sonra ABD’de sessiz sinema komedyenlerini derinden etkileyecek komedi türünü (course comique) geliştirdi. Louis Feuillade Fantomas (191314), Les vampires (1915; Vampirler) ve Judex’le (1916) hem cinayet ve korku sinemasını geliştirdi, hem de seriyal film uygulamasını başlattı. Bir yandan da gene Fransa’da, sahne oyunlarının karmaşık sinema uyarlamaları olan sanat filmi (film d’art) uygulamaları görüldü. İtalyan sineması ise 1908 ve 1913’te iki kez çevrilen Gli ultimi giorni di Pompei (Pompei’nin Son Günleri), Quo Vadis? (1912) ve Cabiria (1914) gibi, çok sayıda figüranın ve dev dekorların kullanıldığı, uzunluğu 612 makara arasında değişen destansı tarihsel filmlerle dikkati çekti. Bu İtalyan üstün yapımları ABD’li D.W. Griffith’i derinden etkileyecekti.
Sinemayı ilginç bir eğlence düzeyinden başlı başına bir anlatım aracı konumuna yükselten en önemli sinemacı Griffith oldu. Söze ve yazıya başvurmadan yalnızca sinemanın anlatım olanaklarıyla izleyiciyi etkileyen, duygu ve düşünceleri en çarpıcı biçimde perdeye yansıtan Griffith, günümüzde artık klasikleşmiş olan sinema tekniklerini uyguladığı gibi film yapım sürecinin de temel aşamalarını yerleştirdi ve bütün bu aşamaları uyumlu biçimde yürüten yönetmenin önemini ortaya koydu.
I. Dünya Savaşı sonrasının yorgun ve yıkık Avrupa’sında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri, savaştan yenik çıkmış olan Almanya’dan geldi. Savaştan sonra özel denetime verilmiş olan UFA adlı şirket öncülüğünde Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde (1919-1933) altm çağını yaşadı. UFA’nın ilk yapımları Ernst Lubitsch’in Madame Du Barry (1919) ve Anna Boleyn’i (1920) gibi gösterişli, kostümlü tarihsel filmlerdi. Almanya sinema sanatına en büyük katkıyı, Robert Wiene’nin, Dos Kabinett des Dr. Caligari (1919; Doktor Caligari’nin Muayenehanesi) filmiyle başlayan dışavurumcu sinemayla yaptı. Bu filmde mizansenler kahramanların iç dünyalarını yansıtacak gibi düzenlenmiş, mimari, dekor, ışık vb öğeler filmin temalarını ve duygu tonlarını yansıtacak biçimde, adeta plastik bir malzeme gibi yoğurulmuştu. 1920’lerde gelişiminin doruğuna varan Alman dışavurumculuğu, dünya sinema sahnesine Fritz Lang ve F.W. Murnau gibi iki usta çıkardı. 1925’te iflasın eşiğine gelen UFA, büyük Amerikan film şirketlerinin yardımıyla kurtarıldı ve bu yardım karşılığında Alman yönetmenler ve teknik elemanlar ABD’ye giderek orada çalıştı. Daha sonra Hitler’in iktidara gelmesiyle de çok sayıda Alman sinemacı ABD’ye yerleşerek Hollywood sinemasının estetik temellerini atacaktı.
1920’lerin ikinci yansında Alman sineması savaşın yarattığı toplumsal çöküntünün de etkisiyle, dışavurumcu psikolojik temalardan, yaşamı olduğu gibi aktaran gerçekçi filmlere yöneldi. Yeni nesnelcilik (Neue Sachlichkeit) adı verilen bu yönelimin en önemli temsilcisi G.W. Pabst oldu.
