İnsanı Aldanmaya Götüren Sebepler ?
Hz. Adem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir.
Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalalet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.
İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve heva da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.
Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.
Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.
Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:
1. YüZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET
İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kainata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.
çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbani ve İlahi hakikatlere karşı laubali kalmak ve lakayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu alemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Mesela, bu kainatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temaşa edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.
Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.
Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.
Ve sonuç olarak, bu alemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kadir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alim'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakim'den geldiğini kavrayamaz.
Binbir ismin tecelligahı olan bu muhteşem kainata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlahi hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.
2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DüŞüNMEMEK
Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.
Cenab-ı Hak, insanı bu kainat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona alemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile batılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar alemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temaşa edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.
Hak Teala, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavi kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.
İnsan kendisine verilen bu ulvi cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O'nun bir mahluku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah'ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.
3. DüNYANIN FANİ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK
Cenab-ı Hak, bu dünyayı kudsi sıfatlarına ve esma-i hüsnasına bir tecelligah kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedi hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlahi sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.
Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fani ve aldatıcı yüzüne aşık olurlar. Ebedi hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızası yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevi makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dava haline getirirler. Uhrevi ve manevi mes'elelere önce lakayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlahi ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten aciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.
4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MüSTAĞNİ KALMAK
önemli bir aldanma sebebi de insanın İlahi ve Rabbani hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azimüşşan'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zat-ı Akdes'in bu kainatı niçin yarattığı, insanları bu aleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu alemden sonra nasıl bir aleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.
Allahü Teala bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irade etmiştir. Ta ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselam) eliyle terbiye edilsin ve kemale ersinler.
Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlahi ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri batıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.
Ulvi bir hayata aday, ebedi bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kafi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevi ve uhrevi saadete erişmesi ancak peygamberlere tabi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenab-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Ta ki, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.
Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenab-ı Hakk'n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tabi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve batıl inançlardan kurtarmışlardır. O nurani zatlar, Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarına en mükemmel ayna olmuşlar, O'nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedi saadete teşvik etmiş, İlahi azaptan sakındırmışlardır.
Kainatta tecelli eden İlahi isimleri onlara okutturmuşlar ve alemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kainatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlahi azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.
Allahü Teala, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvi bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zatları insanlık alemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'anı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vakıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edib (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlakın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemalat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.
Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibend, Rufai ve Şazeli gibi kamil mürşidler, Kur'an-ı Azimüşşan'm en ince sırlarına vakıf olan Fahreddin-i Razi, Taftazani ve Seyyid-i Cürcani gibi allameler; Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Şems-i Tebrizi gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.
Asrımızda küfür ve inkarın toplumun manevi bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.
Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvi esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefi doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.
5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK
İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhi bunalımların, fikri ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevi ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvi hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevi boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.
Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayali slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayali reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyatı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kainat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin katipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kainat kitabını katipsiz telakki ederler.
Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalalete düşerler.
İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insani meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kainatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkar ile izah edilemez.
Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:
"Bu kainatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kainatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"
İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, ahirette saadet ve selamete kavuşur.
Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Mesela, Selimiye Camii'nin mimarını inkar etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel planı, harika estetiği, san'atkarane yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkar etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.
Aynen bu misal gibi, şu muhteşem kainat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkar etmek, bu misalden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.
6. ALLAHü AZİMüŞŞANI MAHLUKATINA KIYAS ETMEK
İnsanları dalalete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah'ın zatına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenab-ı Hak, vacib-ül vücuddur, ezeli ve ebedidir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemaldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekan ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı aciz, zelil, fani mahlukatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.
Malumdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lazımdır. Mesela, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahluk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vacib, mümkin ile; Halık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!
7. ALLAH'IN KUDSİ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK
Her insan, aklıyla Allahü Teala'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Halık'sız, Malik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hakim'siz, Sani'siz olamazlar." diyebilir. Ancak, akıl Cenab-ı Hakk'ın Zatını anlamaktan acizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.
Malumdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kainatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.
"Eser, ustasını idrak edemez" hakikatınca, akıl da Halık'ının hakikatini kavrayamaz. çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.
Bir insan, değil Allah'ın zatını, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. çünkü, bunlar cismani olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.
