İnsanın olduğu her an anlam kazanıyor
Zaman o kadar çabuk ilerliyor ki…
Dün sokakta top oynayan çocuk, bugün pencere kenarında torunlarını bekliyor olabilir. Bir zamanlar genç ve yakışıklıyken, şimdilerde belki de sadece bir kaç fotoğraf bunu doğrulayabilir. Harabe bir evin önünde asılı eski ama yıkanmış çamaşırlar, zamanında caddelerde tozunu attıran, şimdilerde yola çıkması bile mümkün olmayan kırmızı bir araba, bükülmüş bir bel, lekeli eller, dökülmüş dişler, belki yalnızlığı paylaşan bir kedi…
Ve ne kadar kaldıysak bu dünyada, o kadar sorgulamaya başlıyoruz kendimizi. İnsan olmanın inanılmaz nimetlerinin yanı sıra, dayanılmaz yükü, yüzümüze eklenen her bir kırışıklık ile daha da belli ediyor kendini. Aynada fark edilen her bir beyaz saç, tecrübelerimizin yanı sıra yılların ne kadar hızlı geçtiğini de söylüyor bizlere. Ve yaşımıza yaş eklendikçe iç hesaplaşmalarımız ve sorgularımız yoğunlaşıyor.
Neden? Nasıl? Niçin? Keşke…
Peki bu kaçınılmaz ve geri dönülmez sürecin doğurguları bu kadar ağır ve moral bozucu olmak zorunda mıdır?
Elbette ki yaşlılıkta önlenemez fiziksel belirtiler olacaktır, fakat yıllarımızı o ana kadar nasıl değerlendirdiğimiz daha önemli değil midir?
O yılları yalnızlık ve acı yılları olarak mı tasarlıyoruz yoksa yaşlı ama ruhsal açıdan genç, yaşadıklarından ve deneyimlerinden memnun, tatminkar, halen daha yaşama bağlı ve en önemlisi huzurlu olarak mı?
Ve tüm bunların öncesinde kendimizi ve hayatı algılayışımızı, bu dünyadaki yerimizi baştan düşünmemiz gerekmektedir.
Biz insanoğlu, hayvanlardan ve bitkilerden farklıyız. Bizler düşünür, hisseder ve bunları sözel olarak ifade edebiliriz. Davranışlarımızla kendimizi anlatırız. Zekamızla medeniyetler kurarız ve yine aynı zekamızla yıkarız. Çalışırız, para kazanırız, severiz, aldatırız ya da aldanırız, vidan azabı duyarız, sonra yine severiz. Dolayısıyla biz diğer tüm canlılardan ayrıyız.
Ve ey okuyucu, senden bir tane daha sen var mı?
Belki ikizin vardır, belki de sana çok benzeyen birisi. Ama ses tonu ile ismi ile cismi ile davranışları ile ya da hayatı ile senin birebir aynın biri daha var mı? Yok, değil mi?
Bu dünyada bir tane daha sen yok. Dolayısıyla en değerli elmastan bile daha değerlisin okuyucu. Ve bu değerlilik, bu biricik olma, sana büyük bir sorumluluk getiriyor. Yaptıklarından sen sorumlusun, başkası değil. Kimse seni zorla sinirlendirmiyor, sen sinirleniyorsun. Kimse o tercihi yapman, o yolu seçmen için seni zorlamıyor. İleride hangi tercihi yapacağını bilen bir güç olsa da, onu sen seçiyorsun. Çünkü bir nefsin var, çünkü bir iraden var ve çünkü sen insansın; yaptıklarından sen sorumlusun, tıpkı bizler gibi.
Madem sorumluluk bizde, o zaman hayatı algılarımızla yaşadığımız, onlara göre düşünüp, hissettiğimiz ve tabi ki davrandığımız da bir gerçek. Duygularımız güncel olaylarla değil düşüncelerimizle oluşur. Hâlbuki duygular gerçekler değildir. Örneğin, bir dizi otomatik biliş sayesinde depresyonu davet ettiğimizde, duygularımız ve davranışlarımız sürekli birbirini etkileyen bir kısır döngü haline gelir. Depresif beynimizin bize söylediği her şeye inandığımız için kendimizi mutsuz hissederiz ve bu saliseler içerisinde olur.
Dolayısıyla, duygu ve düşüncelerimiz bizi biz yapıyor ancak onların esiri de değiliz, diyebiliriz. Bu demek değil ki her türlü acı ve üzüntüyü bastıralım. Tabi ki her anın ve duygunun yaşanması gerekiyor, ertelenmeden. Fakat hayatı algılayışımızda biz oldukça etkiniz farkında olmasak da. Bakmayı değil görebilmeyi öğrenmeliyiz, böylece algılarımızı daha kolay yönlendirebiliriz. Ve sonra kelimelerimiz daha olumlu olmaya başlar. Ardından hayata, çevremize ve kendimize dair duygularımız daha olumlu olur ki bu da belki bir gülümseme olarak geri döner. Belki de böylece çok geç olmadan, hızla geçip giden trenleri de kaçırmamış oluruz.
Unutmayalım ki, gün gelecek hepimiz mazide kalmış bir kare olacağız. Çünkü yaşam ve ölüm, geçmiş ve gelecek iç içe. Yarın ise, geri kalan ömrümüzün ilk günü. Dolayısıyla anı iyi değerlendirmemiz gerek.