Savaş sonrasında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri de SSCB’de ortaya çıktı. Ajitasyon ve propaganda için sinemaya özel bir önem veren Sovyet hükümeti, dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü’nü (VGİK) kurdu ve ajitasyon ve sinema sözcüklerinden oluşturulan agitki sözcüğüyle tanımlanan filmlerin yapımına hız verdi. Olanaklar son derece kıt olduğundan agitki’ler, çarlık döneminde çekilmiş eski filmleri, yeni yönetimin propagandasını yapacak biçimde yeniden kurgulanmasıyla hazırlanıyordu. Bu zorunluluk SSCB’de kurgu üzerine geniş çalışmalar yapılmasına ve kuramlar geliştirilmesine yol açtı. Lev Vladimiroviç Kuleşov, boş kamerayla deneyler yaptı ve yalnızca görüntülerin değişik biçimde sıralanmasıyla çok değişik duygu ve izlenimler yaratabileceğini ortaya koydu.
Kuleşov’un, sinemaya önemli estetik katkılarda bulunacak ila izleyicisi ise Sergey Ayzenştayn ve Vsevolod İllarionoviç Pudovkin oldu. Griffith gibi yaşamı boyunca az sayıda film çekebilen Ayzenştayn, algılama psikolojisi ile Marksist diyalektiği birleştiren bir kurgu kuramı geliştirdi ve uyguladı. Pudovkin ise Ayzenştayn gibi diyalektik çatışmaya değil anlamsal bağlantıya dayanan bir kurgu anlayışını savunuyordu. Dönemin bir başka önemli sinemacısı görüntülerinin resimsel kusursuzluğu, şiirselliği ve doğallığıyla dikkati çeken Aleksandr Dovjenko’ydu. Dziga Vertov ise kurmaca sinemaya karşı çıkarak belgesel görüntülerin düzenlenmesine dayanan sinemagöz (kinoglaz) kuramını ortaya attı ve bu görüşü doğrultusunda, KinoPravda (SinemaGerçek) adı verilen ve gerçeği olduğu gibi saptayan bir dizi film çekti.
ABD’de savaş sonrasında film yapımı, dağıtımı ve gösterimi en önemli sanayi dallarından biri olmuş ve çok geniş bir kitlenin ilgisini çeker hale gelmişti. Sinemanın belli başlı türleri de bu dönemde oluştu. Bunlar arasında en çok ilgi göreni komediydi. Mack Sennett’in Keystone Stüdyosu’nda üretilen ve Keystone komedileri olarak tanınan bu filmler Charlie Chaplin, Harry Langdon, Fatty Arbuckle, Mabel Normand ve Harold Lloyd gibi yeteneklerin ortaya çıkmasını sağladı. Örneğin Chaplin ünlü Şarlo tipini bu tür komedilerde yaratmıştı.
1920’lerin başlarında haftada 40 milyon ABD’li sinemaya gidiyordu. Sinemanın yaygın etkisi ve o yıllarda Hollywood’da materyalizm, sinizm ve cinsel serbestlik yönelimleriyle kendini gösteren Caz Çağı, filmlerin denetim altına alınması yönünde tepkilere neden oldu. Hükümetin müdahalesini önlemek için yapımcılar, (başında bulunan kişinin adıyla) Hays Bürosu olarak anılan Amerikan Sinema Yapımcıları ve Dağıtımcıları adlı örgütü kurdular. Bu büro filmlerde yapılmaması ya da dikkat edilmesi gerekli noktalan belirledi. Sonunda suçluların cezalandırılması koşuluyla genel değerlere aykırı davranışların filmlerde gösterilebileceğine karar verdi. Bu olanaktan en çok yararlanan yönetmen ise, tarihsel ve çağdaş konulu filmlerinde cinselliğe ve şiddete oldukça yer veren ve gösterişli anlatımıyla dikkati çeken Cecil B. deMille oldu. Alman göçmeni Emst Lubitsch ise cinsel dokundurmalı komedileriyle öne çıktı. O dönemin Hollywood’unun en aykırı yönetmeni ise Avusturya’dan gelmiş olan Erich von Stroheim’dı. Filmlerinde yerleşik ahlak kurallarını karşısına alarak bu sınırların dışına taşan Stroheim, yapıtlarının geniş izleyici kitlesi tarafından beğenilmesine karşın, hem aykırı tutumu, hem de set ve kostümler için çok para harcaması yüzünden yapımcıların tepkisini çekiyordu.
