zeberus1234
Yeni Üye
Tâbiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk'a dâvet eden onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "silsile-i âliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekir'in oğludur. Annesi Sevde, Yezdücerd'in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin ile teyze çocuklarıdır.
Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânında 640 (H.19) senesinde doğdu. Başka târihlerde doğduğunu bildiren rivâyetler de vardır. Babası Mısır'da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı hazret-i Âişe'nin yanında büyüdü.
Kâsım bin Muhammed, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın torunudur. Eshâb-ı kirâmdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenip başta halası hazret-i Âişe, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbilerden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Kendisinden de, Tâbiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahman, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa'bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ binSaîd ve Sa'd bin Saîd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa'd bin İbrâhim, Abdullah bin Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Verâ ve takvâda (Allahü teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu.
Dedesi hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimizden ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Resûlullah'taki bütün üstünlükler, ilimler ve feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur. Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağıydı. Resûlullah'ın peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini, yâni Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit mârifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı. Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek mârifetlerinin hepsini, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da Resûlullah'tan aldığı bu feyizleri, Eshâb-ı kirâmdanSelmân-ı Fârisî'nin kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve onu besleyen bu mârifetlere, Muhammed bin Kâsım da, Selmân-ı Fârisî'nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan İmâm-ı Câfer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı.
Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseğiydi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Çok hadîs-i şerîf nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülazîz'in; "Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım'ı seçerdim." dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halîfeliği zamanında Kâsım bin Muhammed'i, halası hazret-i Âişe'ye âit ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir.
Hattâ Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine Medîne vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazne'ye mektup yazarak şöyle demiştir: "Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini,Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî'nin ve Kâsım bin Muhammed'in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum."
Amre ve Kâsım bin Muhammed'in her ikisi de hazret-i Âişe'nin talebesi olup, onun Resûlullah'tan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilenlerdi.
Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîflerin hem mânâsına ve hem de lafızlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi.Halbuki Tâbiînden bâzı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri mânâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tâbiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde ittifak etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne'de yetişen ve kendilerine "fukahâ-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî meselelerde fetvâ vermenin mesûliyetini en iyi şekilde idrak edenlerdendi.
Abdurrahmân bin Ebû Zenâd, onun hakkında: "Peygamberimizin sünnetini Kâsım bin Muhammed'den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ öyleydi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı." diyor. Kendisinden bilmediği bir mesele sorulunca; "Anlamıyorum, bilmiyorum!" derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da: "Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şâyet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl olmaz." derdi.
Dînî meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resûlullah'ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb imâmlarından Mâlik bin Enes de onun hakkında: "Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerindendi." buyurmuştu.
Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllüydü. Bir gün köylünün birisi ona gelip; "Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?" diye sordu. Ona cevap olarak: "Burası Sâlim'in evidir." deyip başka hiçbir şey konuşmadı. Muhammed bin İshak bunun hakkında: "O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi." derdi. Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok âlimdi.
Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin eshâbından birisinin gözleri görmeyip, âmâ oldu. Sonra onu ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi: "Ben, Peygamber efendimizi görmek için gözlerimin görmesini istiyordum. Fakat şimdi Resûlullah efendimiz âhirete irtihâl etti. Allah'a yemîn ederim! Eğer Yemen'deki Tübâle beldesinin geyiklerinden birinin gözleri bende olsa artık buna sevinmem."
Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: "Bir gün halam hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona; "Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç!" dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saâdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi.Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddîk'ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübârek sırtı hizâsında, hazret-i Ömer'in başı da Resûlullah efendimizin ayağı hizâsındaydı."
Kasım bin Muhammed, Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde 725 (H.106) senesinde vefât etti. Vefâtından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna; "Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin." dedi. O sırada üzerinde gömlek, peştemal ve cübbe vardı. Oğlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda, "Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var." buyurdu.
Buyurdu ki: "Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nîmetleri de tezellül, alçak gönüllülük ederek karşılamayı severlerdi."
1) Vefeyâtü'l-A'yân; c.4, s.59
2) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s.187
3) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.183
4) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.8, s.333
5) Şezerâtü'z-Zeheb; c.1, s.135
6) El-A'lâm; c.5, s.181
7) Tezkiretü'l-Huffâz; c.1, s.96
8) Reşehât Aynü'l-Hayat; s.12 (Arapça)
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.236
10) Rehber Ansiklopedisi; c.9, s.324
11) Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1101
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.275
Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânında 640 (H.19) senesinde doğdu. Başka târihlerde doğduğunu bildiren rivâyetler de vardır. Babası Mısır'da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı hazret-i Âişe'nin yanında büyüdü.
Kâsım bin Muhammed, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın torunudur. Eshâb-ı kirâmdan birçoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenip başta halası hazret-i Âişe, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbilerden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Kendisinden de, Tâbiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahman, Sâlim bin Abdullah, İmâm-ı Şa'bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahyâ binSaîd ve Sa'd bin Saîd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa'd bin İbrâhim, Abdullah bin Avn ve daha birçoğu hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Tasavvuf ilminde mütehassıstı. Verâ ve takvâda (Allahü teâlânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada) eşi yoktu.
