Geleceğe dair umutlanmaya korktuğunuz anlar yaşıyor musunuz hiç ya da sevildiğinize, değer gördüğünüze bir türlü inanamadığınız anlar?
Size hayalini kurduğunuz şeyleri vaat eden insanlara hep şüpheyle mi bakarsınız mesela?
Hayalleriniz parmaklarınızın ucuna kadar geldiğinde dokunup da gerçek olmadıklarını fark etmekten korktuğunuz oldu mu hiç?
Bir şeylerin bizim için iyi gittiğine inanamamak her ne kadar kulağa anlamsız gelse de aslında birçoğumuzun deneyimlediği bir durum. Zihnimizi kötü senaryolara hazırlamak ve bu senaryoların birer birer gerçekleştiğini görmek, ardından yaşadığımız hayata, bu “saçma düzene”, “kaderimize” veryansın etmek,dışarıdan müthiş bir çaresizlik ve tükenmişlik görüntüsü yaşatsa da, birçoğumuz bu çaresizlikten vazgeçmeye pek de gönüllü değiliz.
İş dünyasında bu durum, huzursuz olduğumuz bir iş ortamında çalışıyorken her mesai bitiminde şikayetçi olmak, yakınmak ancak bize sunulan her bir öneriyi şiddetle reddederek iş ortamımızı iyileştirebilecek hiçbir adım atmamak veya bir türlü yeni bir iş arayışına girmemek şeklinde kendisini gösterebilir.
Çünkü bize göre içinde bulunduğumuz konumu değiştirebilecek hiçbir çözüm yolu yoktur, dolayısıyla da çabalamak anlamsızdır, boş yere heveslenmemeliyizdir. Aklımızda artık ezberlemiş olduğumuz cümleler uçuşmaya başlar:
“Başka bir işe geçsem de fark etmez, bu insanlar her yerde var.”
“Konuşmaya çalışsam da değişen hiçbir şey olmaz.”
“Kendime uygun bir işi asla bulamayacağım, zaten ne istediğimi ben de bilmiyorum ki.”
“Dışarıdan her şey çok kolay görünüyor ama sandıkları kadar kolay değil, bir şeylerin düzeleceğini bilsem, ben de biliyorum zaten ne yapmam gerektiğini.”
Bu cümlelerin hepsinde bir sonuca atlama, bir çeşit kehanette bulunma söz konusu.
Sürekli olarak biz ne yaparsak yapalım işlerin bizim istediğimiz şekilde gitmeyeceğine dair bir “bilgimiz” var.Bu bilginin nereden geldiği sorusuna ise çoğunlukla mantıklı bir cevabımız olamıyor ve “her zaman böyle değil miydi?” tarzı genellemeler yaparak üstünü kapatıyoruz.
Kendimizi hapsettiğimiz kafesin anahtarı bir yerlerden çıkacak korkusuyla bu çaresizliğimizin gerçekçiliği sorgulandığı anda, bütün o sorulardan koşarak uzaklaşmaya çabalıyoruz.
Öyle ki bize öneri sunanlara karşı müthiş bir öfke de çıkarabiliyoruz. Bize bir hakaret edilmişçesine köpürüyoruz, “o işler öyle senin bildiğin gibi değil işte” söylemleriyle bize çözüm yolu sunan arkadaşla iletişim kanalımızı anında kesiyoruz.
Öfkelendiğimiz şey, sahiden de bize öneri sunan insanların bizi anlamıyor, bize haksızlık ediyor olmaları mı peki?
Sanki biraz durup düşününce bunun altından daha başka şeyler çıkacak gibi.
Mesela yakalanma korkusu. Yakınma döngümüzün haklılığından birilerinin şüphe etmesi, o döngüyü sarsar. Durumu düzeltmek adına bir şey yapmıyorken, bizi rahatlatan tek şey o konuyla ilgili yakınıp, bu yakınmalara anlayış görmektir.Birileri bize "ne kadar da haklı olduğumuzu" söylediği sürece kendimizi harekete geçmeme konusunda özgür hissederiz çünkü çaresizliğimiz onaylanmış, tescillenmiştir. Ancak biri çıkıp da kurduğumuz senaryoda oynamaya alıştığımız çaresiz rolünde bir açık bulduğunda, dengemizi bozar, bizi rahatsız eder.