Sessiz sinemanın son yıllarında ise ABD sinemasında gittikçe artan tekelleşme ve Büyük Bunalım’ın ilk izlerinin belirmesi yapımcı şirketlerin riskten kaçınmalarına yol açtı ve bunun sonucunda Griffith, Sennett, Chaplin, Keaton ve Stroheim gibi yenilikçi sinemacıların stüdyolarla çalışma olanağı iyice azaldı.
II. Dünya Savaşı Öncesinde Sesli Sinema
Sesle görüntüyü birleştirmek sinemanın icadından beri düşünülen bir şeydi. 1919’da Lee De Forest, sesi optik olarak film üzerine kaydeden bir aygıt geliştirdi ve fonofilm adıyla patentini aldığı bu aygıtla 192327 arasında, özel olarak hazırlanmış salonlarda bir dizi sesli film gösterisi yaptı. Öte yandan büyük yapım şirketleri pahalı olduğu gerekçesiyle bu yeniliğe ilgi göstermediler. O dönemde küçük bir yapım şirketi olan Warner Bros, 1925’te Western Electric’in geliştirdiği bir ses kayıt sistemiyle ilgilendi. Şirketin amacı filmleri müzikli olarak gösterime çıkarmaktı. Alan Crosland’ın yönettiği ve John Barrymore’un oynadığı Don Juan ilk kez 6 Ağustos 1926’da müzikli olarak gösterildi. Bunu, orkestra müziğinin yanı sıra, popüler şarkıların ve konuşmaların da yer aldığı ve gene Crosland’m yönettiği, sinemanın ilk sesli filmi The Jazz Singer (1927; Caz Şarkıcısı) izledi.
“Konuşan filmler”in izleyici sayısını önemli ölçüde artırması üzerine, 1927-1929 arasında 15 ay içinde Amerikan sinema sanayisi sesli sinemaya geçti. Buna karşılık sesli sinema bir dizi teknik ve estetik sorunu da birlikte, getirdi. Mikrofonların ağır ve hareket olanaklarının sınırlı oluşu, çekim sırasında motor sesinin de kaydedilmesini önlemek için kameraların büyük kabinlere konması zorunluluğu filmlerdeki hareket olanağını kısıtlıyordu. Öykünün ve duyguların diyaloglarla daha kolay aktarılması filmlerin gittikçe durağan ve çok konuşmalı yapımlar halini almasına yol açtı. Yönetmenler de çekim sırasında oyunculara ve teknik ekibe talimat verme olanağını yitirdiler. Öte yandan ya diyalogları ezberleyemediklerinden, ya yabancı aksanları çok belli olduğundan ya da sesleri perdedeki görüntülerine uymadığından birçok yıldız sesli sinema döneminde ününü yitirdi.
Buna karşılık, oyuncu yönetiminde ustalaşmış yönetmenlerle tiyatro deneyimi ve yeteneği olan oyuncular öne çıktı. Filmlerin çekimden sonra seslendirilmesine dayanan dublaj uygulaması da sesli sinemanın getirdiği teknik kısıtlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. King Vidor’ın dublajı ilk kez uyguladığı Hallelujah! (1929) filminden sonra bu uygulama yaygınlaştı. 1933’e gelindiğinde sesli çekimin birçok sorunu çözülmüştü.
Sesli sinemayla birlikte yeni türler de ortaya çıktı. Sesin sağladığı gerçeklik duygusu, katı toplumsal gerçeklere değmen filmlerin yolunu açtı. Bunların başında, kent argosunun ve çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimde kullanıldığı gangster filmleri geliyordu. Ünlü kişilerin yaşamlarına dayanan biyografik filmler de yeni bir tür olarak ortaya çıktı. Sessiz sinemanın hareketi temel alan komedisinin yerini, Marx kardeşlerin, W.C. Fields’ın ve Frank Capra’nın söze dayanan komedileri almaya başladı. Sesle birlikte gözde olan bir başka tür de müzikaldi. Walt Disney The Skeleton Dance’fa (1929; İskelet Dansı) canlandırma müzikalleri türünü başlattı. Sesin gelmesiyle inandırıcılık kazanan çizgi filmlerin üretimi de bu dönemde artmaya başladı. Üstelik çizgi filmlerde iki ya da üç renk kullanılabiliyordu.
