‘Evliliğin kitabı olmaz!’ dedi, Anadolu irfanı içinde yoğrulduğu belli adam. ‘Bilgelik/irfan’ ırmağının suyundan içtiği gün gibi ortadaydı. ‘Evliliğin kitabı olmaz; Çünkü …’
Aslında bir ayrılık hikayesidir bizimkisi. Bizimkisi; yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikaye.
Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar aleminden ana rahmine düşüşle başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geride bırakırız. Ana kucağının, baba ocağının her isteğimize duyarlı olunan o efsunlu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüzden alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık. Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda, hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşacaksak dinleyip yüzümüze bakacak biri var.
Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıcacık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Rahim olan Yaratıcının merhametine yani. Ne var ki, bir ayrılık hikayesidir bu ve ‘ayrılmaya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘kavuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır zira; Hz Mevlana’nın dediği gibi, ‘sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!’
Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileniriz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’.
Bu hikaye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dahil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğduğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp bölünüp parçalanıp kayboluyormuşuz gibi olduğumuz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü.
Hasılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi adeta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı.
İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın kokusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze.
Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki evliliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikayesiyle. Herkesin kendi ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Kocanın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs’nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta. Öte yandan bir de, kitabı-kuralı olmayanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, romantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar…
‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekanlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma kararı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı mekanda geçirdiklerini söylemektedir. Yani fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrılmamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekanlarımız da ayrışıyor. Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i alakadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, dağılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘Bağımlılık’ tehdidine karşı çocukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araştırma sonucunu tersten okuduğumuzda ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına ittiren en önemli şeyin, mekanların, kalplerin ayrıldığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur.
Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kainatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece. Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak.
Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünki bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, Savunma, Eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir.
Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne kadar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı oluyoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor, adeta duvar gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile.
Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğrudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yalnızlık içinde, ne çok ihtiyacımız vardır karşılanmayan. Çocukluğumuz, gençliğimiz aslında karşılanmamış isteklerin, arzuların hikayesidir bir parça da. Bu sebepledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağlamalarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın merkezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fanidir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkımız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır.
Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir:
Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeşleriyle bağlarını koparmadan, onlardan ayrılmayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kimse karışamaz!’ meydan okumasına kapılmadan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoyratlığına düşmeden, onları incitmeden usulce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu.
Cennete dönüş yolcuları, tıpkı diğer ailelerin arasında yeni aileyi korumaları gibi, birlik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenirken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksunluk göstermemektir. Karı-koca birçok konuda birlikte davransalar da gerekli gördükleri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir. ‘Biz’ olurken ‘ben’i koruyabilmek ve ‘Ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır.
Cennetin numunesi olan mutlu bir evlilikte, evliliğin en temel gerekçesi olan cinsellik konusunda, iki tarafta mutluluk yaşayabilmekte, beklentilerini karşılayabilmektedir. Ayrıca eşler birbirlerinin beklentilerini karşılamakta da isteklidirler. Cinselliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düştüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’.
Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebeveynler arasında fikir birliği vardır. Onlar için ortak hayallere sahip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira.
Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ saydığımız eşimize, zorluklarda destek sunmayı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir.
Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocukken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece mümkündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fertler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla neticelendirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde yapılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz.
Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehemmiyetli bir husus ise, birlikte ‘gülebilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlayabiliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere.
Hayat yükü ağır gelebilir veya muhatabımıza kızabilir ve bu yüzden bunalabiliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlatabileceğini bilirler. Eşinin ihtiyacına duyarsız, bigane kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir.
Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşatmaya devam etme çabasıdır bu. Ne zaman ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buzdolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir.
Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğsünde taşıyan evliliklerimiz umut ister, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğrenilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca.
‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’
Aslında bir ayrılık hikayesidir bizimkisi. Bizimkisi; yani biz fanilerinki. Bir geride bırakış ve geride kalana kavuşma çabasının anlatıldığı/yaşandığı bir hikaye.
Cennetten dünyaya düşüşün öyküsüdür bu ve ruhlar aleminden ana rahmine düşüşle başlar. Vakti saati geldiğinde ise, ana rahminin güvenli sığınağını geride bırakırız. Ana kucağının, baba ocağının her isteğimize duyarlı olunan o efsunlu vakti gelir çatar. Ağladığımızda gelen, güldüğümüzde bakan, yüzünü yüzümüzden alamayanlarla etrafımızın çevrildiği bir çağın meyvesiyizdir artık. Mutsuz isek, mutlu olmamız başkasının sorumluğunda, hasta isek yükü, bizden çok başkasında… Yürüyeceksek elimizden tutacaklar, konuşacaksak dinleyip yüzümüze bakacak biri var.