Belki de bizi öfkelendiren, içten içe nelerin üzerinde kontrolümüzün olduğunu bilmemiz ancak bu kontrolü sağlamaya bir türlü cesaret edemeyişimizdir. Hayatımız üzerindeki boşvermişliğimize öfkeleniyoruz belki de.
Çocukluktan bu yana birilerinin bizim için işleri kolaylaştırmasına alışmış olabiliriz.
Ya da belki sürekli olarak bir şeylerden yakınan, hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğine dair söylemlerde bulunan ebeveynlerimiz vardı ve biz de olaylara hep karamsar gözle bakmayı belki de iyimserliği bir çeşit "aptallık" olarak görmeyi öğrendik.
Peki, iyimser bir bakışla, bir çözüm yolu olabileceğini kabullendiğimiz anda ne olacağını düşünüyoruz?
Çabalarımız sonucunda başarısızlığa uğrayıp hayal kırıklığı yaşamaktansa, alışılmışın güvenli alanında kalmayı tercih ediyor olabiliriz.
Evet, bu alıştığımız şey eğer ki çaresizlikse, çaresiz kalmak bir güvenli alan haline dönüşmüş olabilir.
Çünkü bir "çare"nin olduğu zamanda ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bilemeyiz. Biz yakınmaya ve yakınmak için sunduğumuz gerekçelerin başkaları tarafından da haklı görülmesine, onlar tarafından anlayış görmeye alışmışızdır.
Çarenin olduğunu kabul etmek demek, hareket etme zorunluluğu doğurur, bunun devamında da hayal kırıklığı yaşamayı göze almayı.
Bir diğer sebep, en kötü senaryo içerisinde kendimizi güvende hissetme çabasıdır. Eğer ki bir çarenin olduğuna, işlerin tam da bizim istediğimiz şekilde gideceğine inanırsak, bunun aksi bir senaryo çıktığında karşımıza hazırlıksız yakalanmaktan korkarız.
O yüzden olası en kötü senaryo içerisinde neler yapabileceğimizi, hayatımıza hangi şartlar altında devam edebileceğimizi tekrar tekrar düşünmek bizi rahatlatır.
En kötü senaryoda bile bir şekilde hayatta kalabileceğimizi görmek bize güven verir.
Ama tabi ki bunun da olası bir takım olumsuz sonuçları var.
Olumlu ihtimalleri görememe, olumluya yönelik hareket edememe, çabalamaktan kaçınma ve dolayısıyla senaryomuzu daha iyimser bir hale getirebilecek fırsatları kaçırma.
Aslında tam da o en başında bahsettiğimiz, hiçbir şeyin değişmeyeceği, düzelmeyeceğine dair kehanetlerin gerçekleşmesi için uygun ortamı biz hazırlıyor gibiyiz.
Hayatta elbette bizim kontrolümüz dışında gelişen durumlar olmuştur ve olacaktır. Bütün bu söylediklerim, her türlü olumsuzluğun önünü kapama ve hayatımız üzerinde tam bir kontrol sağlama çabası olarak algılanmamalı.
Zaten bütün o karamsarlığımızla yapmaya çalıştığımız şey, tam da bu: Hayatımızda mutlak bir kontrol sağlamak.
Bizi her geçen gün daha da güvensiz bir hale getiren, karamsarlığımıza daha fazla sarılmamıza yol açan şey de bu zaten: Sağlanması pek de mümkün olmayan mutlak kontrol çabamızın bir yerlerden sürekli patlak vermesi.
Bahsettiğim şey, yakınmalarımızın arkasında aslında neye ihtiyacımızın olduğunu iyi dinleyebilmek ve günün sonunda karşılaşacağımız sonucun ne olacağını bilmeden, belirsizliğe tahammül ederek olumluya doğru, yaşamak istediğimiz hayata doğru çabalamaya devam etmek.
