Aya İrini, Roma İmparatorluğu’nun başşehri Konstantinopolis (İstanbul) olduktan sonra yapılan ilk kilisedir. Aya İrini, İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nın Fatih tarafından yeni inşa ettirilen surlarının içinde kalmasına rağmen camiye çevrilmeyen bir kilise olarak da dikkatleri çeker. Gözlerin Aya İrini’ye çevrilmesine vesile olan husus, onun ibretlik hikâyesidir.
Doğu Roma’nın ilk kilisesi: Aya İrini
Romalılar, Milano Fermanı (313) ile Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu tarihlerde Hunlar, İç Asya’dan Karadeniz’in kuzeyine doğru göçmeye ve burada yaşayan kavimleri batıya doğru tazyike başlamışlardı. Karadeniz’in kuzeyindeki topraklarda yaşayan barbar kavimler de bu Hun tazyiki ile batıya doğru ilerlemiş ve Roma İmparatorluğu sınırlarına dayanmışlardı. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu Orta Avrupa’dan batıya doğru sınırlarını ihlâl eden bu barbar kavimlerle mücadeleye başladı. O dönemde yaşadığı birtakım iç sıkıntılarla bunalmış olan Roma İmparatorluğu, bu kavimleri durdurmakta oldukça zorlanmış ve başşehre yenilgi haberleri birbiri ardına gelmeye başlamıştı.
Roma şehrinin ihtişamından haberdâr olan barbar kavimlerin her biri, orayı ele geçirmek istiyordu. İmparatorluğun -daha da önemlisi başşehir Roma’nın- varlığı tehdit altındaydı. Bu çağlarda bir imparatorluk için başşehir her şey demekti. Başşehrini kaybeden bir devletin yaşaması imkânsızdı.
Tahta yeni çıkmış olan İmparator Konstantin (Büyük), bu tehlikeye karşı şehrin güvenliğinin temin edilemeyeceğine kanaat getirerek Roma İmparatorluğu’nun başşehrini Roma’dan daha emniyetli bir yere taşımaya karar verdi. Bunun için emin bir belde arayışı başladı. Yeni başşehir için o sıralarda Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan Yunanistan, İspanya, Fransa, Sicilya, Sardunya hattâ Afrika’dan bazı yerler teklif edildi.
İmparator Konstantin, Anadolu’daki isyanları bastırmak için çıktığı bir sefer sırasında görüp hayran olduğu bugünkü tarihî Suriçi Yarımadası’na yeni başşehrini kurmaya karar verir. Eski Byzas şehri kalıntıları üzerinde şimdi yeni Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) veya bizdeki adıyla Konstantiniyye yükselecekti. Romalılar yeni şehri hızla inşaya başladılar.
İmparator Konstantin, şehrin inşasında hiçbir masraftan kaçınmamış, âbidevî binalar şehirde birbiri ardında yükselmişti. 330’larda Konstantinopolis’in kurulması ile Roma’dan içlerinde bilim adamları, bürokrat ve asillerin olduğu birçok insan Konstantinopolis’e göç etmişti.
Roma, Hristiyanlığı bir din olarak resmen kabul etmesine ve imparator da Hristiyan olmasına rağmen, kalblerde Allah’a iman henüz makes bulmamış; çok tanrılı bir inanca sahip Roma halkının bir kısmı tek olan Allah’a inanmayı emreden Hristiyanlığı kabul ederken, bazıları da reddetmişti. Efendimiz’in (sas) dünyaya teşrifinden yaklaşık üç asır önce buraya gelenlerin arasında, asil bir Pers ailesine mensup, daha sonra ismi Hagia Eirene veya Azize İrene olarak anılacak olan Penelope de vardı. Bu genç kız, 330’lu yıllarda Konstantinopolis’te Romalılar arasında henüz saffetini kaybetmemiş ve o devrin hak dini olan Hristiyanlığı bir havarî gibi yaymaya çalışıyordu.
Ancak Romalıların sapkın âdetlerini terk etmeye, hak ve hakikate dönmeye niyetleri yoktu. Penelope’yi aşağılıyor, ona hakaret ediyorlardı. Mârûz kaldığı bu hakaretlere karşı yılmadan dinini tebliğ eden bu cesur kadına güç yetiremeyen eski paganist dinlerin taraftarları, söz ve fikirlerinin tükendiği yerde, tarihteki birçok misâlinde görüldüğü gibi kaba kuvvete başvurdular.