Ve bütün bu bakışlar, öpüşler, kucakta sıcacık sarıp sarmalamalar, bizi hep o ‘rahim’e götürür, onu hatırlatır; ana rahmine ve Rahim olan Yaratıcının merhametine yani. Ne var ki, bir ayrılık hikayesidir bu ve ‘ayrılmaya’ devam ederiz. Her ayrılış, ‘kavuşmaya’ dair özlemimizi büyütür sadece. Ayrılış şarttır zira; Hz Mevlana’nın dediği gibi, ‘sütten ayrılmadan çocuk, kebabın tadını nerden bilecek!’
Güvenli limandan ayrılarak, birçok yeni sahille tanışırız. Yeni kişiler tanırız, yeni şeyler görürüz ve her yenilikle biz yenileniriz. Öğrendiğimiz her şey hayata dair, bizi biraz daha büyümüş kılar. Her büyüyüşte biraz daha ‘fert/kişi’ oluruz. Öğrendiğimiz, tattığımız, zevkine vardığımız her yeni şey bizi biraz daha ‘farklı’ kılar diğer ‘kişiler’den. Her farklılık oysa biraz daha ayrılık demek, her ayrılık ise, biraz daha ‘yalnızlık’.
Bu hikaye, ‘birlik/bütünlük’ halini geride bırakışın da öyküsü ayrıca. Her şeyin ‘bir/bütün olup bizim de o bütüne dahil olduğumuz, onun içinde olduğumuz, doğduğumuz, belirdiğimiz, zuhur ettiğimiz’ halin yerine gelen, ‘dağılıp bölünüp parçalanıp kayboluyormuşuz gibi olduğumuz bir ‘acıtıcı’ halin öyküsü.
Hasılı ayrılırız, ayrışırız, başkalaşırız, acırız ve illa hep ‘birlik’ ararız. Bir birlik sevdası, birliktelik arayışı, yazarın dediği gibi adeta ‘kuş olur her daim öter yüreğimizde’. Çocukluk oyunlarımızı süsler ‘evcilik’ olur bu arayış. Gün döner, büyür ve ‘evlilik’ olur bu sevdanın durağı.
İşte! Evlilik, kopup geldiğimiz diyarın kokusunu barındıran, ayrılığın acısını bir lahza olsun dindirme ümidini göğsünde taşıyan, bize ‘birliği’, ‘bütünlüğü’ vadeden cennetimiz olarak gülümser yüzümüze.
Ne var ki, cennetimiz olma vaadindeki evliliğimizi, ‘cehennem’e çevirmek hiç de zor olmaz biz fanilere. Her fert kendi kitabıyla gelir ‘ev’e, kendi hikayesiyle. Herkesin kendi ‘ev’i vardır, öbürüne ısrar ettiği. Kocanın kitabında ayrıdır evlilik, kadının kitabında apayrı. ‘Kadın, şöyle olur, bunu yapar, şunu yapmaz’, ‘Erkek şuna karışmaz, bunları yapar’ vs’nin olduğu kimi zaman kendi ana-babamızdan miras aldığımız, kimi zaman da etraftan devşirdiğimiz bir kitaptır bu. Geleceğe dair, geleneğe dair, nesle, nefse dair umutlarımızı, niyetlerimizi, hayallerimizi barındıran şeyler yazılıdır bu kitapta. Öte yandan bir de, kitabı-kuralı olmayanlar vardır. Sözüm ona, ‘özgür, romantik/dizi(tik)’ hülyalarla bezenmiş kendi bencil isteklerini evliliğin kuralı sayan kitaplar…
‘Birlik/bütünlük’ arayışımızın bir timsali, sembolü, somutlaşmış hali olan evliliği, cehennem vadisine çevirmenin pek çok yolu vardır. Hatta evli fertler sayısınca yolu olduğu söylenir. Bu vadide ‘birleşmek’ şöyle dursun, var olan bütünlüğümüz de parçalanıverir. Kalpler ayrı düşer, bedenler ayrı düşer, mekanlar ayrı düşer. Yapılan araştırmalar, boşanan çiftlerin ayrılma kararı almadan önce en az 6 aylarını, ayrı mekanda geçirdiklerini söylemektedir. Yani fiziki olarak ayrı yerlerde olmak ‘ayrılmamıza’ güçlü bir sebep olabilmektedir. Ya da ayrıldıkça, mekanlarımız da ayrışıyor. Bu kadar ayrılık varken, çocukların terbiyesi, eğitimi gibi ümmet-i Muhammed’i alakadar eden hususlar unutulup gitmekte, çocuğun en birinci okulu olan ‘yuva’sı, dağılmakta, çocuklarımız dağılmaktadır. Araştırmalar, ‘Bağımlılık’ tehdidine karşı çocukları koruyan en etkin aşının, ‘güçlü ailevî ilişkiler’ olduğunu söylemektedir. Araştırma sonucunu tersten okuduğumuzda ise, yavrularımızı yuvalarından dağıtan, uyuşturucu, teknoloji bağımlılığına ittiren en önemli şeyin, mekanların, kalplerin ayrıldığı, muhabbetsiz aile ortamları olduğudur.