Mesela, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkar da edemez.
Kendi mahiyetini bilmekten aciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah'ın Zatını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.
Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezeli ve ebedidir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezeli ve ebedi olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yani Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrakten aciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.
Akıl, Allahü Teala'yı "varlığı vacib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.
O halde, Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyeti ne idrak edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahluktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.
Hakikat bu iken, insanın Allahü Teala'yı zatiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.
Evet, aklın vazifesi, Cenab-ı Hakk'ın kainatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hakimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.
Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan birçok ayetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.
İnsan için Allah'ın kudsi mahiyetini idrak etmek şu cihetle de imkansızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misali yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin.
Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz alemleri yoktan var eden bir Vacibü'l-Vücud'un kudsi mahiyetini kavrayamaz.
8. BüTüN VARLIK ALEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK
Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkar etmeleridir. Halbuki, varlık alemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.
Malumdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddi varlıkları görür. Dili ile, tatlar alemini, kulağıyla sesler alemini, burnuyla kokular alemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.
Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam." diyerek bütün varlık alemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu alemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.
"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir alemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Mesela göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan aciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.
Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrak olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkar durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kainatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkarını "göremiyorum" diye inkara kalkışması büyük bir cehalettir.
Böyle bir insan, bu kainatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?
Cenab-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Mesela, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay alemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyasıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkar etmek de büyük bir cehalet olur.
Allahü Azimüşşan'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan" görünmemesine bu misalin ışığında bir derece bakılabilir.
Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür."
9. İNSANIN FITRİ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ
Cenab-ı Hak, bu kainatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu aleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kainatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zaruridir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.
İbadet, Cenab-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvani arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlak ve güzel seciye sahibi kılar.
İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvani hislerinin mahkumu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkara doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.
Bilindiği gibi, amirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misal gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenab-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar. Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, uluhiyet, ahiret, kader, haşir gibi imani mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selamete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.
10. DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MüRACAAT EDİLMEMESİ
Günümüz insanı ilmi ve fenni sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malumdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.
Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imani, Kur'ani ve dini hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dini konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.
Hz. Adem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir.
Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalalet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.
İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve heva da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.
Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.
Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.
Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:
1. YüZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET
İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kainata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.
çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbani ve İlahi hakikatlere karşı laubali kalmak ve lakayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu alemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Mesela, bu kainatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temaşa edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.
Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.
Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.
Ve sonuç olarak, bu alemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kadir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alim'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakim'den geldiğini kavrayamaz.
Binbir ismin tecelligahı olan bu muhteşem kainata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlahi hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.
2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DüŞüNMEMEK
Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.
Cenab-ı Hak, insanı bu kainat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona alemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile batılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar alemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temaşa edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.
Hak Teala, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavi kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.
İnsan kendisine verilen bu ulvi cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O'nun bir mahluku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah'ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.
3. DüNYANIN FANİ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK
Cenab-ı Hak, bu dünyayı kudsi sıfatlarına ve esma-i hüsnasına bir tecelligah kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedi hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlahi sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.
Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fani ve aldatıcı yüzüne aşık olurlar. Ebedi hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızası yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevi makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dava haline getirirler. Uhrevi ve manevi mes'elelere önce lakayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlahi ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten aciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.
4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MüSTAĞNİ KALMAK
önemli bir aldanma sebebi de insanın İlahi ve Rabbani hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azimüşşan'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zat-ı Akdes'in bu kainatı niçin yarattığı, insanları bu aleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu alemden sonra nasıl bir aleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.
Allahü Teala bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irade etmiştir. Ta ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselam) eliyle terbiye edilsin ve kemale ersinler.
Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlahi ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri batıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.
Ulvi bir hayata aday, ebedi bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kafi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevi ve uhrevi saadete erişmesi ancak peygamberlere tabi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenab-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Ta ki, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.
Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenab-ı Hakk'n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tabi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve batıl inançlardan kurtarmışlardır. O nurani zatlar, Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarına en mükemmel ayna olmuşlar, O'nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedi saadete teşvik etmiş, İlahi azaptan sakındırmışlardır.
Kainatta tecelli eden İlahi isimleri onlara okutturmuşlar ve alemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kainatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlahi azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.
