Kuşaklar Arası Travma

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
57
Yaş
36
Coin
256,936
Gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidinin yaşandığı, ağır yaralanmanın veya bedensel bütünlüğe yönelik bir tehdidin meydana geldiği ve kişinin kendisinin yaşadığı veya şahit olduğu olaylar travmatik yaşantılar olarak adlandırılır. Travmatik yaşantılar, ruhsal açıdan deprem, sel gibi doğal felaketler, savaşlar, cinsel ya da fiziksel saldırıya uğrama, işkence, cinsel taciz, çocuklukta yaşanan istismar, trafik kazaları, iş kazaları, yaşamı tehdit eden bir hastalığın tanısının konması, tehlikeli bir olaya tanık olmak gibi zorlayıcı ve kişinin başa çıkma yeteneğini olumsuz yönde etkileyen travmatik olayları kapsar.

Travmatik yaşantıların, hayatın normal akışı esnasında meydana gelen ve bireylerin başa çıkma mekanizmalarını devre dışı bırakarak onların hayata uyumlarını olumsuz yönde etkileyen yaşantılar olduğu görülmektedir. Ayrıca, sıradan talihsizliklerden farklı olarak travmatik olaylar, genellikle mağdurların yaşamına veya bütünlüğüne ilişkin tehditler içermekte ve bireyler üzerinde bedensel ve ruhsal yönden önemli ve etkili yaralanma belirtilerine yol açmaktadır.

Aynı zamanda, travma sırasında bireylerin yıkıcı bir güç tarafından çaresiz hale getirildiği de dikkat çekmektedir. Ruhsal travmanın, insanın güçsüzlüğü, zayıflığı ve çaresizliği ile yüzleşmesi durumu olduğu görülmektedir. Bu yönüyle travmatik yaşantılar, insanlara kontrol, bağ kurma ve anlam duygusu veren olağan davranış sistemini alt üst ederler. Bu bağlamda psikolojik travmanın, bireylerin yaşamlarında değişiklik yapmalarını gerekli kıldığı ve bireyler açısından yeniden uyumu gerektirdiği savunulmaktadır.

Bunların yanı sıra, yaşanılan travmanın çok şiddetli olması, uzun sürmesi ve kasti bir olay neticesinde yaşanması durumunda genellikle bireyler ilk olarak büyük bir dehşet ve yabancılaşma hissederler ve daha sonra bu duyguları depresyon ve suçluluk izler. Zamanla bu hislerin donuklaştığı, bireylerin çok derin bir disasiyasyon deneyimledikleri görülmektedir. Hatta, artık bireyler açısından yaşayıp yaşamamanın farksızlaştığı ve en sonunda bireylerin yaşayan bir ölü haline geldikleri dikkat çekmektedir.




Diğer yandan, travmanın bir diğer yıkıcı etkisi de yaşanılanların sadece mağduru değil; aynı zamanda gelecek nesilleri de etkileyerek hapsetmesidir. Bu bağlamda, bireylerin çocukluk dönemleri içerisinde kronik bir şekilde gerçekleşen travmatik yaşantılarının onları dissosiye ettiği ve gelecekte bir kısır döngü şeklinde büyük oranda travmanın kuşaklararası aktarımına neden olduğu savunulmaktadır.

Kuşaklararası travma geçişi ile düzenlenen çalışmalarda, travmanın yalnızca travmatik olaya maruz kalan kişi ya da çevreyle sınırlı kalmadığı, kendisinden sonraki kuşakları da etkilediği görülmektedir. Hayatının bir döneminde savaş ve soykırım gibi ciddi travmatik deneyimler yaşamış olan ve bu travmatik deneyimler neticesinde hayatta kalabilen çocuk ve yetişkinlerin bu sürece tanıklıkları “ikincil-vekaleten travma” olarak nitelendirilmektedir ve ikincil travma mağdurlarında travma sonrası stres bozukluğu, depresyon ve dissosiyatif bozukluklar başta olmak üzere pek çok ruhsal sorun ve hastalıklar oluşabilmektedir. İkincil travmayı deneyimleyen bireylerin de bu deneyimin izlerini ve etkilerini yakın ilişkide olduğu aile üyelerine aktarabildiği gözlemlenmektedir. Bu aktarımın zaman içerisinde birincil travmayı doğrudan ya da dolaylı olarak deneyimleyen nesilden daha sonraki nesillere kadar uzanabildiğine dair görüşler çerçevesinde nesiller arası travma geçişi olarak tanımlanan fenomen ortaya çıkmıştır. Carl Gustav Jung, travmanın kuşaklararası aktarımı ile ilgili kolektif bilinçdışı kavramını formüle etmiş ve insanoğlunun; sembollerle, duygulanımsal durumlarla ve insanların davranış tipleriyle nesilden nesile aktarılan bir kolektif bilgiye sahip olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda, travmatik ruhsal sorunların sadece o kişiye has olmadığı, nesiller boyu etki oluşturan bir fenomen olarak ele alınması gerektiği görülmektedir.

