LALELER VE LALENİN ÖYKÜSÜ
Bahar renkli laleler İnsanları güzelliğiyle çılgına çeviren, bir devre adını veren lâle, ilkbaharla birlikte tüm renklerini gösterdi. Sarısı, çizgili kırmızısı, moru, beyazı ile lâleler artık bir servet etmiyor ama, o nazlı görünümleriyle hayatımıza hoşluk katıyorlar... Sürprizleriyle, ilkbahar şaşırtıcıdır... Bunu, kimi zaman bir bahar dalının üzerindeki minik pembe çiçeklerle, kimi zaman da hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan yabani lâlelerle başarır. Doğa ilkbaharla birlikte faaliyete geçmiş ve sanki tek görevi bizi şaşırtmakmış gibi çalışmaya başlamıştır. Güzelliğini bazen uluorta sergileyerek, bazen de en büyüleyici güzellikte olanları keşfedilmek üzere bir yerlerde saklayarak yapar bunu. Tıpkı Akseki'nin yüksek tepelerinde saklı bulduğumuz, yaban lâleleri gibi... Mayıs ayında böcek sesleri, kuş cıvıltıları arasında bir saat yürüyerek Peynirlik tepesine ulaşmış, o unutulmaz manzara ile karşılaşmıştık. Topraktan gelişi güzel çıkmış sarı, kırmızı renkli yüzlerce yabani lâle, aniden çevremizi sarmıştı. Bir yıl boyunca toprak altında gizlenen soğanlar ilkbaharla birlikte coşmuş, sonrasında da sadece birkaç hafta içinde solacak bu büyüleyici güzellikteki çiçekleri yaratmıştı. Biz lâleler karşısında büyülenmiştik, ama kim büyülenmemişti ki bu çiçeğin karşısında? Lâleler, hiçbir çiçekte olmadığı kadar insanları etkisi altına almış, neredeyse kendisinden de renkli bir öykünün baş kahramanı olmuştu. Peki insanları hastalık derecesinde kendisine tutkun eden lâlelerin merak uyandıran renkli öyküsü nasıl başlamış, nasıl gelişmiş ve nasıl sonlanmıştı? Aslında yurdu Orta Asya olan lâlelerin güzelliğini Romalılar ve Bizanslılar fark edememişti. Selçuklular ise bahçelerinde lâle yetiştirmişti. Ancak bu çiçeğin şaşkınlık veren serüveni Osmanlılarla başlamış, "tulipmania" diye adlandırılan lâle hastalığı 16. yüzyılda İstanbul'da yayılıp, oradan da Avrupa'ya kadar sıçramıştı. Tabii ki bunda Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük payı vardı. Muhteşem Süleyman döneminde küçük ve kısa boylu, yaprakları çok da muntazam olmayan yabani lâle türlerinden seçme ve melezleşme yoluyla, çiçeği badem biçiminde, yaprakları hançer şeklinde, uçları tığ gibi ince ve sivri, İstanbul'a özgü lâle çeşitleri yetiştirilmiş, bilmeden de olsa lâle çılgınlığı böylece başlatılmıştı. İnce mi ince, uzun mu uzun lâleler öylesine nazlı görünüyorlardı ki, bir kere gören etkisinden kurtulamıyor, böylesi bir güzelliğe sahip olabilmek için akla gelmez çılgınlıklar yapılıyordu. Kimler yoktu ki, bu çılgınların arasında. Veziri, sadrazamı lâlelerle ilmî olarak ilgileniyor, nadide bir lâle soğanına servet ödendiğini bilenler ise, yeni bir çeşit bulmanın hayaliyle bahçelerinde gizli gizli deneyler yapıyordu. Ardı ardına yeni lâle çeşitleri çıkmış, bunlara da görüntülerinin güzelliğine yakışır, pırıltılı adlar takılmıştı. Kimileri lâleye "gönül yakan" adını vermeyi uygun görmüş, kimisi şans getireceğine inanarak "talih yıldızı" demiş, bazıları da hissettiklerine tercüman olması için, "sevinç ışığı" adını vermişti çiçeğine. Ancak lâleler sadece güzelliklerle anılmıyor, kimi zaman da polisiye olaylarla gündeme geliyordu. Örneğin lâle çılgınlığının en üst boyutlara ulaştığı Lale Devri'nde, İstanbul'a sefir olarak atanan bir yabancı beraberinde bir lâle soğanı getirmiş, çok beğenilince de Taç-ı Kayser adı verilerek Çırağan Sarayı'nın bahçesine ekilmiş. Muhteşem lâlenin ünü tez zamanda yayılınca da meraklıları özel izinler alarak bu güzeller güzelini görebilmiş. Ne var ki sakınan göze çöp batar misali, Taç-ı Kayser çalınmış. Damat İbrahim Paşa, işin peşini bırakmamış. İlk şüpheliler lâle tutkunları olduğu için, gizlice bahçeleri aranmış. Nafile ki tüm çabalar boşa çıkmış. 