Renkli film sesli sinemayla birlikte başladı. Öte yandan sinemanın ilk yıllarında elle ya da şablonla boyama yöntemiyle bazı renkli filmler yapılmıştı. Technicolor Corporation tarafından geliştirilen Technicolor fotografik renklendirme yöntemi ilk kez 1922’de uygulanmıştı. Üç temel renk kullanımına olanak sağlayan yöntem 1929-1932 arasında geliştirildi ve uygulamaya kondu. Bu yöntem, Disney’in kısa canlandırma filmi The Three Littie Pigs (1933; Üç Küçük Domuz) ve kısa canlı film La Cucaracha’dan (1934) sonra giderek yaygınlaşmaya başladı.
Sesli sinemayla birlikte izleyici sayısındaki artış, ABD’de büyük şirketlerin egemenliğini ve bu şirketlerin kitlesel olarak film çektikleri stüdyo sistemini güçlendirdi. 193045 arasında 7.500 film stüdyo sistemi içinde çekilirken, şirketler de belli tarzlarda uzmanlaştılar. Bebek doğumundan tutkulu öpüşmelere kadar birçok olay ve konunun filmlerde gösterilmesini yasaklayan ve kendi mührünü taşımayan filmlerin dağıtımım yasaklayan Yapım Yönetmeliği’nin çıkarılmasından (1934) sonra stüdyo sistemi daha da güçlendi ve bu sistem dışında yenilikçi yapımlar gerçekleştirmek neredeyse olanaksızlaştı.
Gene de stüdyo sistemi içinde Capra, Josef von Stemberg, John Ford, Howard Hawks, Alfred Hitchcock, Wilham Wyler, George Cukor gibi yönetmenler kendi özgün tarzlannı geliştirip uygulayabildiler. Sistemin içinden çıkan en olağanüstü sinemacı ise, daha sonra sistemle çatışmaya girip çalışma olanaklarım yitirecek olan Orson Welles’ti. Welles, filmlerinde yeni görüntü ve çekim biçimleri uyguladığı gibi sinemanın anlatım öğelerini değişik düzlemlerde bir arada ve uyum içinde kullandı.
Sesli sinema döneminde uluslararası alanda en parlak gelişmeyi Fransız sineması gösterdi. Pathe Freres ve Gaumont Pictures gibi büyük şirketlerin güçlerinin azalması ve genellikle tek bir film için kurulan küçük şirketlerin bunların olanaklarını kiralayarak film yapmaları, Fransız sinemasında yenilikçi ve yaratıcı yapıtların ortaya çıkmasını sağladı. Fransız sinemasının 1930’lardaki “Altın Çağ”ın simge haline gelmiş üç yönetmeni, sesi ve görüntüyü akışkan ve rahat bir anlatımla kullanan Rene Clair, toplumsal sisteme kökten karşı çıkan şiirsel iki filmiyle sinema tarihine geçen Jean Vigo ve izlenimcilikten köklü toplumsal eleştiriye kadar değişik tutumları son derece ince işlenmiş bir anlatımla perdeye yansıtan Jean Renoir’dı.
Almanya’da sessiz sinema döneminin başarılı yönetmenleri 1930’ların başlarında sesi ustaca kullandıkları filmler çektiler. Öte yandan Hitler’in İktidara gelmesi bu yönetmenlerin çalışma olanaklarını yok etti. Alman sineması Leni Riefenstahl’ın çalışmaları gibi propaganda filmleri üretmeye başladı. Aynı biçimde SSCB’de de sessiz dönemin önemli sinemacılarının çalışmaları bürokrasinin engellemeleriyle karşılaşırken, toplumcu gerçekçilik adına ulusal kahramanların yaşamlarını anlatan ajitatif filmler desteklendi.