Size hayalini kurduğunuz şeyleri vaat eden insanlara hep şüpheyle mi bakarsınız mesela?
Hayalleriniz parmaklarınızın ucuna kadar geldiğinde dokunup da gerçek olmadıklarını fark etmekten korktuğunuz oldu mu hiç?
Bir şeylerin bizim için iyi gittiğine inanamamak her ne kadar kulağa anlamsız gelse de aslında birçoğumuzun deneyimlediği bir durum. Zihnimizi kötü senaryolara hazırlamak ve bu senaryoların birer birer gerçekleştiğini görmek, ardından yaşadığımız hayata, bu “saçma düzene”, “kaderimize” veryansın etmek,dışarıdan müthiş bir çaresizlik ve tükenmişlik görüntüsü yaşatsa da, birçoğumuz bu çaresizlikten vazgeçmeye pek de gönüllü değiliz.
İş dünyasında bu durum, huzursuz olduğumuz bir iş ortamında çalışıyorken her mesai bitiminde şikayetçi olmak, yakınmak ancak bize sunulan her bir öneriyi şiddetle reddederek iş ortamımızı iyileştirebilecek hiçbir adım atmamak veya bir türlü yeni bir iş arayışına girmemek şeklinde kendisini gösterebilir.
Çünkü bize göre içinde bulunduğumuz konumu değiştirebilecek hiçbir çözüm yolu yoktur, dolayısıyla da çabalamak anlamsızdır, boş yere heveslenmemeliyizdir. Aklımızda artık ezberlemiş olduğumuz cümleler uçuşmaya başlar:
“Başka bir işe geçsem de fark etmez, bu insanlar her yerde var.”
“Konuşmaya çalışsam da değişen hiçbir şey olmaz.”
“Kendime uygun bir işi asla bulamayacağım, zaten ne istediğimi ben de bilmiyorum ki.”
“Dışarıdan her şey çok kolay görünüyor ama sandıkları kadar kolay değil, bir şeylerin düzeleceğini bilsem, ben de biliyorum zaten ne yapmam gerektiğini.”
Bu cümlelerin hepsinde bir sonuca atlama, bir çeşit kehanette bulunma söz konusu.
Sürekli olarak biz ne yaparsak yapalım işlerin bizim istediğimiz şekilde gitmeyeceğine dair bir “bilgimiz” var.Bu bilginin nereden geldiği sorusuna ise çoğunlukla mantıklı bir cevabımız olamıyor ve “her zaman böyle değil miydi?” tarzı genellemeler yaparak üstünü kapatıyoruz.
Kendimizi hapsettiğimiz kafesin anahtarı bir yerlerden çıkacak korkusuyla bu çaresizliğimizin gerçekçiliği sorgulandığı anda, bütün o sorulardan koşarak uzaklaşmaya çabalıyoruz.
Öyle ki bize öneri sunanlara karşı müthiş bir öfke de çıkarabiliyoruz. Bize bir hakaret edilmişçesine köpürüyoruz, “o işler öyle senin bildiğin gibi değil işte” söylemleriyle bize çözüm yolu sunan arkadaşla iletişim kanalımızı anında kesiyoruz.
Öfkelendiğimiz şey, sahiden de bize öneri sunan insanların bizi anlamıyor, bize haksızlık ediyor olmaları mı peki?
Sanki biraz durup düşününce bunun altından daha başka şeyler çıkacak gibi.
Mesela yakalanma korkusu. Yakınma döngümüzün haklılığından birilerinin şüphe etmesi, o döngüyü sarsar. Durumu düzeltmek adına bir şey yapmıyorken, bizi rahatlatan tek şey o konuyla ilgili yakınıp, bu yakınmalara anlayış görmektir.Birileri bize "ne kadar da haklı olduğumuzu" söylediği sürece kendimizi harekete geçmeme konusunda özgür hissederiz çünkü çaresizliğimiz onaylanmış, tescillenmiştir. Ancak biri çıkıp da kurduğumuz senaryoda oynamaya alıştığımız çaresiz rolünde bir açık bulduğunda, dengemizi bozar, bizi rahatsız eder.