16. yüzyıldan başlayarak sadece İstanbul'da, her biri birbirinden güzel 2 bine yakın lâle çeşidi yetiştirildi. Ne var ki Osmanlı'nın Avrupa'ya tanıttığı bu çiçek çok değil 100, 150 yıl sonra, Avrupa'dan İstanbul'a gelmeye başladı. Lâlenin Avrupa'ya ilk yolculuğu önce Viyana'ya olmuş, oradan Hollanda'ya, ardından da Kanada'nın başkenti Ottowa'ya kadar sürmüştü. Ancak Osmanlı'dan başlayan lâle çılgınlığının Avrupa'ya uzanmasının hikâyesine geçmeden önce, bugünün Türkiye'sine bakmak gerekiyor. Öncelikle o çok güzel İstanbul lâleleri, 18. yüzyıla doğru yok oluyor. Sonrasında mı? Hollanda'dan ithal edilip de ekilen lâle soğanları kısırlaştırıldığından sadece bir defa çiçek veriyor. Bu da çok pahalıya geldiği için, kent süslemesinde lâle kullanımından vazgeçiliyor. Lâle olmadığı için de, bir zamanlar lâleleriyle ünlü olan İstanbul'da şenlik bile yapılamıyor. Yani bugün, lâlesiz bir İstanbul yaşanıyor. Hem de lâle festivalleri, Japonya'dan Kanada'ya kadar yayılmışken. İşte, Osmanlı'nın çok sevip de dünyaya tanıttığı lâleler Türkiye'de yok olurken Hollanda, bizim yıllık dış ticaret gelirimizin neredeyse tamamını sadece çiçeklerden elde ediyor. Yeniden geçmişe dönüp de lâle tarihinin o renkli sayfalarını karıştırmaya devam edersek, sanıldığının aksine 17. yüzyılın başlarında Fransa'da lâle, Hollanda'dakinden daha abartılı bir tutku haline geldi. Öyle ki modayı yakından izleyen hanımlar saçlarına veya dekoltelerine renk renk lâleler takmadan sokağa çıkmaz oldular. Lâle neredeyse mücevherden daha değerli bir konuma sahipti. Tek bir lâle soğanı için yaklaşık 2.5 milyar lira ödeniyordu. Zamanla lâle, Fransa'da bahçelerden evlere girdi. Boş şöminelerin içini, yemek sofralarını süslemeye başladı. ŞENLİKLERİN ÇİÇEĞİ Osmanlı İmparatorluğu zamanında lâlenin önemini açıklamak için Sultan III. Ahmet devrinde yaşanan Lâle Devri'ni hatırlamak yeterli aslında. Osmanlılarda lâle 15. yüzyıldan beri rağbet görmüş, fakat hiçbir dönemde III. Ahmet devrinde olduğu kadar önem kazanmamıştı. Bu dönemde İstanbul baharla birlikte koskocaman bir lâle bahçesine dönüşüyor, bugünün aksine yol kenarlarında, pencerelerdeki saksılarda, kısacası gözün görebildiği her yerde renk renk, lâleler görünüyormuş. Saray bahçelerinden en küçük İstanbul evlerinin bahçelerine kadar herkes, soğan dikmek telaşına düşmüş. Nadir lale soğanlarına sahip olma tutkusu çok kısa sürede, 17.yüzyılda Avrupa'da ve daha öncesinde de Osmanlı'da yaşandığı gibi tam bir delilik halini almış. Bu dönemde sırf lâle tür ve çeşitleri ile uğraşması, yeni çeşitlerin elde edilmesini sağlaması ve mevcut olanların adlandırılması için, Encümen-i Daniş adında bir araştırma meclisi kurulmuş. Lâle-i Duhteri adını verdikleri İran'dan getirilmiş lâle çeşitlerinin bir tek soğanı, 1000 altın değerindeymiş. Çiçek tutkusu herkesi öyle etkisi altına almış ki, can korkusu ile verilen rüşvetlerde bile, paralar arasında lâle soğanları