Bunlara ek olarak, kuşaklararası travma aktarımında aile ve ailenin yapısı büyük önem taşımaktadır. Aile yapılarına psikopatoloji açısından bakıldığında üç tür aile modeli olduğu dikkat çekmektedir. Bunlar; normal aile, görünürde normal aile (disfonksiyel aile) ve patolojik aile modelidir. Normal aile modelinde, ebeveynler psikiyatrik bir tanı almamış kişilerdir. Görünürde normal ailede, tanı alan bir çocuk ve genellikle tanı alamayan ancak eşik altı tanı kriterleriyle seyreden ebeveynler mevcuttur. Patolojik ailede ise, aile üyelerinin neredeyse hepsi en az bir psikiyatrik tanı alan bireylerden oluşmaktadır.

Travmatik kişilerle kurulan patolojik ilişki, kişide travmatik etkiler yaratır. Kuşaklararası travmanın aktarımında patolojinin, kurbana ve kurban dışındaki aile bireylerinin tümüne geçtiği göze çarpmaktadır. İstismarcı-kurban ilişkisinde herkesin hem mağdur hem de kurban rolünde olabilmesi travmanın kuşaklararası aktarımını açıklayan önemli bir örnektir.

Klinik gözlemler ve deneysel çalışmalar, travmatik yaşantıların sadece travmaya maruz kalan kişileri etkilemediğini, bu kişilerin hayatlarındaki önemli kişileri de etkilediğini göstermektedir. Travmanın kuşaklararası aktarılması teorisi, bir aile üyesinin deneyimlediği travmatik yaşantıların etkilerinin daha genç olan diğer aile üyesinde de görülebildiğini savunmaktadır. Bu etkinin ortaya çıkması için genç aile üyesinin travmaya doğrudan maruz kalmasına gerek olmadığı, hatta, bu kişinin travmatik yaşantı bittikten sonra bile doğmuş olabileceği dikkat çekmektedir.

Ayrıca, psikotarih açısından çocuk yetiştirme stilleri, çocukluk çağı travmalarının oluşmasında önemli bir role sahiptir. Çocukluk çağı travmalarına maruz kalmak, ebeveynin veya bakım verenin çocuk yetiştirme stillerini de etkilemektedir. Çocuk yetiştirme stillerinin kuşaktan kuşağa aktarılması neticesinde çocukluk çağı travmalarının, aileler tarafından uygulandığı ve öncelikle anneden kıza geçtiği gözlemlenmektedir. Ebeveynler, kendi çocukluk çağı travmalarını yeniden işleyip, kendi çocuklarına nesilden nesile biraz daha iyi bir şekilde yaklaşma yeteneğine sahip olabilirler. Bakım verenler ve ebeveynler, özellikle anne, çocuğunu destekleyici şekilde pozitif çocuk yetiştirme stilleri ile yetiştirirse ve bu çocuk yetiştirme stilleri toplum tarafından destek görürse tarihsel kişiliklerde değişimler gerçekleşebilir. Eğer kız çocukları negatif çocuk yetiştirme stilleri ile yetiştirilir ve kötü muameleye maruz kalırlarsa, anne olduklarında kendi travmalarını yeniden işleyemezler ve kuşaklararası bir geçişle bu süreci çocuklarına yansıtırlar. Bir toplumda çocuk yetiştirme tarzının gelişmemesi de, o toplumun ekonomi, kültür, sanat, sosyal yaşam bakımından duraksamasına veya çökmesine yol açabilir.

Travma alanında düzenlenen çalışmalar incelendiğinde, yanlış çocuk yetiştirme tarzlarının da bireyin ruh sağlığı üzerinde travmatik yaşantılar kadar önemli ve olumsuz etkilerinin olduğu göze çarpmaktadır. Yetişen her kuşağın kendi çocuklarına çocukluk çağı travmalarını yaşatmaları, bu çocukların toplumda sorunlu bireyler olarak yetişmesine ve sonraki kuşaklara bu travmayı aktarmalarına yol açacaktır denilebilir. Bu bağlamda, çocuk yetiştirme stillerindeki önemli değişikliklerin, toplumdaki sosyal ve siyasi değişimi sağlayacağı söylenebilir. Gelişmiş, entegre edici ve çocuğun ruh sağlığına önem veren çocuk yetiştirme tarzlarına sahip olan toplumların, daha donanımlı bir yeni nesil yetiştirerek kuşaklararası süreçte bilginin, insanın ve insan olmanın değerinin bilinmesi ve her türlü kriz ortamında çözüm odaklı tekniklerin doğru bir şekilde uygulanması üzerinde oldukça etkili olduğu aşikardır.
 
Üst Alt