“Masumiyetin Son Günleri” Romanı Üzerine Psikanalitik Bir Bakış: Var Olmanın Yolu Yıkım Mı?

Konuyu Yükselt

SoruCevap

Yeni Üye
Katılım
17 Ocak 2024
Mesajlar
1
Çözümler
1
Tepkime
41
Puanları
318
Yaş
35
Coin
256,935
Yalnızlık alıp karşına kendini,

öteki kendilerinle konuşmaktır.

Bakışmaktır, öteki kendilerinle;

dövüşmektir.

Kimi zaman da, öldürmektir

İçlerinden sana en çok benzeyeni,

benzemiyor diye.

Yalnızlık öldürmektir.



Yalnızlık, sizin size yokuşunuzdur.



(Hasan Ali Toptaş)

Masum; kederle başlayan, tavanda asılı kalan bir intikamla birlikte huzura erer. “Masumiyetin Son Günleri”ni bitirdiğimde, Shakespeare’in (2017) Hamlet’e söylettiği şu cümleyi hatırladım: “Olacak buymuş, öyle de olmuş.”



Selahattin Yusuf’un son romanı “Masumiyetin Son Günleri”, yalnızlıkla olan ilişkisinin yanı sıra, psikanalizde sıkça başvurduğumuz nefret-haz ve ölüm ilişkisi bağlamında ele alınabilir.



“Yalnızlık” izleğinden başlayalım. Romandaki yalnızlık, öncelikle “görülmeme, fark edilmeme” duygusundan ziyade, “mutlak eksik” bir şeye duyulan özlem hâlinde öne çıkıyor. Romana asıl rengini ve temasını veren Masum karakterinin, içinde bulunduğu durumun çıkmazlarından ve umutsuzluklarından kendine bir korunak edinmeye çalıştığını izliyoruz. Öykünün sonunda ise Masum’un dünyasının, “duygu durumunun”sarsıcı biçimde dışarı taştığı sahnelere şahit oluyoruz. Masum, acı veren yalnızlığının üstesinden ancak onu “görmekten vazgeçerek” gelebiliyor. Yıkım böylece düşlemden gerçeğe dönüşüyor. Soyutlandığında üstesinden gelinemeyecek şeyi, sanki onu somutlaştırarak ve gerçeklik düzlemini değiştirerek baş edilebilir bir alana çağırıyor.



Analizlerinin önemini zamanımızda da korumaya devam eden Sigmund Freud’un, çok önemli önermelerde bulunduğu 1905 tarihli bir makalesinde, daha doğrusu bir anısında, yalnızlık şöyle soyutlanır: “Çocukluk anksiyetesinin kökenine ilişkin bilgilerimi üç yaşındaki bir erkek çocuğuna borçluyum. Işıksız bir odada bulunduğunda bağırdığını işittim: ‘Teyze bir şey söyle korkuyorum, çünkü burası öyle karanlık ki!’ Teyzesi ona şöyle bir cevap verir: ‘Beni göremediğine göre bu ne işe yarayacak ki?’ Çocuk, ‘Olsun’ der,‘Biri konuştuğu zaman aydınlık oluyor…’” (s. 224). Bu çocuksu anksiyete hâli, hayatımız boyunca hiçbir zaman tamamen kurtulamadığımız bir gerçektir. Söz konusu anksiyete temelde çok erken dönemde ilk nesnenin, yani annenin yokluğu ihtimalinden hareketle ortaya çıkan bir duygu durumudur.



“Masumiyetin Son Günleri”nde yalnızlığı en çarpıcı biçimde ortaya koyan ifadelerden biri şuydu: “İnsan yeterince yalnız olduğunda, ancak o zaman iki kişi olabilirdi…” Bu, tam da nesne ilişkileri kuramı öncüsü D. W. Winnicott’un “kendi başına olma kapasitesi” (the capacity to be alone) kavramını akla getirmektedir. Winnicot’a (1958) göre bu durum, çocuğun birinin yanında kendi başına olmasından ziyade, birinin yanında yalnız hissedebilme kapasitesi olarak anlaşılmaktadır. Fakat böylece, kendi başına var olabilme kapasitesinin temeli bir paradoksa dayanmış olur. Çünkü kendi başına var olan bebek ile anne arasındaki ilişkinin doğası paradoksaldır. Winnicott bu paradoksa dikkat çeker. Der ki: “Ancak başka birinin yanında kendi başına var olabilmenin, benlik olgunlaşmamışlığının doğal olarak anneden gelen benlik desteği ile dengelendiği, çok erken bir evrede ortaya çıkabilecek bir eksiklik söz konusudur.” (s. 417). Bebek, zaman içinde benliğini destekleyici anneyi içe atar ve bu yolla tek başına var olabilmesi mümkün hâle gelir. Sonra kendi başına var olmayı ve kendi başına var olmaktan keyif almayı mümkün kılan, bu içteki anneyle ilişki sayesinde gerçekleşir. Yalnızlık, bu iç-anneyle ilişkinin doğasına, biçimine ve yoğunluğuna kuvvetle bağlıdır. Bu yaklaşımın doğal sonucu, ötekiyle birlikte var olmanın doğasına da ışık tutmaktadır diyebiliriz. Örneğin; yalnızlığa katlanamayan karakterin, tek başına var olma tahammülsüzlüğünün, aynı zamanda öteki ile (anne yerine geçen ile) birlikte varoluşu içselleştirememesinden kaynaklanabileceğini dikkate almak zorundayız.



