I. Dünya Savaşı Ve Milli Mücadele Yıllarında Ermeni Meselesi Hakkında Bilgi

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
57
Yaş
36
Coin
256,936
1. dünya savaşı ve ermeni meselesi, 1. dünya savaşı sırasında ermeni sorunu

Osmanlı yönetiminin bütünleştirici politikasına karşın Ermeniler, yıkıcı ve ayrılıkçı tutumlarını Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın yanında yer alarak devam ettirmişlerdir. Osmanlı devletinin seferberlik ilânından birkaç gün sonra Andırın’da Ermenilerin Müslümanlara saldırısıyla başlayan olayların doğuda Van, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Sivas, Trabzon gibi yerleşim merkezlerinde Ermeni saldırıları şeklinde devam etmesi (Süslü 1995: 203) ve Ruslar tarafından silâhlandırılan Ermenilerin düşman ordularının ilerlemesini kolaylaştırması, Osmanlı hükûmetini harekete geçirmiştir. Osmanlı Hükûmeti son çare olarak 14 Mayıs 1915 tarihinde tehcir kanunu adıyla bilinen bir sevk ve iskân kanunu çıkarmıştır. Bu kanunla devlete karşı casusluk ve hiyanetleri görülenlerin ayrı ayrı veya birlikte savaş alanlarından uzak yerlere gönderilmesi hedeflenmiştir (Süslü 1995: 203). Bu kanunda Ermenilerle ilgili herhangi bir özel ifade söz konusu değildir. Sevk ve İskân Kanununun uygulanması da Ermeni isyanlarını durduramamıştır. Kanun sonrasında bu isyanların batıya doğru kaydığı görülmüştür. Urfa, İzmit, Adapazarı, Bursa, Adana, Samsun, İzmir, Şarki karahisar ve Yozgat gibi yerleşim merkezlerinde Osmanlı yönetimini zor durumda bırakan isyanlar çıkmıştır (Talat Paşa 1986: 86-94). Bu isyanlar ve saldırılar Birinci Dünya Savaşı sırasında Erzurum’a giren Rus subayları tarafından da doğrulanmıştır (Talat Paşa 1986: 98 v.d.)

Bundan sonraki günlerde savaş bölgelerinde bulunan Ermenilerin bir kısmının düşman saflarına katılmaları, Osmanlı askerini arkadan vurmaları ve casuslukta bulunmaları nedeniyle cephe gerilerine sevk edilmeye başlanmıştır. Göçler ve isyanlar sırasında Ermenilerden ölenlerin olması, günümüze kadar devam eden soy kırım iddialarına kaynaklık teşkil etmiştir. Oysa devletin başka bölgelere sevk ve iskân edilen Ermenilerle ilgili olarak resmî bir yok etme politikası olmadığı gibi, aksine Ermenilerin muhacirlere ayrılan tahsisattan yararlanması, malî ve ekonomik sorunlarının halledilmesi, gayrimenkullerinin muhafaza ve tanzim edilmesi, gittikleri yerlerde arazi, emlâk ve iş sağlanması gibi kolaylıkların gerçekleştirilmesi için komisyonlar kurulmuştur (Süslü 1995: 204).

Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşını kaybetmesi ve Mondros Mütarekesini imzalamasından sonraki dönemde Ermeni göçü ve katliam iddiaları, Avrupalılar tarafından bir harp propagandası olarak ve yapılan işgallere gerekçe anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Mondros Mütarekesinin 24. Maddesinde yer alan ifadelerden Doğuda bir Ermeni devletinin kurulması konusunda Batı’dan destek alabileceklerini anlayan Ermeniler, 30 Kasım 1918’de İtilâf Devletlerine başvurarak bağımsız bir Ermenistan kurulmasını istemişlerdir. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansında da bu isteklerini dile getiren Ermeniler (5), Millî Mücadele boyunca aynı hedeflere yönelik olarak, üç farklı coğrafyada faaliyetlerine hız vermişlerdir. Öncelikle Fransız işgalinde bulunan Çukurova bölgesiyle Urfa, Antep ve Maraş’ta Türkler üzerinde baskı kurmak istemişler ve hatta Fransızların desteğinde 5000 kişilik bir jandarma birliği oluşturarak, Türkler üzerine saldırılar düzenlemişlerdir.

Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir devlet kurma girişimlerine Millî Mücadelenin ilk günlerinden itibaren tedbirler alınmaya başlanmış ve Erzurum ile Sivas Kongreleriyle Ermeni hedeflerinin önüne set çekilmesi yolunda kararlar alınmıştır.

Diğer taraftan Sovyet sınırları içinde kalan Ermenistan’da kurulan hükûmet de Mondros Mütarekesiyle Türklerin içine düştüğü olumsuz koşullardan yararlanarak, doğudan saldırıya geçmiştir.

İtilâf Devletleri ise Osmanlı hükûmetleri üzerinde baskı kurarak, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki sevk ve iskân uygulamasıyla ilgili olarak çok sayıda asker ve bürokratın tutuklanmasını ve cezalandırılmasını sağlamışlardır. İtilâf Devletleri bu yolla bir yandan Ermenileri tümüyle kendi taraflarına çekerken, diğer yandan yurtseverler ve işgale karşı çıkanlar üzerinde ciddî bir baskı kurmuşlardır. Bu politikaya keskin bir İttihatçı düşmanı olan Damat Ferit ve hükûmetlerinin de çanak tutmuş olması, İtilâf Devletlerinin işini oldukça kolaylaştırmıştır (6). Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir devlet kurulması yolunda en ileri adımının 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasının olduğu söylenebilir. Sevr Antlaşmasında yer alan Doğu Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasıyla ilgili hüküm (7), Batılı devletlerin Şark Meselesinin (Doğu Sorunu) Ermeni boyutunu çözme girişimlerinde en ileri noktaya ulaştıkları gelişmedir. Bu antlaşma ile bir Ermeni devletinin varlığı, ilk kez bir siyasal belgede somut olarak yer almıştır. Ancak Anadolu topraklarının bölüşülmesi ve üzerinde yeni devletler kurulmasını öngören Sevr Antlaşmasının TBMM tarafından kabul edilmemesi, doğal olarak Ermeni devletinin kurulması projesinin de uygulamaya sokulmasını imkânsız hâle getirmiştir.

Ayrıca Türk tarafının elinde bulunan ve Sevr Antlaşmasıyla taban tabana zıt bir nitelik taşıyan Misak-ı Millî’nin de ülke bütünlüğü ve tam bağımsızlık konularındaki tavizsiz niteliği, daha en başından itibaren Ermenilerin Doğu Anadolu’da bir devlet kurma projelerinin ham bir hayalden öteye geçemeyeceğini göstermiştir.

Ermeni konusundaki dönüm noktalarından bir diğeri, TBMM Hükûmeti ile Ermenistan arasında 2-3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Antlaşmasıdır. Kazım Karabekir komutasındaki ordular tarafından püskürtülen Ermenilerin isteği sonucu imzalanan bu antlaşmayla Ermenistan Hükûmeti, TBMM’nin varlığını kabul etmiş, Misak-ı Millî’yi tanımış ve hepsinden önemlisi Türk topraklarındaki taleplerinden vazgeçtiğini açıklamıştır (Soysal 1983: 17-23). Gümrü Barışı bu niteliğiyle 1878’den beri gündemde bulunan Ermeni Sorununun ortadan kalkmış olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü bu tarihe kadar uluslar arası antlaşmalarla örtülü ya da açık olan gündeme getirilen Ermeni Sorunu veya Ermeni yurdu konusu, bu kez doğrudan doğruya Türklerle Ermeniler arasında imzalanan bir ikili antlaşma sonunda tartışılmaz bir biçimde sonuçlandırılmıştır. Kaldı ki, Ermenilerle ilgili olarak imzalanan daha önceki antlaşmaların hemen hepsi çok taraflıdır ve hepsinden önemlisi de Ermeniler doğrudan kendilerini temsil etmemişlerdir. Bu kez Ermenilerin doğrudan katıldığı ve taraf olduğu bir ikili antlaşmayla Türk vatanının bütünlüğünün tanınmış olması, konunun çözümü açısından gerçekten önemli bir adımdır.