Japonya ise sesli sinemaya oldukça geç geçti. Bunun önemli bir nedeni benşi uygulamasıydı. Benşi, sessiz film gösterilirken, filmde olanları Kabuki tiyatrosu üslubunda izleyiciye aktaran bir yorumcuydu ve bu uygulama izleyiciler tarafından çok tutulmuştu. Gene de sesli filmlerle birlikte Japon sinema sanayisi tekelleşmeye ve kitlesel film üretmeye başladı. Buna karşılık Yasuciro Ozu ve Kenci Mizoguçi gibi yönetmenler toplumsal eleştiri taşıyan ilk filmlerini de bu dönemde çektiler. Hükümet ise, savaş boyunca da yürürlükte kalacak katı bir sansür uygulamaya başladı.
Sesle birlikte Hindistan’da da bir film patlaması yaşandı. Yılda, çoğu mitolojik ve tarihsel konulan ele alan sözlü, danslı ve şarkılı, ortalama 230 film gösterime çıkıyordu.
Savaş yılları ve II. Dünya Savaşı sonrası eğilimleri. Savaş yıllarında ABD’li sinemacılar savaşın değişik cephelerini tanıtan filmler yaptılar. Savaştan sonra ise stüdyo sistemi gerilemeye başladı. Bunun başlıca nedenlerinden biri antitröst yasalarının stüdyoların dayandığı yapım ve dağıtım tekellerini zayıflatmasıydı. Bazı stüdyolar finansman güçlükleri yüzünden gösterişli müzikaller ve tarihsel filmler yerine küçük bütçeli filmlere yöneldiler. Böylece toplumsal bilinç sineması olarak adlandırılan ve savaş sonrasının düş kırıklıklarına, ırkçılığa, alkolizme, gerçek polisiye olaylarına değinen filmler çekildi. 1947’de Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi’nin “komünist etkiler”i araştırmaya başlamasıyla birlikte karalama ve temizlik kampanyaları Hollywood’u da içine aldı. Uzlaşmayı reddeden sinemacılar çalışma olanağından yoksun kalırken, yenilikçi düşüncelerden ve tartışmalı konulardan uzak kalmaya özen gösteren tutucu filmler çekildi. Sinemanın inişe geçmesine neden olan bir başka önemli neden de televizyonun yaygınlaşmasıydı. Hollywood sinemaskop, VistaVision gibi geniş ekran uygulamalarıyla, üç boyutlu filmlerle ve üstün yapımlarla televizyonun rekabetine dayanmaya çalıştı. Öte yandan televizyon filmlerinin etkisiyle küçük bütçeli, siyah-beyaz gerçekçi filmlere bir dönüş yaşandı. 1960’larda ise stüdyoların çöküşü ve Yapım Yönetmeliği’nin geçerliliğini yitirmesiyle birlikte küçük, bağımsız şirketlerin etkinliği arttı.
Uluslararası alanda, savaşın hemen ardından İtalyan sineması yenigerçekçilik akımıyla dikkatleri üstüne çekti. Bu akımın yaratıcısı sinemacılar, Mussolini’nin kurduğu Deneysel Sinema Merkezi’nde öğrenim görmüş, ama dönemin “beyaz telefon filmleri” olarak adlandırılan yapay salon filmlerine ilgi göstermeyip toplumsal temalara yönelmişlerdi. Luchino Visconti’nin 1942’de çektiği Ossessione (Tutku), gerçek yaşama ilişkin bir öyküyü gerçek mekânlarda yansıtışıyla yeni akımın öncüsü oldu ve sansürün hışmına uğradı. Savaşın sona ermesiyle birlikte İtalyan sinemacılar, kıt olanakların da zorlamasıyla, dönemin toplumsal gerçeklerini gerçek mekânlarda ve profesyonel olmayan oyuncularla perdeye getirdiler. Yenigerçekçiliğin en önemli temsilcileri Vittorio de Sica’yla Roberto Rossellini’ydi. Önceleri bu akımın içinde yer alan Visconti, kendine özgü barok nitelikli bir sinemaya yöneldi. Gene ilk filmlerinde yenigerçekçilik akımının izleri görülen Federico Fellini ve Michelangelo Antonioni daha sonra, sinemaya modern katkılarda bulunan başlı başına birer okul haline geldiler. 1960’larda ve 1970’lerde ilk filmlerini yapan savaş sonrasının ikinci kuşağından Ermanno Ohni, Pier Paolo Pasolini, Bemardo Bertolucci, Francesco Rosi Marco Bellochio, Marco Ferreri, Paolo ve Vittorio Taviani, Lina Wertmüller gibi yönetmenler, çağdaş toplumu ve tarihi çeşitli açılardan sorgulayan filmlerinde özgün üsluplarını geliştirdiler.