Romanda karakterin bize hissettirdiği yalnızlık, şüphesiz annesiyle olan ilişkisini akla getirmektedir. “İlişki kurmamış, mahvolmamıştı henüz.” cümlesini okuduğumda kalabalıklar içinde bir başına kalan, öte taraftan yalnızlığı içsel olarak hissedememiş ve yalnızlığıyla başa çıkmayı başaramamış kahramanın, annesiyle kurduğu ilişkinin içeriğinin ne şekilde olduğuna dair zihnimde bir merak uyandı. İlişki kurmak bu kadar tehlikeli miydi gerçekten? Masum’un, iyi ve kendisini hayata tutundurabilecek içsel nesnesi, “annesi” neredeydi? Kadınlarla olan çatışmaları, ilişkilerindeki kronik “becerisizlikleri” bu denli yoğun ve merkezdeyken öyküde annesinden neden hiç bahsedilmemişti?



Yalnızlığı ele alırken bir taraftan da karakterin başvurduğu ölüm ve haz kaynaklarını düşünmek gerekir. Freud, “Haz İlkesinin Ötesinde” (2001) başlıklı metninde, ölümün ruhsal gücünü ortaya koymak ister. Freud, 1920’lerden sonra, yani “narsisizm” kavramına yoğunlukla eğildiği dönemde, ruhsal gelişim için sadece libidinal güçlerin yeterli olamayacağı, buna ölüm dürtüsünün de eklenmesi gerektiği noktasına varır. Ona göre her şey zıddıyla birlikte düşünülmelidir. Libidinal enerji ile antagonist çalışan yıkıcı ve güçlü “ölüm dürtüsü” bir arada çalışır. Böylece yönelimleri birbirine zıt bu iki dürtü, yaşam süresince birbirinden ayrılmaz biçimde işlev görürler. Winnicott “Oyun ve Gerçeklik”te (1971), nesne kullanımına dair yansıtmalar yığını hâlindeki nesneden ayrı bir kişi olarak ilişki kurmaya geçebilmek için öznenin nesneyi yok etmesi gerektiğini ve içsel anne nesnesinden vazgeçmenin gerekliliğinden söz eder. Thomas H. Ogden (2017), bu fikirlere ek olarak “gerçek olduğu için yok edilme, yok edildiği için gerçek olma süreci”nde nesnenin “yaşayan”, “nefes alan”, “coşkusal olarak tepki veren gerçek dışsal anne nesnesi” hayatta kalabilmesinin kritik önem taşıdığından ve bebeği nesne kullanımına ulaştıran gelişim sürecinde kaçınılmaz bir şekilde yok edildiğinden bahsetmiştir. Ren
Roussillon’a (2013) göre ise yıkıcılık olmadan hiçbir şey yaratılmaz. Yeni bir şeyin oluşması için o şeyin daha önceki hâli yıkılmalıdır. Hem bedensel metabolizma hem de ruhsal bünyeye katma edimi, yıkıcı süreçlerin devreye girmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla bu noktada yıkıcılığın kendisiyle değil, bu yıkıcılıkla ne yapıldığına, nereye varılmak istendiğine eğilmek gerekir. İfade etme ve gösterme yollarıyla ilgilenmek gerekir. Yıkıcılık, yaşamı destekleyebilir, yaratıcılığa da hizmet edebilir. Ancak romana dönecek olursak Masum’un ruhsallığındaki yıkıcı ve yaratıcı güçler, yani ölüm ve libido, yaşamsallığı destekler biçimde ve öngörülebilir bir diyalektik içinde çalışmamaktadır. Dolayısıyla romanda ölüm dürtüsü libidinal dürtüye baskın çıkmaktadır diyebiliriz. Bunu roman boyunca sergilenen tipik obsesyon manzaraları boyunca izlemek ilginç.