gönderilir olmuş. Bu dönemde İstanbul'da muhteşem lâle festivalleri düzenlenmiş. Dönemin en ünlü lâle bahçeleri Sadabâd ve Neştabâd ise de, Çırağan'daki bahçe de onlardan pek aşağı kalmıyormuş. Bugün bile bir hikâye gibi anlatılan Çırağan Lale Şenlikleri, her yıl Nisan ayının dolunayında yapılıyormuş. İşte uzun süre İstanbul'da oturan Fransız soylusu Baron de Tott, "Çerâğân" denilen ünlü lâle eğlencelerini şöyle anlatıyordu, "Bahçelerde göz alabildiğine yayılan, her renkte lâle tarlaları. İçlerine fenerler, lambalar, kristal fânuslar yerleştirilmiş. Topraktaki çiçek sayısı yeterli değilse, hem taze kesilmiş, hem yapma çiçekler, vazolar ve kâseler içinde her yere konmuş. Fenerlerin ve fânusların çevrelerine aynalar, prizmalar yerleştirilmiş. Işıkların renkleri, çiçeklerin bin bir tonuna yansıtılıp, ağaçların altı bir nur seli haline getiriliyor. Işık ve renk yetmiyor. Yer yer musiki fasılları yapılıyor, mehtaba saz sesleri yükseliyor. Çiçek tarhları arasına dükkân taklidi pavyonlar yerleştirilmiş, bunlar içinde dünya güzelleri, konuklara atlas, ipek, altın, gümüş, billur satışları yapıyor ve davetliler, birbirlerine bunları ve mücevherleri armağan ediyorlar." Çelik Gülersoy da "Lale ve İstanbul" kitabında bu döneme değiniyor ve Baron de Tott'un anlattığı eğlence çılgınlığının yanında madalyonun öbür yüzünü de çeviriyor. Gülersoy, Batı'nın dünya ticaretine açılıp, ilk kapital birikimlerine ve yatırımlarına başladığı sırada Osmanlı'nın yoksul emekçilerinden topladığı sandık sandık altınları her tarafa savurması ve ekonomik miras yediliğinin yanında, Lâle Devri'yle ilgili olarak şunları da eklemeden geçemiyor: "İstanbul'da o dönemlerde yaşamış ve göçüp gitmiş insanların, doğrusu en üstün ve ince bir zevk düzeyine erişmiş olduklarını da belirtmek gerek. Ta ki, kimsenin hakkı yenmemiş olsun! Bu zevk düzeyi, bu arınmışlık, her şeyde, o devirden kalma ne varsa hepsinde görülebilir." Bu renkli tarih içinde Hollanda'nın tuttuğu yer ise, son derece ilginçtir. Hollanda'da 1634 ile 1637 arasında yaşanan lâle çılgınlığı o gün bugündür hem sosyologları hem de ekonomistleri meşgul etmeye devam ediyor. Nasıl olur da bir tohum tanesi, Amsterdam'da lüks bir ev satın alabilecek paralarla el değiştirebilir? Ya da uzunluğuna göre bir "Admiral van Enkhuijsen" lâlesinin fiyatı nasıl olur da bir taş ustasının 15 yıllık gelirine eş olabilir? Bunun yanıtı kesin olarak verilemese de lâle, yüzyıllar boyu insanlar tarafından büyük ilgi gördü, statü sembolü oldu. Hatta kişilerin değeri ve toplumdaki yeri bahçelerinde bulunan lâlelerin türüne ve miktarına göre belirleniyordu. Lâle satın alacak parası olmayanlar da en azından lâle resimleri yaptırıp, onlarla yetiniyorlardı. Ancak bütün bunlar geçmişte ortaya çıkan lâle çılgınlığının nedenlerini açıklamaya yetmiyor. İnsanlar bir nedenle bu güzel, mevsimden mevsime renk değiştirebilen enteresan çiçekten çok ama çok etkilenmişlerdi. O dönemde bu renk değişikliğinin bir virüs tarafından yaratıldığı ise bilinmiyordu. İlk zamanlarda bir sepet tek renk lâleyi 3.5 milyon liraya satın almak mümkün olabiliyordu. İki renkli lâleler bunu değiştirdi ve lâle 1630 yılının ortalarında, artık inanılmaz rakamlara satılır oldu. Nasıl hisse senetlerinin spekülasyonu yapılıyorsa, o dönemde de lâle soğanlarının spekülasyonları yapıldı. Aslında, genetik ve botaniğin günümüze oranla çok geri olduğu o dönemlerde nasıl olup da binlerce, hatta on binlerce yeni lâle çeşidinin elde edildiğini izah etmek, bugün bile oldukça güç. Tabii ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin aktardığı gibi Şirin 'in aşkından kendini öldüren Ferhad'ın kanından kırmızı lâlelerin filizlendiğine ya da İran mitolojisine göre, bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine düşen yıldırımla alev alan yaprağın lâleye dönüştüğüne inanmazsak. 