İnsanları hak ve hakikate çağıran birini kendi dinlerine döndürmek için, gözleri dönmüş bir kalabalık toplanmıştı. Penelope dininden dönerse canını kurtaracaktı. Dönmezse, önce eziyet edecekler sonra da öldüreceklerdi. Bu kalabalığın Penelope’yi bulmaları güç olmadı. Onu önce dininden dönmeye zorladılar. Tehditler savurdular. Ancak o dönmedi. Bunun üzerine müşrikler onu yılanlarla dolu bir kuyuya attı. Ertesi gün geldiklerinde Penelope hâlâ yaşıyordu. Yılanlar ona hiç dokunmamıştı. Müşrikler şaşkınlık içindeydi. Buna rağmen isteklerini tekrarladılar; ancak o dininden dönmedi.
Bunun üzerine olan biteni muhtemelen büyü olarak nitelendirmiş ve Penelope’yi büyücülükle suçlamış olacaklar ki, onu taşlamaya başladılar. Ancak taşlar da Penelope’ye zarar vermiyordu. Ne kadar zaman taşladılar bilinmez; ancak taşlanarak da ölmediğini görünce bu işe tam bir Roma çözümü(!) buldular. Zavallı kızı bir çift atın terkisine bağlayıp muhtemelen bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda -o zamanın hipodrom meydanında- sürüklemeye başladılar. Gladyatörlerin birbirlerini doğradığı, inanılmaz at ve araba yarışlarının yapıldığı, zevk olsun diye insanların aslanlara parçalatıldığı hipodromda, o gün Penelope vardı. Bu tür hâdiseleri görmeye alışık Romalıların gözleri önünde Penelope’yi kimbilir ne kadar sürüklediler. Belki atlar yorulana, belki de binici sıkılana kadar. Ancak bu işkence bittiğinde de Penelope yaşıyordu.
Halkın arasında bu olanlardan bir şeyler çıkarmak gerektiğini düşünenlerin sayısı bağnazlara galebe çalmış olacak ki, bu vakaya şahit olanlardan birçoğunun Penelope’ye inanıp Hristiyanlığı kabul ettiği rivayet edilir. Bundan sonra Konstantinopolis’te Hristiyanlık hızla yayılmış ve şehirde sulh ve emniyet tesis edilmişti. Roma tarihinin meşhur isyanları bir süre dinmiş, huzur ve sükûn hâkim olmuştu. Bu barış ve sükûnet sebebiyle İmparator Konstantin tarafından, Penelope’ye “Mukaddes Sulh” mânâsına gelen Hagia Eirene veya Aya İrini (Azize İrene) adı verilmiştir.
Bu hâdiselerin, İmparator Konstantin’e tesiri büyük olmalı ki, Penelope’ye sadece Azize İrene demekle yetinmemiş, bugünkü Topkapı Sarayı civarına inşa ettirilen İmparatorluk Sarayı ve Forumunun yakınlarındaki eski paganist Jüpiter Tapınağı’nın üzerine Konstantinopolis’teki ilk kiliseyi yaptırarak, bu mâbede Aya İrini ismini vermiştir.
Fatih ve Aya İrini
1453 yılında İstanbul’u fethedip yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet Han, hükümdarlığının yanında yedi dil bilen bir âlimdi. Daha İstanbul’u fethetmeden önce Roma tarihlerini okumuş; düşmanını, kültür başta olmak üzere birçok yönüyle tanımıştı.
Fatih Sultan Mehmet Han, Konstantiniyye’yi fethettikten sonra yaptırdığı Topkapı Sarayı’nın dış surları, Ayasofya ve Aya İrini’nin arasından geçer. Aya Sofya, Fatih’in emriyle camiye çevrilirken, Aya İrini, Topkapı Sarayı Külliyesi’nin içinde kalmasına rağmen camiye çevrilmemiştir.