Karakterin ölüm dürtüsü kaynakları üzerine düşünmüşken bununla yakından ilişkili olan takıntı konusuna eğilmek gerekir. “Hayatının kaybolmuş düzenini onların arasında bulabilirmiş gibi, düzene soktu taşları.” Kahvehanedeki okey taşlarıyla takıntılı bir ilişki geliştirmiş Masum’a biraz daha yakından bakmadan önce, Freud’un takıntı üzerine olan fikirlerine eğilmek istiyorum. Freud’a (1920) göre takıntı, alışkanlık ve ritüeller bilindiği gibi ölüm dürtüsüyle bağlantılıdır. Freud, ölüm dürtüsünü yineleme zorlantısıyla keşfetmiştir. Obsesyonlardaki ısrarlı tekrar etmeyi ölüm dürtüsünden ileri geldiğini değerlendirmiştir. Burada Masum’la hayatı arasındaki yarılmayı daha da açan ve genişleten şey, karakterin hayata tutunmaya yönelik devinim hâlindeki çabasının her defasında sonuçsuz kalmasıdır. Masum’un idealine olan bağımlılığı, çekmek istediği sanat filmini mutlaka çekmek konusundaki karanlık kararlılığı, Handan’ın etrafında dönen duygu takıntısıyla birleştirildiğinde, ölüm dürtüsü bağlamını ortaya çıkarmaktadır. Yani libidinal bir yaşamsallıktan çok, ölümcül bir yıkıcılıktan bahsetmeliyiz.



Kadın erkek ilişkilerindeki bilindik çetin çekirdek, roman boyunca ayrıntılı izlenimler, gözlemler ve çözümlemelerle ortaya konuluyor. Burada, kendisinin “özgürlük sarhoşluğu”; Masum’un ise “ergenlik serbestliği” diye nitelediği hâl içinde kendinden geçmiş bulunan Handan karakterine eğilmek gerektiği kanısındayım. Handan’ın babasıyla olan ilişkisi çok acıklı bir hâlde sergilenmiştir. “Doğmasına izin verilmeyen, ondan vazgeçilen Handan…” Ama yine de doğmuştur. Bir kere başlangıçta, herkesin doğal bir hakla geldiği dünyaya, Handan özel izinle alınmış gibi görünmektedir. Handan, bunun ve çok erken yaşlarında cinsel gururunun feci şekilde incitilmesinin sonucu olarak, kendi içinden taşan, durulamayan, akan, eriyen, buharlaşan, parçalanan, bütünlenen ve daima geçiştiren bir karakterdir. Dolayısıyla güçlü olmayan ve takıntı dışında bağ kuramayan Masum’un, Handan’ın hayatında yer alamamasına şaşırmamak gerekiyor. Handan’ın, gün gelecek Masum’u da tedavi etmek isteyecek olan psikiyatrist arkadaşına yazdığı ve içinde sık sık “boşluk” geçen mektup, tam da bu kapanmayan yaraya “Masum’u da bitiren yere” işaret etmektedir. Yazar burada söz alır: “Boşluk kapanamıyordu. Kadının içinde açılan boşluk insan yiyordu, aşk yiyordu, erkek yiyordu, hayat yiyordu. Masum’u yutan kuyu burasıydı işte…” Masum, anlayamadığı ve her defasında şaşırıp kaldığı şeylerle ısrarla bağ kurmaya çalışıyor. Aslında bu, her şeyle Masum arasındaki o kapanmaz mesafeye işaret ediyor; hayatı ve çaresizliği arasındaki bir türlü kapanmayan mesafeye. Dolayısıyla ortak arkadaşları olan psikiyatristin (Sander), Masum’un hayatta kalabilmesi için “Çaresizliği parçalara ayırıp telkin eczasıyla doldurması…” bir işe yaramıyor. “Psikanaliz”, Masum’un “mesafelerini” kapatmaya yetmiyor, yetemiyor.



Bir şey daha var. Masum’un hayatla arasındaki biricik “bağ” olabilecekmiş gibi görünen şu “sanat filminin” özel bir anlamı olsa gerek. Film takıntısı burada Masum’un bir türlü hikâyeleştiremediği, içinde “oyun” kuramadığı kendi hayatını sembolize ediyor gibi gözükmekte. Sonu umut-suzluk-la biten bir hayat oyunu. Örneğin “İzini kaybettirmek, herkesin iyi kötü bir iz bırakmak istediği şu dünyada, hiç yaşamıyormuş gibi yapmak…” diyor yazar. Bu, görülme ya da yalnızlığı aşma arzusundan çok, bir “son kez görülme” arzusuna benziyor sanki. Yani yaşamsallığa değil, ölüme dönük bir imgeye.



Peki, romana göre Masum için ölüm neden bu kadar yoğun bir duygu? Belki kırgınlıklarını Handan’a yansıtarak, onu kırıklarının bir çeşit taşıyıcısı haline getirerek ölümün büyüsünden kaçmak istiyordu. Belki de bizzat Handan, Masum için ölümün büyülü bir oyunu ve sağlam bir tuzağıydı.



Her şey bir yana, Masum’un büsbütün Handan’ın zihninde var olma tutkusu ya da takıntısı açık. Bunu romanda ilginç kılan, elbette bir “intikam” duygusu olarak düşlenmiş olması. Masum’un yarasını dindirmez belki, ama yine de William Shakespeare’in (2017) Hamlet’ine kulak vermekte fayda var:

“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!

Düşüncemizin katlanması mı güzel,

Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter demesi mi?

Ölmek, uyumak sadece!

Düşünün ki uyumakla yalnız bitebilir bütün acıları yüreğin,

Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. (s.71)
 
Üst Alt