Dedesi hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimizden ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Resûlullah'taki bütün üstünlükler, ilimler ve feyizler onda toplanmış ve her bakımdan üstün olmuştur. Kalbe, rûha âit ilimlerin kaynağıydı. Resûlullah'ın peygamberlik vazîfelerinden biri de, Kur'ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini, yâni Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit mârifetleri, yüksek bilgileri, ümmetinin kalblerine akıtmaktı. Resûlullah efendimiz, tasavvuf ilminin bu yüksek mârifetlerinin hepsini, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ın kalbine akıttı. O, ruh ilminde de bir mütehassıs oldu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da Resûlullah'tan aldığı bu feyizleri, Eshâb-ı kirâmdanSelmân-ı Fârisî'nin kalbine akıttı. Rûhu yükselten ve onu besleyen bu mârifetlere, Muhammed bin Kâsım da, Selmân-ı Fârisî'nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Silsile-i aliyye büyüklerinin dördüncüsü olan İmâm-ı Câfer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı.
Kâsım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseğiydi. İlimde ve takvâda eşine rastlanamıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Çok hadîs-i şerîf nakletti. İlmi herkes tarafından takdir edilirdi. Ömer bin Abdülazîz'in; "Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım'ı seçerdim." dediği rivâyet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halîfeliği zamanında Kâsım bin Muhammed'i, halası hazret-i Âişe'ye âit ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivâyetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir.
Hattâ Ömer bin Abdülazîz bir keresinde, ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine Medîne vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazne'ye mektup yazarak şöyle demiştir: "Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini,Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî'nin ve Kâsım bin Muhammed'in rivâyetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum."
Amre ve Kâsım bin Muhammed'in her ikisi de hazret-i Âişe'nin talebesi olup, onun Resûlullah'tan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilenlerdi.
Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîflerin hem mânâsına ve hem de lafızlarına, harflerine dikkat ederek rivâyet ederdi.Halbuki Tâbiînden bâzı hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri mânâsı ile rivâyet etmekte bir beis görmüyorlardı. Fakat Tâbiînden muhaddislerin çoğu hadîs-i şerîflerin, Peygamberimizden işitildiği şekilde rivâyet edilmesi üzerinde ittifak etmişlerdir. Kâsım bin Muhammed, hadîs-i şerîf rivâyet ederken en ince noktalarına kadar dikkatli hareket eder, bir harfin bile değiştirilmesini uygun görmezdi.
O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne'de yetişen ve kendilerine "fukahâ-i seb'a" adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî meselelerde fetvâ vermenin mesûliyetini en iyi şekilde idrak edenlerdendi.
Abdurrahmân bin Ebû Zenâd, onun hakkında: "Peygamberimizin sünnetini Kâsım bin Muhammed'den daha iyi bilen birisini görmedim. Hattâ öyleydi ki, sünneti bilmeyeni âlim saymazdı." diyor. Kendisinden bilmediği bir mesele sorulunca; "Anlamıyorum, bilmiyorum!" derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da: "Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Şâyet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl olmaz." derdi.
Dînî meseleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetvâ verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî'ye gelir, iki rekat namaz kılar, sonra Resûlullah'ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan meselelere fetvâ verirdi. Nitekim mezheb imâmlarından Mâlik bin Enes de onun hakkında: "Kâsım, bu ümmetin, fakîhlerindendi." buyurmuştu.
Kâsım bin Muhammed, çok mütevâzi, alçak gönüllüydü. Bir gün köylünün birisi ona gelip; "Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?" diye sordu. Ona cevap olarak: "Burası Sâlim'in evidir." deyip başka hiçbir şey konuşmadı. Muhammed bin İshak bunun hakkında: "O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi." derdi. Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok âlimdi.
Kâsım bin Muhammed şöyle bildiriyor: Resûlullah efendimizin eshâbından birisinin gözleri görmeyip, âmâ oldu. Sonra onu ziyârete gittiler. Bu zât şöyle dedi: "Ben, Peygamber efendimizi görmek için gözlerimin görmesini istiyordum. Fakat şimdi Resûlullah efendimiz âhirete irtihâl etti. Allah'a yemîn ederim! Eğer Yemen'deki Tübâle beldesinin geyiklerinden birinin gözleri bende olsa artık buna sevinmem."
Kâsım bin Muhammed, şöyle bildiriyor: "Bir gün halam hazret-i Âişe'nin yanına vardım. Ona; "Ey Ana! Bana Peygamber efendimizin kabrini aç!" dedim. Bunun üzerine bana Hücre-i Saâdeti açtı. Üç kabir gördüm. Pek yüksek değillerdi. Pek yerle beraber de değillerdi.Üzerlerine kızılca Batha taşcağızları dökülmüştü Peygamber efendimizin şerefli kabri hepsinden ilerdeydi. Hazret-i Sıddîk'ın başı, Fahr-i kâinat hazretlerinin mübârek sırtı hizâsında, hazret-i Ömer'in başı da Resûlullah efendimizin ayağı hizâsındaydı."
Kasım bin Muhammed, Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde 725 (H.106) senesinde vefât etti. Vefâtından önce gözlerini kaybetti. Öleceğini anlayınca oğluna; "Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin." dedi. O sırada üzerinde gömlek, peştemal ve cübbe vardı. Oğlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda, "Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var." buyurdu.
Buyurdu ki: "Bizden önce yaşayan büyüklerimiz, başa gelen musîbetleri güzellikle karşılamayı, kendilerine verilen nîmetleri de tezellül, alçak gönüllülük ederek karşılamayı severlerdi."
1) Vefeyâtü'l-A'yân; c.4, s.59
2) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s.187
3) Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.183
4) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.8, s.333
5) Şezerâtü'z-Zeheb; c.1, s.135
6) El-A'lâm; c.5, s.181
7) Tezkiretü'l-Huffâz; c.1, s.96
8) Reşehât Aynü'l-Hayat; s.12 (Arapça)
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.236
10) Rehber Ansiklopedisi; c.9, s.324
11) Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1101
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.275