Roma tarihini çok iyi bilen Fatih Sultan Mehmet Han’ın Azize İrene’nin hikâyesini bilmemesi düşünülemez. Bu şuur ile Fatih, Azize İrene’nin hatırasına ve dinine olan sadakatine hürmetin bir ifadesi olarak, Aya İrini Kilisesi’ni camiye çevirtmemiş; burayı Osmanlı Devleti’nin kıymetli savaş ganimetlerinin korunduğu, padişahın bir nevi özel müzesi gibi muhafaza etmiş, içerisindeki hiçbir resim ve kabartmaya dokunmamıştır. Fatih’ten sonraki padişahlarca da aynı hürmeti gören Aya İrini Kilisesi, Osmanlı’nın son yüzyılına kadar bu durumunu korumuş, 1869 yılında da Müze-i Hümâyûn (Sultanın Müzesi) adını almıştır.
Bugün dünyanın değişik ülkelerinde yürütülen kültürlerarası diyalog faaliyetlerinin yeni bir durum olmadığını, tarihî olarak güçlü bir altyapıya dayandığını benzer birçok vakada görebiliriz. Atalarımızın bu derin hoşgörülerinin işareti olan âbidevî misâller karşısında, onlarla ne kadar iftihâr etsek azdır. Bugün kendini medeni addedenlerin, hattâ dünyaya medeniyet götürdüğünü iddia edenlerin, insan unsuru ve kültür mirasında sebep oldukları tahribatın boyutları bütün dünyanın gözü önündedir. Bugün Müslümanların diğer Müslüman kardeşine bile sabır ve tahammül gösteremediğini nazara alırsak, işimizin kolay olmadığını görürüz. Bununla birlikte Aya İrini gibi tarihî referanslarımızdan bu işin mümkün olduğunu görebiliriz.
Kültür ve medeniyetimizin temellerindeki bu hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinin menşeinin aslında Efendimiz’e (sas) kadar uzandığını dikkate almakta fayda vardır. Nitekim Efendimiz (sas) Necran’dan gelen Hristiyan misafirlerine Mescid-i Nebevî’de ibadetlerini hür bir şekilde yapabilme imkânını tanımıştır. Fatih ve birçok Osmanlı idarecisinde örneklerini gördüğümüz bu davranışları onların icat etmediğini, dinlerini iyi anlayıp yaşamalarından kaynaklandığını unutmamalıyız.
“Aç herkese açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun. İnançla geril ve insana sevgi duy. Kalmasın, alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül.”
Doğu Roma’nın ilk kilisesi: Aya İrini
Romalılar, Milano Fermanı (313) ile Hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu tarihlerde Hunlar, İç Asya’dan Karadeniz’in kuzeyine doğru göçmeye ve burada yaşayan kavimleri batıya doğru tazyike başlamışlardı. Karadeniz’in kuzeyindeki topraklarda yaşayan barbar kavimler de bu Hun tazyiki ile batıya doğru ilerlemiş ve Roma İmparatorluğu sınırlarına dayanmışlardı. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu Orta Avrupa’dan batıya doğru sınırlarını ihlâl eden bu barbar kavimlerle mücadeleye başladı. O dönemde yaşadığı birtakım iç sıkıntılarla bunalmış olan Roma İmparatorluğu, bu kavimleri durdurmakta oldukça zorlanmış ve başşehre yenilgi haberleri birbiri ardına gelmeye başlamıştı.
Roma şehrinin ihtişamından haberdâr olan barbar kavimlerin her biri, orayı ele geçirmek istiyordu. İmparatorluğun -daha da önemlisi başşehir Roma’nın- varlığı tehdit altındaydı. Bu çağlarda bir imparatorluk için başşehir her şey demekti. Başşehrini kaybeden bir devletin yaşaması imkânsızdı.
Tahta yeni çıkmış olan İmparator Konstantin (Büyük), bu tehlikeye karşı şehrin güvenliğinin temin edilemeyeceğine kanaat getirerek Roma İmparatorluğu’nun başşehrini Roma’dan daha emniyetli bir yere taşımaya karar verdi. Bunun için emin bir belde arayışı başladı. Yeni başşehir için o sıralarda Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan Yunanistan, İspanya, Fransa, Sicilya, Sardunya hattâ Afrika’dan bazı yerler teklif edildi.