Fransa’da yenileşme dönemi Yeni Dalga hareketiyle başladı. Akımın temsilcileri, Alexandre Astruc’ün 1948’de ortaya attığı, sinemacının ışıkla yazan bir yazar olması gerektiğini savunan kamerakalem (camerastylo) kuramıyla Andre Bazin’in Cahiers du Cinema dergisinde savunduğu, kurgudan çok görüntünün iç düzenlenişine, yani mizansene önem veren görüşlerini birleştirerek yaratıcı sinemacılar kuramını geliştirdiler. Klasik Fransız ve Hollywood anlatım kalıplarına karşı çıkan bu sinemacılar, filmlerin de aynı romanlar gibi yaratıcılarının kesin damgasını taşıması gerektiğini savundular. Akımın önemli temsilcileri François Truffaut, Alain Resnais, JeanLuc Godard, Claude Chabrol, Louis Malle, Eric Rohmer, Agnes Varda ve Jacques Rivette giderek kendi özgün çizgilerinde ilerlediler. 1970’lerin sonlarına değin Fransız sinemasının gelişiminin belirlediği gibi, “Yeni Dalga” terimi ülke sinemalarındaki yenilikçi karşı çıkışları tanımlar oldu. Bu hareket ayrıca sinemanın bir sanat dalı olarak kuramsal düzeyde tartışılmasına da büyük katkıda bulundu.
İngiltere’de etkili gerçekçiliğiyle dikkati çeken savaş dönemi belgesellerinin ardından kültürel açıdan tutucu bir çizgi sinemaya egemen oldu. Buna tepki olarak genç sinemacılar 1950’lerin başında, Lindsay Anderson, Karel Reisz ve Tony Richardson’ın öncülüğünde Özgür Sinema hareketini geliştirdiler. Günlük yaşamı olanca gerçekliğiyle saptayan belgesellerle başlayan bu akım, gündelik yaşama önem veren ve bu çerçevede çalışan insanların sorunlarını ele alan konulu filmlerle devam etti. İngiltere’deki film stüdyolarının gelişkin düzeyi
1960’larda birçok yabancı yönetmenin bu ülkede film çekmesine yol açtı. 1970’lerin bol özel efektli filmlerinin bir bölümü de İngiltere’de çekildi. 1980’lerde ise özerk televizyon kanalı Channel Four’un bağımsız yönetmenlere film yaptırması sonucunda küçük bütçeli, ama son derece ilginç filmler üretildi. Bu gelişmeyi bazıları İngiliz rönesansı olarak adlandırdı.
Batı Almanya’da yenilikçi hareket 1962’de, 26 genç sinemacının Oberhausen Film Şenliği’nde bir bildiri açıklamalarıyla ortaya çıkan Genç Alman Sineması’yla başladı. Alexander Kluge, Volker Schlöndorff, Werner Herzogl , Wim Wenders ve tiyatrodan gelen Rainer Werner Fassbinder gibi yönetmenler, klasik biçimleri reddeden filmler yaptılar ve kendilerine özgü ayrı yollarda ilerlediler.