17. yüzyılın sonlarında çift renkli lâleler görülmeye başlamış ve tüm Avrupa'da tek renkli lâlelerden çok daha fazla ilgi görür olmuştu. İki renkli lâleler genellikle ya sarı kırmızı ya da beyaz kırmızı oluyordu. Daha beğenilenler arasında üç renkliler, dört renkliler ve hatta daha fazla rengi olanlar bile vardı. Ancak insanlar, bir yıl önce tek renkte çiçek veren bir soğanın, nasıl olup da bir diğer seferinden farklı bir renge büründüğüne anlam veremiyor, şaşkınlığa düşüyorlardı. Renkli lâle elde etmek için iki farklı renkteki lâle soğanı ortadan ikiye kesilip eşleştiriliyor ve öyle ekiliyordu. 18. yüzyılda ise, lâle soğanlarının çirkinleştikçe, çiçeğinin daha da güzelleştiği anlaşıldı. 1930'lu yıllarda, daha bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı ve lâleyi inceleme altına alan botanikçiler, pek çok sırrını çözdü. İnsanların lâlelerle ilgili bilgileri geçmişte öylesine azdı ki, ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Siyah Lâle" adlı romanında bile, pek çok hata var. Örneğin Dumas'ya göre lâle, Portekiz'den getirilmişti ve soğanı dikildikten birkaç gün sonra çiçek veriyordu. İnsanlar çok sevdikleri lâleleri renklendirebilmek için her türlü çareye başvurmuş, başarılı da olmuştu. Fakat en büyük çabaları, siyah lâleyi elde etmekti. Bir simyacının bıkıp usanmadan bakırı altına çevirme çabası gibi, bu çiçeğin tutkunları da siyah lâleyi üretebilmek için akla gelmez yöntemler deniyorlardı. Karanlıkta kalırsa lâlenin siyah olacağı düşünülüyor ya da siyah renkli toprakta yetiştirmeye çalışıyorlardı. Siyah lâleyi yetiştirmek için insanların gösterdikleri çaba ve bunun için başvurabilecekleri hileler, en güzel şekliyle Alexandre Dumas'nın Siyah Lâle, adlı romanının konusu olmuştu. Genç bir adam, siyah lâle elde etmenin sırrını bulmuş, bunu kıskanan kötü kalpli, acımasız bahçıvan yüzünden de başına gelmedik kalmamıştı. Aslında hiçbir zaman tam anlamıyla siyah lâle üretilemedi. Tüm çabalar boşa gitti. Bugün siyah olarak adlandırılan lâlelerin rengi ise, siyaha yakın çok koyu mor. Tabii lâleler bu kadar değerli olur da, avcıları olmaz mı? 1800'lü yıllardan beri lâle avcıları bu çiçeğin doğal olarak en yoğun bulunduğu Orta Asya'ya gelmiş, birbirinden değişik yabani lâlelerin soğanlarını da ülkelerine götürmüşlerdi. Lâle avcıları bugün bile iş başında. Ve önceden olduğu gibi hâlâ lâle soğanları Anadolu'dan Avrupa'ya gidiyor. Avcılar önce yabani lâleleri keşfediyor, sonra da çektikleri fotoğrafları köylülere dağıtıp, istedikleri lâle soğanlarının toplanmasını sağlıyor... Lâlelerle ilgili anlatılacak öyle çok şey var ki. Ancak, ilkbaharın bu ilk günlerinde koyu mordan sarıya, çizgili kırmızıdan beyaza, pembeye, kayısıya kadar farklı renkleriyle çiçekçi tezgâhlarını süsleyen lâlelere bakmak, tüm coşkusunu yaşamak, yüzlerce yıl önce insanların neler hissettiğini anlamak için yeterli.