Türklerle Ermeniler kendi iradeleriyle sorununun çözümü yolunda önemli bir aşama kaydederken, konuyla doğrudan ilgili olmayan Batılı devletler, Doğu Sorununun çözümünde en ileri noktaya ulaştıkları Sevr Antlaşmasının hayata geçirilmesinden umutlarını kesmemişlerdir. Batılı devletler Doğu Sorununu kendi çıkarları doğrultusunda çözmek ve Sevr’i kabul ettirmek için Doğu Anadolu’da ve Çukurova’da Ermenileri kullanırken, Batı cephesinde ise Yunanlılardan yararlanmışlardır. Yunan ilerlemesinin 11 Ocak 1921’de TBMM Ordusu tarafından durdurulması üzerine Sevr Barışını görüşmelerle kabul ettirme yoluna yönelmişlerdir. Türk direnişi karşısında Londra'da bir konferans düzenleyen İtilâf Devletleri, İstanbul Hükûmetinin yanı sıra TBMM Hükûmetini de davet ettikleri konferans sırasında Ermeni yurdu konusunu bir kez daha gündeme getirmişlerdir. Londra Konferansında “Milletler Cemiyetinin bir Ermeni yurdu kurulması için Doğu illerinden Ermenistan’a bırakılacak arazinin tespiti hususunda bir komisyon oluşturulması ve Türkiye’nin bu komisyonu kabul etmesi" şeklinde bir teklif getirilmiştir (Atatürk 1960: 753). Bu öneri kısmen bir yumuşama gibi görünse de, Sevr’in özü değişmemiş ve Misak-ı Millî’ye olan aykırılık devam etmiştir. Doğal olarak da İtilâf Devletlerinin bu yeni önerisi TBMM Hükûmeti temsilcisi tarafından kabul edilmemiş ve konferans başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Bu arada Sakarya Zaferi sonrasında 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşmasıyla daha önce imzalanmış olan Gümrü ve Moskova Antlaşmaları geliştirilmiş ve Sovyet sınırları içindeki Ermenistan Hükûmeti, Misak-ı Millî ile belirlenen Türk sınırlarını bir kez daha kabul etmiştir (Soysal 1983: 39-47).

Yine Sakarya Zaferi sonrasında Fransa ile de 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşmasında imzalanmıştır (Soysal 1983: 48-60). Bu antlaşmada Ermenilerle ilgili hiçbir ifadeye yer verilmemiş olması, daha önceleri Güney Cephesinde Ermenilere yardım eden ve gerektiğinde de yardım alan Fransızların, bu politikalarının başarısızlığını kabul ettikleri şeklinde yorumlanabilir.

İtilâf Devletlerinin Millî Mücadele döneminde Ermeni Sorunuyla ilgili girişimleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında Batılı devletlerin Türk tarafına Mart 1922’de önerdikleri barış taslağında Ermeni yurduyla ilgili olarak Sevr mantığına dayalı yeni yaklaşımlar yer almıştır. Bu barış taslağında da bir Ermeni yurdu kurulması konusunda Milletler Cemiyeti'nin yardımına başvurulması öngörülmektedir (Atatürk 1960: 753). Bu teklif de Misak-ı Millî konusundaki kararlılığından sapma olmayan TBMM Hükûmeti tarafından reddedilmiştir.

Bu son barış taslağı Türk tarafının sadece Yunan işgali kaldırmak için değil, Ermeni Sorununun çözümü için de Batı Cephesinde kapsamlı ve kesin sonuçlu bir askerî harekâta girişmesinin şart olduğunu göstermiştir. Türk ordusunun, Yunan ordusunu Anadolu’dan çıkarması, Yunan işgalinin sona erdirilmesinin yanı sıra, Ermeni sorununu da nihaî olarak çözümleyecek bir adım olarak görülmüştür.

26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz sonucu Yunan ordusu Anadolu’dan tümüyle çıkarılmış ve 3 Ekimde Mudanya Mütarekesi görüşmeleri başlamıştır. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan çatışması sona ermekle kalmamış, aynı zamanda İtilâf Devletleri TBMM’nin varlığını ilk birlikte hareket ederek kabul etmek zorunda kalmışlardır. Mudanya Mütarekesi sonrasında ise barış antlaşması için yoğun bir tartışma ve görüş alışverişi dönemi başlamıştır.
 
Üst Alt