Savaşın hemen ardından yeniden kitlesel film üretimine başlayan Japon sineması 1950’lerde uluslararası alanda ilgi gören ve önemli ödüller kazanan filmleriyle en parlak dönemini yaşadı. Evrensel anlatım biçimleriyle Japon kültürünü birleştiren Akira Kurosava’yla biçim ve içerik bakımından daha “Japon” olan Mizoguçi ve Ozu en önemli yapıtlarım bu dönemde verdiler. Bu yönetmenleri, ikinci kuşak sayılan Masaki Kabayaşi, Kon İçikava ve Kaneto Şindo’nun başını çektiği grup, onları da Hiroşi Teşigara, Yasuzo Masumura, Şohei İmamura, Masahiro Şinoda ve Nagisa Oşima’nın içinde yer aldığı üçüncü kuşak izledi. Öte yandan 1980’lerde televizyonun ve ABD yapımlarının rekabeti karşısında bir bunalım yaşayan Japon sinemasında şiddet filmlerinin sayısı giderek artmaya başladı; yaratıcı yönetmenler ülkelerinde çalışma olanağını bulamadılar.
Hindistan’da ise uluslararası bir dille ülkesine özgü temaları ve anlatım biçimlerini birleştiren Satyacit Ray yenilikçi çıkışın öncüsü ve simgesi oldu. Onu 1960’lann sonlarından itibaren Mrinal Sen ve Mani Kaul gibi yönetmenler izledi.
1970’lerin başına değin sinema sanayisinden yoksun olan Avustralya’da 1975’te uygulanmaya başlayan geliştirme programının ardından bir nitelikli film patlaması yaşandı. Uluslararası düzeyde filmler çeken Peter Weir, Bruce Beresford, Fred Schepisi ve George Miller gibi yönetmenler 1980’lerde ABD’de çalışmaya başlayarak, bu ülke sinemasına taze kan getirdiler.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük durgunluğu SSCB sineması yaşadı. Uygulanan katı sansür Stalin’in ölümünden sonra da etkisini sürdürdü. 1960’larda ise Devlet Sinema Enstitüsü’nden, çoğu Rus olmayan birçok yetenekli sinemacı mezun oldu. Bunların en ilgi çekenleri Ermeni asıllı Gürcü Sergey Paradjanov ile Rus Andrey Tarkovski’ydi. Öte yandan onların çalışmaları da bürokrasinin baskısıyla karşılaştı. 1980’lerin ortalarında ise glasnost’un etkisiyle, yıllarca yasaklanmış filmler gösterime çıktı. Bu umulmadık özgürleşmeyi Stalin dönemini eleştirel açıdan ele alan filmler, bunları da günümüz Sovyet toplumunun değer karmaşasını ve kuşkularını yansıtan çağdaş yapımlar izledi.
Arnavutluk ve ADC dışındaki Doğu Avrupa ülkelerinde, toplumsal muhalefetin ve liberalleşmenin yükselişine bağlı olarak sinema alanında da yaratıcı çabalar görüldü. Bu ülkelerin başında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülke içinde komünist yönetimden bağımsız konumunu korumaya çalışan ve uluslararası sinemaya önemli katkılarda bulunan Polonya sineması geliyordu. Polonya okulu adı verilen bu akımın üyeleri Jerzy Kawalerowicz, Andrzej Munk, Andrzej Wajda ile onları izleyen Roman Polanski, Jerzy Skolimowski, Krzysztof Zanussi ve daha yeni kuşaktan Krysztof Kieslowski, Agnieszka Holland ve Feliks Falk, toplumsal sorunları gelişkin bir anlatımla perdeye yansıtırken, “toplumsal huzursuzluk” sinemasının da yaratıcısı oldular.
Çekoslovakya’da, Polonya okulunun etkisiyle 1962-1968 arasında Çek Yeni Dalgası adı verilen bir canlanma yaşandı. Vera Chytilovâ, Jân Kadâr, Milos Forman, Jiri Menzel, Jan Nemec gibi genç sinemacıların başını çektiği bu hareket 1968 Sovyet işgaliyle birlikte sona erdi.
Bağımsız çizgisini belli ölçülerde koruyabilen ve 1955’ten sonra uluslararası alanda geniş ilgi gören filmler üreten bir sinema da Macar sinemasıydı. Zoltân Fâbri, Miklos Jancso, Istvân Szâbo, Istvân Gaâl, Peter Bacsö, Pal Gâbor ve Marta Meszaros gibi yönetmenler ülkenin geçmişini ve bugününü sorgulayan, görsel bakımdan gelişkin filmler çektiler.