Bahar renkli laleler İnsanları güzelliğiyle çılgına çeviren, bir devre adını veren lâle, ilkbaharla birlikte tüm renklerini gösterdi. Sarısı, çizgili kırmızısı, moru, beyazı ile lâleler artık bir servet etmiyor ama, o nazlı görünümleriyle hayatımıza hoşluk katıyorlar... Sürprizleriyle, ilkbahar şaşırtıcıdır... Bunu, kimi zaman bir bahar dalının üzerindeki minik pembe çiçeklerle, kimi zaman da hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan yabani lâlelerle başarır. Doğa ilkbaharla birlikte faaliyete geçmiş ve sanki tek görevi bizi şaşırtmakmış gibi çalışmaya başlamıştır. Güzelliğini bazen uluorta sergileyerek, bazen de en büyüleyici güzellikte olanları keşfedilmek üzere bir yerlerde saklayarak yapar bunu. Tıpkı Akseki'nin yüksek tepelerinde saklı bulduğumuz, yaban lâleleri gibi... Mayıs ayında böcek sesleri, kuş cıvıltıları arasında bir saat yürüyerek Peynirlik tepesine ulaşmış, o unutulmaz manzara ile karşılaşmıştık. Topraktan gelişi güzel çıkmış sarı, kırmızı renkli yüzlerce yabani lâle, aniden çevremizi sarmıştı. Bir yıl boyunca toprak altında gizlenen soğanlar ilkbaharla birlikte coşmuş, sonrasında da sadece birkaç hafta içinde solacak bu büyüleyici güzellikteki çiçekleri yaratmıştı. Biz lâleler karşısında büyülenmiştik, ama kim büyülenmemişti ki bu çiçeğin karşısında? Lâleler, hiçbir çiçekte olmadığı kadar insanları etkisi altına almış, neredeyse kendisinden de renkli bir öykünün baş kahramanı olmuştu. Peki insanları hastalık derecesinde kendisine tutkun eden lâlelerin merak uyandıran renkli öyküsü nasıl başlamış, nasıl gelişmiş ve nasıl sonlanmıştı? Aslında yurdu Orta Asya olan lâlelerin güzelliğini Romalılar ve Bizanslılar fark edememişti. Selçuklular ise bahçelerinde lâle yetiştirmişti. Ancak bu çiçeğin şaşkınlık veren serüveni Osmanlılarla başlamış, "tulipmania" diye adlandırılan lâle hastalığı 16. yüzyılda İstanbul'da yayılıp, oradan da Avrupa'ya kadar sıçramıştı. Tabii ki bunda Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük payı vardı. Muhteşem Süleyman döneminde küçük ve kısa boylu, yaprakları çok da muntazam olmayan yabani lâle türlerinden seçme ve melezleşme yoluyla, çiçeği badem biçiminde, yaprakları hançer şeklinde, uçları tığ gibi ince ve sivri, İstanbul'a özgü lâle çeşitleri yetiştirilmiş, bilmeden de olsa lâle çılgınlığı böylece başlatılmıştı. İnce mi ince, uzun mu uzun lâleler öylesine nazlı görünüyorlardı ki, bir kere gören etkisinden kurtulamıyor, böylesi bir güzelliğe sahip olabilmek için akla gelmez çılgınlıklar yapılıyordu. Kimler yoktu ki, bu çılgınların arasında. Veziri, sadrazamı lâlelerle ilmî olarak ilgileniyor, nadide bir lâle soğanına servet ödendiğini bilenler ise, yeni bir çeşit bulmanın hayaliyle bahçelerinde gizli gizli deneyler yapıyordu. Ardı ardına yeni lâle çeşitleri çıkmış, bunlara da görüntülerinin güzelliğine yakışır, pırıltılı adlar takılmıştı. Kimileri lâleye "gönül yakan" adını vermeyi uygun görmüş, kimisi şans getireceğine inanarak "talih yıldızı" demiş, bazıları da hissettiklerine tercüman olması için, "sevinç ışığı" adını vermişti çiçeğine. Ancak lâleler sadece güzelliklerle anılmıyor, kimi zaman da polisiye olaylarla gündeme geliyordu. Örneğin lâle çılgınlığının en üst boyutlara ulaştığı Lale Devri'nde, İstanbul'a sefir olarak atanan bir yabancı beraberinde bir lâle soğanı getirmiş, çok beğenilince de Taç-ı Kayser adı verilerek Çırağan Sarayı'nın bahçesine ekilmiş. Muhteşem lâlenin ünü tez zamanda yayılınca da meraklıları özel izinler alarak bu güzeller güzelini görebilmiş. Ne var ki sakınan göze çöp batar misali, Taç-ı Kayser çalınmış. Damat İbrahim Paşa, işin peşini bırakmamış. İlk şüpheliler lâle tutkunları olduğu için, gizlice bahçeleri aranmış. Nafile ki tüm çabalar boşa çıkmış. 