İmparator Konstantin, Anadolu’daki isyanları bastırmak için çıktığı bir sefer sırasında görüp hayran olduğu bugünkü tarihî Suriçi Yarımadası’na yeni başşehrini kurmaya karar verir. Eski Byzas şehri kalıntıları üzerinde şimdi yeni Konstantinopolis (Konstantin’in şehri) veya bizdeki adıyla Konstantiniyye yükselecekti. Romalılar yeni şehri hızla inşaya başladılar.
İmparator Konstantin, şehrin inşasında hiçbir masraftan kaçınmamış, âbidevî binalar şehirde birbiri ardında yükselmişti. 330’larda Konstantinopolis’in kurulması ile Roma’dan içlerinde bilim adamları, bürokrat ve asillerin olduğu birçok insan Konstantinopolis’e göç etmişti.
Roma, Hristiyanlığı bir din olarak resmen kabul etmesine ve imparator da Hristiyan olmasına rağmen, kalblerde Allah’a iman henüz makes bulmamış; çok tanrılı bir inanca sahip Roma halkının bir kısmı tek olan Allah’a inanmayı emreden Hristiyanlığı kabul ederken, bazıları da reddetmişti. Efendimiz’in (sas) dünyaya teşrifinden yaklaşık üç asır önce buraya gelenlerin arasında, asil bir Pers ailesine mensup, daha sonra ismi Hagia Eirene veya Azize İrene olarak anılacak olan Penelope de vardı. Bu genç kız, 330’lu yıllarda Konstantinopolis’te Romalılar arasında henüz saffetini kaybetmemiş ve o devrin hak dini olan Hristiyanlığı bir havarî gibi yaymaya çalışıyordu.
Ancak Romalıların sapkın âdetlerini terk etmeye, hak ve hakikate dönmeye niyetleri yoktu. Penelope’yi aşağılıyor, ona hakaret ediyorlardı. Mârûz kaldığı bu hakaretlere karşı yılmadan dinini tebliğ eden bu cesur kadına güç yetiremeyen eski paganist dinlerin taraftarları, söz ve fikirlerinin tükendiği yerde, tarihteki birçok misâlinde görüldüğü gibi kaba kuvvete başvurdular.
İnsanları hak ve hakikate çağıran birini kendi dinlerine döndürmek için, gözleri dönmüş bir kalabalık toplanmıştı. Penelope dininden dönerse canını kurtaracaktı. Dönmezse, önce eziyet edecekler sonra da öldüreceklerdi. Bu kalabalığın Penelope’yi bulmaları güç olmadı. Onu önce dininden dönmeye zorladılar. Tehditler savurdular. Ancak o dönmedi. Bunun üzerine müşrikler onu yılanlarla dolu bir kuyuya attı. Ertesi gün geldiklerinde Penelope hâlâ yaşıyordu. Yılanlar ona hiç dokunmamıştı. Müşrikler şaşkınlık içindeydi. Buna rağmen isteklerini tekrarladılar; ancak o dininden dönmedi.
Bunun üzerine olan biteni muhtemelen büyü olarak nitelendirmiş ve Penelope’yi büyücülükle suçlamış olacaklar ki, onu taşlamaya başladılar. Ancak taşlar da Penelope’ye zarar vermiyordu. Ne kadar zaman taşladılar bilinmez; ancak taşlanarak da ölmediğini görünce bu işe tam bir Roma çözümü(!) buldular. Zavallı kızı bir çift atın terkisine bağlayıp muhtemelen bugünkü Sultanahmet Meydanı’nda -o zamanın hipodrom meydanında- sürüklemeye başladılar. Gladyatörlerin birbirlerini doğradığı, inanılmaz at ve araba yarışlarının yapıldığı, zevk olsun diye insanların aslanlara parçalatıldığı hipodromda, o gün Penelope vardı. Bu tür hâdiseleri görmeye alışık Romalıların gözleri önünde Penelope’yi kimbilir ne kadar sürüklediler. Belki atlar yorulana, belki de binici sıkılana kadar. Ancak bu işkence bittiğinde de Penelope yaşıyordu.