Yugoslavya’da Dusan Makavejev 1960’lann sonu ve 1970’lerin başlarında yaptığı filmlerinde döneme göre çok radikal bir tutum aldı. 1970’lerin ortalarından sonra ise, Prag’daki sinema okulundan mezun olan Emir Kusturica, Goran Markovic ve Srdjan Karanovic gibi genç sinemacılar Yugoslav sinemasında yeni bir canlanma yarattılar. ADC’de 1960’lann ilk yansında çekilmiş ve yasaklanmış olan bir dizi ilginç film ancak 1990’da izleyici karşısına çıkabildi.
1960’ların en önemli gelişmesi. Üçüncü Dünya ülkeleri sinemalarının yükselişiydi. Özellikle Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde sinemacılar, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı radikal bir tutum geliştirdiler. ABD sinemasının kalıplarına karşı çıkarken, alışılmış üretim sisteminden ayrı, bağımsız olarak gerçekleştirdikleri filmlerinde ülkelerinin anlatı geleneğinden de yararlanan, ulusal bilince seslenen, öfkeli ve şiirsel filmler çektiler. Üçüncü Dünya ülkelerindeki en güçlü akım olan Güney Amerika’daki Yeni Sinema hareketi 1970’lerin sonlarına doğru askeri cuntaların baskısı karşısında gücünü yitirdi. 1980’lerde ise eskinin radikal yönetmenleri muhalif konumlarım korumakla birlikte, uluslararası anlatım biçimlerine daha yakın, olgun yapıtlar verdiler.
İspanyol Luis Bunuel ise 1950’lerde Meksika’da, 1960’ların ortasından sonra Fransa’da çektiği filmlerle burjuva Hıristiyan kültürüne ve Batı uygarlığına en iğneleyici eleştirileri yönelterek benzersiz çizgisini korudu. Kendine özgü bir çizgi sürdüren bir başka yaratıcı yönetmen de, çağdaş insanın ruhunun derinliklerinde dolaşan İsveçli Ingmar Bergman oldu.
ABD Sinemasında Yeni Eğilimler
1960’larda yaşanan toplumsal değişim ve çatışmalar ABD sinemasını da etkiledi. Arthur Penn, Stanley Kubrick, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper gibi sinemacılar filmlerinde cinsellik, şiddet, militarizm ve Amerikalılık gibi kavramları yerleşik sınırların dışında ele aldılar. Öte yandan kalıplaşmış Hollywood anlatımının dışında teknikler ve üsluplar kullandılar. 1960’larm karşı kültür hareketlerinin izlerini taşıyan bu filmlerin yerini 1970’lerde, sinema okurlarından mezun olmuş Francis Ford Coppola, Paul Schrader, Brain De Palma. Martin Scorsese, George Lucas ve Steven Spielberg’in gösterişli çalışmaları aldı. Bu filmlerin bir bölümü, toplumsal sorunlar karşısında ailenin konumunu vurgular ve yeni bir ahlak anlayışı ararken, bir bölümü de klasik serüven, gerilim ve bilimkurgu öykülerini son derece gelişmiş görsel efektlerle perdeye getirdi. Bu İkinciler izleyiciyi, özellikle de yaş ortalaması küçük bir kitleyi yeniden sinema salonlarına çekerek sinema tarihinin en yüksek gişe gelirlerini sağladı.
1980’lerde videonun yaygınlaşmasıyla birlikte “elektronik sinema” önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun bir yan etkisi olarak bağımsız yenilikçi sinema canlandı; Joel ve Ethan Coen, Tim Jarmusch, Spike Lee, David Lynch ve Oliver Stone gibi yönetmenler sıra dışı, yenilikçi tasarılarını gerçekleştirme olanağını buldular.
Kaynakça:Anadolu Ajansı,Turk dili edebiyati,wikipedia,Barut hotels