Cennetimizi cehenneme çevirmede etkili diğer bir yol ise; ‘Acaba bu adam/kadın benim ideal eşim mi? Doğru kişi mi? Ruh ikizim bu mu?’ diye düşünedurmaktır. Bu düşünceler evliliğin muhabbet bağını yiyip bitiren küf gibidir. Evlilikte, bizi bekleyen ‘doğru kişi, ideal adam/kadın, ruh ikizi’ yoktur oysa. Sadece ‘doğru kişi olmaya çalışabiliriz’. Kainatın içinde bizi bekleyen bir ruh ikizimiz yoktur da, biz evlilik boyunca, tabiri caizse, ‘iki bedende bir ruh’ mesabesine ulaşmaya çalışabiliriz sadece. Ruh ikizimiz bizi beklemez, biz birlikte ruhumuzu birleştirebiliriz ancak.
Evliliği kemiren bir diğer düşünce ise, ‘Sen bana/bu evliliğe ne verdin/veriyorsun?’ diye düşünmektir. Çünki bu düşünce bizi, bir ilişkiyi patlatan dört dinamite ulaştırmaktadır. Bunlar; Suçlama, Savunma, Eleştirme ve duvar örmedir. Bunun yerine, ‘ben bu evliliğe ne kattım/katıyorum?’ diye düşünmek evlilik bağını güçlendiren bir efsuna dönebilmektedir.
Bir konuşmada bu ‘dörtlünün’ ne kadar kullanıldığı çiftin, ayrılık süresini tahmin etmeyi bile mümkün kılmaktadır. Yani karı-kocamızla muhabbet ederken, ne kadar çok suçluyoruz, ne kadar savunmacı oluyoruz, ne kadar eleştirel/kritik edici (laf sokucu) konuşuyoruz ve muhatabımızla aramıza ne kadar duvar örüyor, adeta duvar gibi oluyorsak cennetimiz cehennem olmuştur bile.
Ayrılığa düşe düşe geldik buralara; doğrudur! Biliriz ki her ayrılış bir yaradır ve şairin dediği gibi, ‘kemik gibi, ne yöne dönsek batar.’ Bunca ayrılık ve yalnızlık içinde, ne çok ihtiyacımız vardır karşılanmayan. Çocukluğumuz, gençliğimiz aslında karşılanmamış isteklerin, arzuların hikayesidir bir parça da. Bu sebepledir ki, ‘karı-koca kavgalarımız çoğu zaman, çocukluk ağlamalarımızın yetişkinliğe yansımasıdır’. Bu sebeple biraz da çocuklaşırız evlilikte. Karı/kocamızdan, tıpkı çocukluğumuzda yapıldığı gibi her isteğimize duyarlı, her ‘ağlamamıza’ tesellikâr, bizi dünyanın merkezinde hissettirecek biri olmasını bekleriz. Yalnızlık ve ayrılık ızdırabımızı dindirecek kişi olsun diye bekleriz. Ama o da bir fanidir oysa. O da ayrılıklarla sarılıp sarmalanmıştır. Bu gerçeği unutuveririz. Bize sanki hakkımız olan bir şeyi elimizden alıyormuş gibi gelir. İşte o zaman ‘bana ne veriyor ki!’ diyerek suçlamalara, eleştirilere başlarız. Muhatabımız da bunları savunmayla, duvar gibi olarak cevaplamaktadır.
Mutsuz bir evliliğin, evlilikler sayısınca özelliği vardır. Herkesin kendine göre bir mutsuzluk şekli vardır. Oysa araştırmalar ‘mutlu evliliklerin belirli sayıda ortak özellikleri’ bulunduğunu söylemektedir:
Cennetten bir rayiha taşıyan evliliklerde karı-kocalar, kendi anne-baba ve kardeşleriyle bağlarını koparmadan, onlardan ayrılmayı sağlayabilmişlerdir. ‘Yeni bir aile’ olduklarını bilmektir bu. ‘Bize kimse karışamaz!’ meydan okumasına kapılmadan, ‘Biz her şeyi kendimiz yaparız’ hoyratlığına düşmeden, onları incitmeden usulce, ‘Yeni Aile’yi belirginleştirmektir bu.