Zaman o kadar çabuk ilerliyor ki…
Dün sokakta top oynayan çocuk, bugün pencere kenarında torunlarını bekliyor olabilir. Bir zamanlar genç ve yakışıklıyken, şimdilerde belki de sadece bir kaç fotoğraf bunu doğrulayabilir. Harabe bir evin önünde asılı eski ama yıkanmış çamaşırlar, zamanında caddelerde tozunu attıran, şimdilerde yola çıkması bile mümkün olmayan kırmızı bir araba, bükülmüş bir bel, lekeli eller, dökülmüş dişler, belki yalnızlığı paylaşan bir kedi…
Ve ne kadar kaldıysak bu dünyada, o kadar sorgulamaya başlıyoruz kendimizi. İnsan olmanın inanılmaz nimetlerinin yanı sıra, dayanılmaz yükü, yüzümüze eklenen her bir kırışıklık ile daha da belli ediyor kendini. Aynada fark edilen her bir beyaz saç, tecrübelerimizin yanı sıra yılların ne kadar hızlı geçtiğini de söylüyor bizlere. Ve yaşımıza yaş eklendikçe iç hesaplaşmalarımız ve sorgularımız yoğunlaşıyor.
Neden? Nasıl? Niçin? Keşke…
Peki bu kaçınılmaz ve geri dönülmez sürecin doğurguları bu kadar ağır ve moral bozucu olmak zorunda mıdır?
Elbette ki yaşlılıkta önlenemez fiziksel belirtiler olacaktır, fakat yıllarımızı o ana kadar nasıl değerlendirdiğimiz daha önemli değil midir?
O yılları yalnızlık ve acı yılları olarak mı tasarlıyoruz yoksa yaşlı ama ruhsal açıdan genç, yaşadıklarından ve deneyimlerinden memnun, tatminkar, halen daha yaşama bağlı ve en önemlisi huzurlu olarak mı?
Ve tüm bunların öncesinde kendimizi ve hayatı algılayışımızı, bu dünyadaki yerimizi baştan düşünmemiz gerekmektedir.
Biz insanoğlu, hayvanlardan ve bitkilerden farklıyız. Bizler düşünür, hisseder ve bunları sözel olarak ifade edebiliriz. Davranışlarımızla kendimizi anlatırız. Zekamızla medeniyetler kurarız ve yine aynı zekamızla yıkarız. Çalışırız, para kazanırız, severiz, aldatırız ya da aldanırız, vidan azabı duyarız, sonra yine severiz. Dolayısıyla biz diğer tüm canlılardan ayrıyız.
Ve ey okuyucu, senden bir tane daha sen var mı?
Belki ikizin vardır, belki de sana çok benzeyen birisi. Ama ses tonu ile ismi ile cismi ile davranışları ile ya da hayatı ile senin birebir aynın biri daha var mı? Yok, değil mi?
Bu dünyada bir tane daha sen yok. Dolayısıyla en değerli elmastan bile daha değerlisin okuyucu. Ve bu değerlilik, bu biricik olma, sana büyük bir sorumluluk getiriyor. Yaptıklarından sen sorumlusun, başkası değil. Kimse seni zorla sinirlendirmiyor, sen sinirleniyorsun. Kimse o tercihi yapman, o yolu seçmen için seni zorlamıyor. İleride hangi tercihi yapacağını bilen bir güç olsa da, onu sen seçiyorsun. Çünkü bir nefsin var, çünkü bir iraden var ve çünkü sen insansın; yaptıklarından sen sorumlusun, tıpkı bizler gibi.
Madem sorumluluk bizde, o zaman hayatı algılarımızla yaşadığımız, onlara göre düşünüp, hissettiğimiz ve tabi ki davrandığımız da bir gerçek. Duygularımız güncel olaylarla değil düşüncelerimizle oluşur. Hâlbuki duygular gerçekler değildir. Örneğin, bir dizi otomatik biliş sayesinde depresyonu davet ettiğimizde, duygularımız ve davranışlarımız sürekli birbirini etkileyen bir kısır döngü haline gelir. Depresif beynimizin bize söylediği her şeye inandığımız için kendimizi mutsuz hissederiz ve bu saliseler içerisinde olur.
Dolayısıyla, duygu ve düşüncelerimiz bizi biz yapıyor ancak onların esiri de değiliz, diyebiliriz. Bu demek değil ki her türlü acı ve üzüntüyü bastıralım. Tabi ki her anın ve duygunun yaşanması gerekiyor, ertelenmeden. Fakat hayatı algılayışımızda biz oldukça etkiniz farkında olmasak da. Bakmayı değil görebilmeyi öğrenmeliyiz, böylece algılarımızı daha kolay yönlendirebiliriz. Ve sonra kelimelerimiz daha olumlu olmaya başlar. Ardından hayata, çevremize ve kendimize dair duygularımız daha olumlu olur ki bu da belki bir gülümseme olarak geri döner. Belki de böylece çok geç olmadan, hızla geçip giden trenleri de kaçırmamış oluruz.
Unutmayalım ki, gün gelecek hepimiz mazide kalmış bir kare olacağız. Çünkü yaşam ve ölüm, geçmiş ve gelecek iç içe. Yarın ise, geri kalan ömrümüzün ilk günü. Dolayısıyla anı iyi değerlendirmemiz gerek.