16. yüzyıldan başlayarak sadece İstanbul'da, her biri birbirinden güzel 2 bine yakın lâle çeşidi yetiştirildi. Ne var ki Osmanlı'nın Avrupa'ya tanıttığı bu çiçek çok değil 100, 150 yıl sonra, Avrupa'dan İstanbul'a gelmeye başladı. Lâlenin Avrupa'ya ilk yolculuğu önce Viyana'ya olmuş, oradan Hollanda'ya, ardından da Kanada'nın başkenti Ottowa'ya kadar sürmüştü. Ancak Osmanlı'dan başlayan lâle çılgınlığının Avrupa'ya uzanmasının hikâyesine geçmeden önce, bugünün Türkiye'sine bakmak gerekiyor. Öncelikle o çok güzel İstanbul lâleleri, 18. yüzyıla doğru yok oluyor. Sonrasında mı? Hollanda'dan ithal edilip de ekilen lâle soğanları kısırlaştırıldığından sadece bir defa çiçek veriyor. Bu da çok pahalıya geldiği için, kent süslemesinde lâle kullanımından vazgeçiliyor. Lâle olmadığı için de, bir zamanlar lâleleriyle ünlü olan İstanbul'da şenlik bile yapılamıyor. Yani bugün, lâlesiz bir İstanbul yaşanıyor. Hem de lâle festivalleri, Japonya'dan Kanada'ya kadar yayılmışken. İşte, Osmanlı'nın çok sevip de dünyaya tanıttığı lâleler Türkiye'de yok olurken Hollanda, bizim yıllık dış ticaret gelirimizin neredeyse tamamını sadece çiçeklerden elde ediyor. Yeniden geçmişe dönüp de lâle tarihinin o renkli sayfalarını karıştırmaya devam edersek, sanıldığının aksine 17. yüzyılın başlarında Fransa'da lâle, Hollanda'dakinden daha abartılı bir tutku haline geldi. Öyle ki modayı yakından izleyen hanımlar saçlarına veya dekoltelerine renk renk lâleler takmadan sokağa çıkmaz oldular. Lâle neredeyse mücevherden daha değerli bir konuma sahipti. Tek bir lâle soğanı için yaklaşık 2.5 milyar lira ödeniyordu. Zamanla lâle, Fransa'da bahçelerden evlere girdi. Boş şöminelerin içini, yemek sofralarını süslemeye başladı. ŞENLİKLERİN ÇİÇEĞİ Osmanlı İmparatorluğu zamanında lâlenin önemini açıklamak için Sultan III. Ahmet devrinde yaşanan Lâle Devri'ni hatırlamak yeterli aslında. Osmanlılarda lâle 15. yüzyıldan beri rağbet görmüş, fakat hiçbir dönemde III. Ahmet devrinde olduğu kadar önem kazanmamıştı. Bu dönemde İstanbul baharla birlikte koskocaman bir lâle bahçesine dönüşüyor, bugünün aksine yol kenarlarında, pencerelerdeki saksılarda, kısacası gözün görebildiği her yerde renk renk, lâleler görünüyormuş. Saray bahçelerinden en küçük İstanbul evlerinin bahçelerine kadar herkes, soğan dikmek telaşına düşmüş. Nadir lale soğanlarına sahip olma tutkusu çok kısa sürede, 17.yüzyılda Avrupa'da ve daha öncesinde de Osmanlı'da yaşandığı gibi tam bir delilik halini almış. Bu dönemde sırf lâle tür ve çeşitleri ile uğraşması, yeni çeşitlerin elde edilmesini sağlaması ve mevcut olanların adlandırılması için, Encümen-i Daniş adında bir araştırma meclisi kurulmuş. Lâle-i Duhteri adını verdikleri İran'dan getirilmiş lâle çeşitlerinin bir tek soğanı, 1000 altın değerindeymiş. Çiçek tutkusu herkesi öyle etkisi altına almış ki, can korkusu ile verilen rüşvetlerde bile, paralar arasında lâle soğanları gönderilir