Allahü Teala, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvi bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zatları insanlık alemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'anı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vakıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edib (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlakın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemalat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.
Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibend, Rufai ve Şazeli gibi kamil mürşidler, Kur'an-ı Azimüşşan'm en ince sırlarına vakıf olan Fahreddin-i Razi, Taftazani ve Seyyid-i Cürcani gibi allameler; Muhyiddin-i Arabi, Mevlana, Şems-i Tebrizi gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.
Asrımızda küfür ve inkarın toplumun manevi bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.
Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvi esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefi doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.
5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK
İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhi bunalımların, fikri ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevi ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvi hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevi boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.
Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayali slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayali reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyatı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kainat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin katipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kainat kitabını katipsiz telakki ederler.
Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalalete düşerler.
İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insani meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kainatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkar ile izah edilemez.
Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:
"Bu kainatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kainatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"
İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, ahirette saadet ve selamete kavuşur.
Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Mesela, Selimiye Camii'nin mimarını inkar etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel planı, harika estetiği, san'atkarane yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkar etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.
Aynen bu misal gibi, şu muhteşem kainat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkar etmek, bu misalden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.
6. ALLAHü AZİMüŞŞANI MAHLUKATINA KIYAS ETMEK
İnsanları dalalete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah'ın zatına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenab-ı Hak, vacib-ül vücuddur, ezeli ve ebedidir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemaldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekan ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı aciz, zelil, fani mahlukatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.
Malumdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lazımdır. Mesela, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahluk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vacib, mümkin ile; Halık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!
7. ALLAH'IN KUDSİ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK
Her insan, aklıyla Allahü Teala'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Halık'sız, Malik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hakim'siz, Sani'siz olamazlar." diyebilir. Ancak, akıl Cenab-ı Hakk'ın Zatını anlamaktan acizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.
Malumdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kainatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.
"Eser, ustasını idrak edemez" hakikatınca, akıl da Halık'ının hakikatini kavrayamaz. çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.
Bir insan, değil Allah'ın zatını, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. çünkü, bunlar cismani olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.
Mesela, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkar da edemez.
Kendi mahiyetini bilmekten aciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah'ın Zatını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.
Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezeli ve ebedidir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezeli ve ebedi olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yani Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyetini idrakten aciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.
Akıl, Allahü Teala'yı "varlığı vacib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.
O halde, Cenab-ı Hakk'ın kudsi mahiyeti ne idrak edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahluktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.
Hakikat bu iken, insanın Allahü Teala'yı zatiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.
Evet, aklın vazifesi, Cenab-ı Hakk'ın kainatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hakimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.
Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan birçok ayetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.
İnsan için Allah'ın kudsi mahiyetini idrak etmek şu cihetle de imkansızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misali yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin.
Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz alemleri yoktan var eden bir Vacibü'l-Vücud'un kudsi mahiyetini kavrayamaz.
8. BüTüN VARLIK ALEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK
Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkar etmeleridir. Halbuki, varlık alemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.
Malumdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddi varlıkları görür. Dili ile, tatlar alemini, kulağıyla sesler alemini, burnuyla kokular alemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.
Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam." diyerek bütün varlık alemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu alemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.
"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir alemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Mesela göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan aciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.
Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrak olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkar durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kainatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkarını "göremiyorum" diye inkara kalkışması büyük bir cehalettir.
Böyle bir insan, bu kainatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?
Cenab-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Mesela, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay alemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyasıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkar etmek de büyük bir cehalet olur.
Allahü Azimüşşan'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan" görünmemesine bu misalin ışığında bir derece bakılabilir.
Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür."
9. İNSANIN FITRİ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ
Cenab-ı Hak, bu kainatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu aleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kainatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zaruridir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.
İbadet, Cenab-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvani arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlak ve güzel seciye sahibi kılar.
İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvani hislerinin mahkumu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkara doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.
Bilindiği gibi, amirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misal gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenab-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar. Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, uluhiyet, ahiret, kader, haşir gibi imani mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selamete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.
10. DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MüRACAAT EDİLMEMESİ
Günümüz insanı ilmi ve fenni sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malumdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.
Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imani, Kur'ani ve dini hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dini konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.