Belki de bizi öfkelendiren, içten içe nelerin üzerinde kontrolümüzün olduğunu bilmemiz ancak bu kontrolü sağlamaya bir türlü cesaret edemeyişimizdir. Hayatımız üzerindeki boşvermişliğimize öfkeleniyoruz belki de.
Çocukluktan bu yana birilerinin bizim için işleri kolaylaştırmasına alışmış olabiliriz.
Ya da belki sürekli olarak bir şeylerden yakınan, hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğine dair söylemlerde bulunan ebeveynlerimiz vardı ve biz de olaylara hep karamsar gözle bakmayı belki de iyimserliği bir çeşit "aptallık" olarak görmeyi öğrendik.
Peki, iyimser bir bakışla, bir çözüm yolu olabileceğini kabullendiğimiz anda ne olacağını düşünüyoruz?
Çabalarımız sonucunda başarısızlığa uğrayıp hayal kırıklığı yaşamaktansa, alışılmışın güvenli alanında kalmayı tercih ediyor olabiliriz.
Evet, bu alıştığımız şey eğer ki çaresizlikse, çaresiz kalmak bir güvenli alan haline dönüşmüş olabilir.
Çünkü bir "çare"nin olduğu zamanda ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bilemeyiz. Biz yakınmaya ve yakınmak için sunduğumuz gerekçelerin başkaları tarafından da haklı görülmesine, onlar tarafından anlayış görmeye alışmışızdır.
Çarenin olduğunu kabul etmek demek, hareket etme zorunluluğu doğurur, bunun devamında da hayal kırıklığı yaşamayı göze almayı.
Bir diğer sebep, en kötü senaryo içerisinde kendimizi güvende hissetme çabasıdır. Eğer ki bir çarenin olduğuna, işlerin tam da bizim istediğimiz şekilde gideceğine inanırsak, bunun aksi bir senaryo çıktığında karşımıza hazırlıksız yakalanmaktan korkarız.
O yüzden olası en kötü senaryo içerisinde neler yapabileceğimizi, hayatımıza hangi şartlar altında devam edebileceğimizi tekrar tekrar düşünmek bizi rahatlatır.
En kötü senaryoda bile bir şekilde hayatta kalabileceğimizi görmek bize güven verir.
Ama tabi ki bunun da olası bir takım olumsuz sonuçları var.
Olumlu ihtimalleri görememe, olumluya yönelik hareket edememe, çabalamaktan kaçınma ve dolayısıyla senaryomuzu daha iyimser bir hale getirebilecek fırsatları kaçırma.
Aslında tam da o en başında bahsettiğimiz, hiçbir şeyin değişmeyeceği, düzelmeyeceğine dair kehanetlerin gerçekleşmesi için uygun ortamı biz hazırlıyor gibiyiz.
Hayatta elbette bizim kontrolümüz dışında gelişen durumlar olmuştur ve olacaktır. Bütün bu söylediklerim, her türlü olumsuzluğun önünü kapama ve hayatımız üzerinde tam bir kontrol sağlama çabası olarak algılanmamalı.
Zaten bütün o karamsarlığımızla yapmaya çalıştığımız şey, tam da bu: Hayatımızda mutlak bir kontrol sağlamak.
Bizi her geçen gün daha da güvensiz bir hale getiren, karamsarlığımıza daha fazla sarılmamıza yol açan şey de bu zaten: Sağlanması pek de mümkün olmayan mutlak kontrol çabamızın bir yerlerden sürekli patlak vermesi.
Bahsettiğim şey, yakınmalarımızın arkasında aslında neye ihtiyacımızın olduğunu iyi dinleyebilmek ve günün sonunda karşılaşacağımız sonucun ne olacağını bilmeden, belirsizliğe tahammül ederek olumluya doğru, yaşamak istediğimiz hayata doğru çabalamaya devam etmek.