olmuş. Bu dönemde İstanbul'da muhteşem lâle festivalleri düzenlenmiş. Dönemin en ünlü lâle bahçeleri Sadabâd ve Neştabâd ise de, Çırağan'daki bahçe de onlardan pek aşağı kalmıyormuş. Bugün bile bir hikâye gibi anlatılan Çırağan Lale Şenlikleri, her yıl Nisan ayının dolunayında yapılıyormuş. İşte uzun süre İstanbul'da oturan Fransız soylusu Baron de Tott, "Çerâğân" denilen ünlü lâle eğlencelerini şöyle anlatıyordu, "Bahçelerde göz alabildiğine yayılan, her renkte lâle tarlaları. İçlerine fenerler, lambalar, kristal fânuslar yerleştirilmiş. Topraktaki çiçek sayısı yeterli değilse, hem taze kesilmiş, hem yapma çiçekler, vazolar ve kâseler içinde her yere konmuş. Fenerlerin ve fânusların çevrelerine aynalar, prizmalar yerleştirilmiş. Işıkların renkleri, çiçeklerin bin bir tonuna yansıtılıp, ağaçların altı bir nur seli haline getiriliyor. Işık ve renk yetmiyor. Yer yer musiki fasılları yapılıyor, mehtaba saz sesleri yükseliyor. Çiçek tarhları arasına dükkân taklidi pavyonlar yerleştirilmiş, bunlar içinde dünya güzelleri, konuklara atlas, ipek, altın, gümüş, billur satışları yapıyor ve davetliler, birbirlerine bunları ve mücevherleri armağan ediyorlar." Çelik Gülersoy da "Lale ve İstanbul" kitabında bu döneme değiniyor ve Baron de Tott'un anlattığı eğlence çılgınlığının yanında madalyonun öbür yüzünü de çeviriyor. Gülersoy, Batı'nın dünya ticaretine açılıp, ilk kapital birikimlerine ve yatırımlarına başladığı sırada Osmanlı'nın yoksul emekçilerinden topladığı sandık sandık altınları her tarafa savurması ve ekonomik miras yediliğinin yanında, Lâle Devri'yle ilgili olarak şunları da eklemeden geçemiyor: "İstanbul'da o dönemlerde yaşamış ve göçüp gitmiş insanların, doğrusu en üstün ve ince bir zevk düzeyine erişmiş olduklarını da belirtmek gerek. Ta ki, kimsenin hakkı yenmemiş olsun! Bu zevk düzeyi, bu arınmışlık, her şeyde, o devirden kalma ne varsa hepsinde görülebilir." Bu renkli tarih içinde Hollanda'nın tuttuğu yer ise, son derece ilginçtir. Hollanda'da 1634 ile 1637 arasında yaşanan lâle çılgınlığı o gün bugündür hem sosyologları hem de ekonomistleri meşgul etmeye devam ediyor. Nasıl olur da bir tohum tanesi, Amsterdam'da lüks bir ev satın alabilecek paralarla el değiştirebilir? Ya da uzunluğuna göre bir "Admiral van Enkhuijsen" lâlesinin fiyatı nasıl olur da bir taş ustasının 15 yıllık gelirine eş olabilir? Bunun yanıtı kesin olarak verilemese de lâle, yüzyıllar boyu insanlar tarafından büyük ilgi gördü, statü sembolü oldu. Hatta kişilerin değeri ve toplumdaki yeri bahçelerinde bulunan lâlelerin türüne ve miktarına göre belirleniyordu. Lâle satın alacak parası olmayanlar da en azından lâle resimleri yaptırıp, onlarla yetiniyorlardı. Ancak bütün bunlar geçmişte ortaya çıkan lâle çılgınlığının nedenlerini açıklamaya yetmiyor. İnsanlar bir nedenle bu güzel, mevsimden mevsime renk değiştirebilen enteresan çiçekten çok ama çok etkilenmişlerdi. O dönemde bu renk değişikliğinin bir virüs tarafından yaratıldığı ise bilinmiyordu. İlk zamanlarda bir sepet tek renk lâleyi 3.5 milyon liraya satın almak mümkün olabiliyordu. İki renkli lâleler bunu değiştirdi ve lâle 1630 yılının ortalarında, artık inanılmaz rakamlara satılır oldu. Nasıl hisse senetlerinin spekülasyonu yapılıyorsa, o dönemde de lâle soğanlarının spekülasyonları yapıldı. Aslında, genetik ve botaniğin günümüze oranla çok geri olduğu o dönemlerde nasıl olup da binlerce, hatta on binlerce yeni lâle çeşidinin elde edildiğini izah etmek, bugün bile oldukça güç. Tabii ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin aktardığı gibi Şirin 'in aşkından kendini öldüren Ferhad'ın kanından kırmızı lâlelerin filizlendiğine ya da İran mitolojisine göre, bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine düşen yıldırımla alev alan yaprağın lâleye dönüştüğüne inanmazsak. 