Halkın arasında bu olanlardan bir şeyler çıkarmak gerektiğini düşünenlerin sayısı bağnazlara galebe çalmış olacak ki, bu vakaya şahit olanlardan birçoğunun Penelope’ye inanıp Hristiyanlığı kabul ettiği rivayet edilir. Bundan sonra Konstantinopolis’te Hristiyanlık hızla yayılmış ve şehirde sulh ve emniyet tesis edilmişti. Roma tarihinin meşhur isyanları bir süre dinmiş, huzur ve sükûn hâkim olmuştu. Bu barış ve sükûnet sebebiyle İmparator Konstantin tarafından, Penelope’ye “Mukaddes Sulh” mânâsına gelen Hagia Eirene veya Aya İrini (Azize İrene) adı verilmiştir.
Bu hâdiselerin, İmparator Konstantin’e tesiri büyük olmalı ki, Penelope’ye sadece Azize İrene demekle yetinmemiş, bugünkü Topkapı Sarayı civarına inşa ettirilen İmparatorluk Sarayı ve Forumunun yakınlarındaki eski paganist Jüpiter Tapınağı’nın üzerine Konstantinopolis’teki ilk kiliseyi yaptırarak, bu mâbede Aya İrini ismini vermiştir.
Fatih ve Aya İrini
1453 yılında İstanbul’u fethedip yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet Han, hükümdarlığının yanında yedi dil bilen bir âlimdi. Daha İstanbul’u fethetmeden önce Roma tarihlerini okumuş; düşmanını, kültür başta olmak üzere birçok yönüyle tanımıştı.
Fatih Sultan Mehmet Han, Konstantiniyye’yi fethettikten sonra yaptırdığı Topkapı Sarayı’nın dış surları, Ayasofya ve Aya İrini’nin arasından geçer. Aya Sofya, Fatih’in emriyle camiye çevrilirken, Aya İrini, Topkapı Sarayı Külliyesi’nin içinde kalmasına rağmen camiye çevrilmemiştir.
Roma tarihini çok iyi bilen Fatih Sultan Mehmet Han’ın Azize İrene’nin hikâyesini bilmemesi düşünülemez. Bu şuur ile Fatih, Azize İrene’nin hatırasına ve dinine olan sadakatine hürmetin bir ifadesi olarak, Aya İrini Kilisesi’ni camiye çevirtmemiş; burayı Osmanlı Devleti’nin kıymetli savaş ganimetlerinin korunduğu, padişahın bir nevi özel müzesi gibi muhafaza etmiş, içerisindeki hiçbir resim ve kabartmaya dokunmamıştır. Fatih’ten sonraki padişahlarca da aynı hürmeti gören Aya İrini Kilisesi, Osmanlı’nın son yüzyılına kadar bu durumunu korumuş, 1869 yılında da Müze-i Hümâyûn (Sultanın Müzesi) adını almıştır.
Bugün dünyanın değişik ülkelerinde yürütülen kültürlerarası diyalog faaliyetlerinin yeni bir durum olmadığını, tarihî olarak güçlü bir altyapıya dayandığını benzer birçok vakada görebiliriz. Atalarımızın bu derin hoşgörülerinin işareti olan âbidevî misâller karşısında, onlarla ne kadar iftihâr etsek azdır. Bugün kendini medeni addedenlerin, hattâ dünyaya medeniyet götürdüğünü iddia edenlerin, insan unsuru ve kültür mirasında sebep oldukları tahribatın boyutları bütün dünyanın gözü önündedir. Bugün Müslümanların diğer Müslüman kardeşine bile sabır ve tahammül gösteremediğini nazara alırsak, işimizin kolay olmadığını görürüz. Bununla birlikte Aya İrini gibi tarihî referanslarımızdan bu işin mümkün olduğunu görebiliriz.
Kültür ve medeniyetimizin temellerindeki bu hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinin menşeinin aslında Efendimiz’e (sas) kadar uzandığını dikkate almakta fayda vardır. Nitekim Efendimiz (sas) Necran’dan gelen Hristiyan misafirlerine Mescid-i Nebevî’de ibadetlerini hür bir şekilde yapabilme imkânını tanımıştır. Fatih ve birçok Osmanlı idarecisinde örneklerini gördüğümüz bu davranışları onların icat etmediğini, dinlerini iyi anlayıp yaşamalarından kaynaklandığını unutmamalıyız.
“Aç herkese açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun. İnançla geril ve insana sevgi duy. Kalmasın, alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül.”