Cennete dönüş yolcuları, tıpkı diğer ailelerin arasında yeni aileyi korumaları gibi, birlik/bütünlük yolunda ‘biz’ olmayı öğrenirken, ‘ben’i de korumayı sağlamışlardır. Yani, birlikte oluyoruz diye ferdiyetten yoksunluk göstermemektir. Karı-koca birçok konuda birlikte davransalar da gerekli gördükleri yerlerde farklı düşünebilmekte, ayrı karar verebilmekte ve çok farklı çevreye sahip olabilmektedir. ‘Biz’ olurken ‘ben’i koruyabilmek ve ‘Ben’ ile ‘biz’ olabilmek ne de büyük bir ihtiyacımızdır.
Cennetin numunesi olan mutlu bir evlilikte, evliliğin en temel gerekçesi olan cinsellik konusunda, iki tarafta mutluluk yaşayabilmekte, beklentilerini karşılayabilmektedir. Ayrıca eşler birbirlerinin beklentilerini karşılamakta da isteklidirler. Cinselliğin ihmal edildiği bir evlilik, ayrı düştüğümüz ‘bütünle’ birleşme arzumuzu da engellemektedir. Hayvanlar ‘çiftleşir’ ama değil mi ki insanlar ‘birleşir’.
Bir evliliğin mutluluğuna mutluluk katan, göz aydınlığı evlatlarımız konusunda da, ebeveynler arasında fikir birliği vardır. Onlar için ortak hayallere sahip, onları büyütürken ortak kurallara tabidirler. Yoksa çocuklarımızın geleceğinin (ta cennete kadar) hesap edilmediği, göz ardı edildiği bir evlilik mutluluk sağlamaz. Mutluluk tek başına gelmez zira.
Hayat yolculuğunda ‘refik/a-arkadaş’ saydığımız eşimize, zorluklarda destek sunmayı başarabilmek mutlu bir evlilikteki diğer özelliktir.
Tartışmalar! Her evlilikte tartışma olur. Çocukluk ağlamasının bir yansıması gelir bulur bizi bir tartışmada. Bu sebeple çocukken ‘ağlamamak’ ne kadar mümkün ise, evlilikte de ‘tartışmamak’ o derece mümkündür. Ancak mutlu evlilik yaşayan fertler, tartışmalarında öfke patlamasına izin vermezler. Tartışmalarını hayırla neticelendirme gayreti içinde olurlar. Tartışmalar garez duyguları içinde yıkıcı değil de, tam tersine yapıcı olmaktadır. Bu ailelerde yapılan tartışmalar hakkında mutlaka bir sonuca ulaşılır ve konu ortada bırakılmaz.
Mutlu evlilik yaşayan çiftlerde görülen ehemmiyetli bir husus ise, birlikte ‘gülebilmeleridir’. Eğer birlikte gülmeyi sağlayabiliyor, bunu başarabiliyor isek bu ilişkiyi başka bir ufka taşıma özelliği sunar bizlere.
Hayat yükü ağır gelebilir veya muhatabımıza kızabilir ve bu yüzden bunalabiliriz. Mutlu çiftler, eşlerini nasıl rahatlatabileceğini bilirler. Eşinin ihtiyacına duyarsız, bigane kalmayıp onu rahatlatmayı başarabilmektedir.
Evliliklerinde mutlu olan kişilerin ortak diğer özellikleri, birbirine dair evliliğin başında var olan olumlu hayalleri canlı tutmaya özen göstermektir. İlk günlerde hayat arkadaşıyla ilgili kalbinde ve aklında var olan olumlu şeyleri bir yerlerde yaşatmaya devam etme çabasıdır bu. Ne zaman ki, ‘çantada keklik’ olarak bakmaya başladık; ‘Geçmiş olsun!’ demektir bu. Gözümüzdeki cennet hurisi, o latif prenses, sultan, ‘evin pasaklı karısı, burnu büyük, kendini beğenmiş’ olmaya başladığında, ya da o dağ gibi adam, karizmatik, yakışıklı delikanlı gidip onun yerine ‘sümsük, bir işe yaramaz adamın biri, buzdolabı gibi, duvar gibi’ geldiğinde cennetimizden hızla uzaklaşıyoruz demektir.
Cennete geri dönme yolculuğumuzun en latif destekçisi olabilme umudunu göğsünde taşıyan evliliklerimiz umut ister, emek ister büyümek için. Bir kitabı yoktur bunun. Değil mi ki, başkasından öğrenilemez, başkasına öğretilemez de bir şeydir ayrıca.
‘Evliliğin kitabı olmaz! Çünkü evliliğin kitabı birlikte yazılır ve hiçbir kitap aynı olmaz!’