17. yüzyılın sonlarında çift renkli lâleler görülmeye başlamış ve tüm Avrupa'da tek renkli lâlelerden çok daha fazla ilgi görür olmuştu. İki renkli lâleler genellikle ya sarı kırmızı ya da beyaz kırmızı oluyordu. Daha beğenilenler arasında üç renkliler, dört renkliler ve hatta daha fazla rengi olanlar bile vardı. Ancak insanlar, bir yıl önce tek renkte çiçek veren bir soğanın, nasıl olup da bir diğer seferinden farklı bir renge büründüğüne anlam veremiyor, şaşkınlığa düşüyorlardı. Renkli lâle elde etmek için iki farklı renkteki lâle soğanı ortadan ikiye kesilip eşleştiriliyor ve öyle ekiliyordu. 18. yüzyılda ise, lâle soğanlarının çirkinleştikçe, çiçeğinin daha da güzelleştiği anlaşıldı. 1930'lu yıllarda, daha bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı ve lâleyi inceleme altına alan botanikçiler, pek çok sırrını çözdü. İnsanların lâlelerle ilgili bilgileri geçmişte öylesine azdı ki, ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Siyah Lâle" adlı romanında bile, pek çok hata var. Örneğin Dumas'ya göre lâle, Portekiz'den getirilmişti ve soğanı dikildikten birkaç gün sonra çiçek veriyordu. İnsanlar çok sevdikleri lâleleri renklendirebilmek için her türlü çareye başvurmuş, başarılı da olmuştu. Fakat en büyük çabaları, siyah lâleyi elde etmekti. Bir simyacının bıkıp usanmadan bakırı altına çevirme çabası gibi, bu çiçeğin tutkunları da siyah lâleyi üretebilmek için akla gelmez yöntemler deniyorlardı. Karanlıkta kalırsa lâlenin siyah olacağı düşünülüyor ya da siyah renkli toprakta yetiştirmeye çalışıyorlardı. Siyah lâleyi yetiştirmek için insanların gösterdikleri çaba ve bunun için başvurabilecekleri hileler, en güzel şekliyle Alexandre Dumas'nın Siyah Lâle, adlı romanının konusu olmuştu. Genç bir adam, siyah lâle elde etmenin sırrını bulmuş, bunu kıskanan kötü kalpli, acımasız bahçıvan yüzünden de başına gelmedik kalmamıştı. Aslında hiçbir zaman tam anlamıyla siyah lâle üretilemedi. Tüm çabalar boşa gitti. Bugün siyah olarak adlandırılan lâlelerin rengi ise, siyaha yakın çok koyu mor. Tabii lâleler bu kadar değerli olur da, avcıları olmaz mı? 1800'lü yıllardan beri lâle avcıları bu çiçeğin doğal olarak en yoğun bulunduğu Orta Asya'ya gelmiş, birbirinden değişik yabani lâlelerin soğanlarını da ülkelerine götürmüşlerdi. Lâle avcıları bugün bile iş başında. Ve önceden olduğu gibi hâlâ lâle soğanları Anadolu'dan Avrupa'ya gidiyor. Avcılar önce yabani lâleleri keşfediyor, sonra da çektikleri fotoğrafları köylülere dağıtıp, istedikleri lâle soğanlarının toplanmasını sağlıyor... Lâlelerle ilgili anlatılacak öyle çok şey var ki. Ancak, ilkbaharın bu ilk günlerinde koyu mordan sarıya, çizgili kırmızıdan beyaza, pembeye, kayısıya kadar farklı renkleriyle çiçekçi tezgâhlarını süsleyen lâlelere bakmak, tüm coşkusunu yaşamak, yüzlerce yıl önce insanların neler hissettiğini anlamak için yeterli.