Osmanlı Devleti Kuran Hanedan Hangi Boydan Geliyor ?
OSMANLI DEVLETİ’Nİ KURAN HANEDANIN SOYKÜTÜĞÜ
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkında yapılan çalışmalar, romantik milliyetçiliğin tesirleri ile 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir ivme kazandı. P. Wittek, H. A. Gibbons, J. Marquadrt, F. Köprülü, Z. V. Togan, H. İnalcık gibi tarihçilerin kaleme aldığı ve kuruluş ile ilgili ileri sürdükleri nazariyeler uzun süre tarihçileri meşgul etti. Bugün dahi Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili öne sürülen yeni görüşler bu nazariyelerden etkilenmiştir. Söz konusu görüşler arasında bilhassa “Osmanlıların menşeinin Kayılara dayandığı” yönündeki nazariye genel kabul görmüş gibidir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili farklı görüşlerin mevcudiyeti ve bu konunun her zaman tarihçileri meşgul etmesi, kuruluş dönemi ile ilgili tarihî malzemenin eksikliğinden kaynaklanır. Konu ile ilgili bilgi veren kaynaklar, daha sonraki dönemlere aittir ve ilk kaynak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilen 1299 yılından yaklaşık bir asır sonra kaleme alınmıştır.
Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından bahseden ve geç devirlere ait kaynaklarda yer alan bilgiler, bugün Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili bilgilerimizin kaynağını teşkil eder. Bir asır gibi uzun bir süre sonra kaleme alınan bu eserlerde tarihî hakikatler ile destansı özellikler, hayal mahsulü unsurlar, gerçek ve sıra dışı olaylar iç içe geçmiştir. Bunları birbirinden ayırmak hayli zordur. Üstelik 15. yüzyılın tarih yazarları, 13. yüzyıl gerçeğine romantik bir zaviyeden bakmışlar; ellerindeki kaynaklar arasındaki farklılıkları, tutarsızlıkları, dağınık bilgileri kendi içinde uyumlu bir “masal”a çevirerek anlatmışlardır.[1] Bu masallar, 15. yüzyılın hâkim olan anlayışı ile şekillenmiştir. Bu yüzden ilk dönem kroniklerine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Ancak kroniklerdeki tarihî hakikatler de göz ardı edilemez.
Osmanlı hanedanının mensup olduğu boy olarak bilinen Kayı hakkında bugün genel bir kanaat oluşmuştur.[2] İlk dönem kaynaklarında bu konuda kısmî bilgilere tesadüf edilmekte ise de, Kayı menşei fikri, o dönemin siyasî ve sosyal gelişmeleri ile birlikte değerlendirilmelidir. Siyasî olaylar nazara alındığında, ilk kroniklerin yazıldığı yıllarda Osmanlı ordusunun Ankara Savaşı’nda (1402) Timur karşısında hezimete uğradığı, devletin otorite boşluğu yaşadığı ve Osmanlı hakimiyetine giren birçok Türkmen beyliğinin bağımsızlıklarını yeniden elde ettikleri görülür. Osmanlı Devleti’nde yaşanan otorite boşluğu, onu yeni siyasî oluşumlara itti. Diğer yandan ise meşruiyetini kanıtlaması için uğraşılar içine girmesine sebep oldu. Oğuz geleneği canlandırılmaya çalışıldı. İlk dönem kroniklerinde “aşiret merkezli bakış açısı” hakim unsur olarak ortaya çıktı. Osmanlıların Oğuz boyundan olduklarına dair söylemleri ve bu doğrultudaki politikaları, tâbi Türkmen aşiretlerini ortak bir ülkü etrafında toplamayı amaçlıyordu. Bu sayede Osmanlılar, Timur’un hakimiyetini kabul eden beyliklere karşı üstün olduklarını iddia edebilirlerdi. Kayı boyunun Oğuzlar arasındaki itibarını ön plana çıkaran Osmanlılar, ahir zamanda saltanatın bu boyda olacağı şeklinde politik söylemler geliştirdiler.
Kroniklerde Osmanlıların etnik menşei hakkında verilen bilgiler farklılıklar arz eder. Söz konusu eserlerin bir kısmında Osmanlıların Oğuzlardan olduğu kaydedilirken boy ismi verilmez. Bir kısım eserlerde ise Kayı boyu ön plana çıkarılır. Ancak bütün eserlerin ittifak ettiği nokta Osmanlıların –boy nazara alınmazsa- Oğuzlardan olduğudur. Osmanlı döneminde Oğuz deyimi, geçmişte kalan etnik bir tanımlamadan ibaretti. Oğuz menşei fikrinin kaynağı tarihten çok söylenceye, bir başka deyişle efsaneye dayanıyordu. Tıpkı diğer Türkmen aşiretleri gibi Osmanlılar için de Oğuz, siyasî meşruiyetin ve asaletin kaynağı idi.
Osmanlıların etnik menşeini Kayılara ve Oğuzlara dayandıran kroniklerde, Osman Gazi’nin soy kütüğü verilir. Ekseriyetle Nuh’un oğlu Yafes’in ilk ata olarak yer aldığı bu soy kütüklerinde, Oğuz ismi ortaktır. Şecerenin ilk ve son kısımlarında zikredilen atalar çoğunlukla ortak olduğu halde, orta dönemde isimler karışmış veya boşluklar meydana gelmiştir. Bu tip şecereler aşiret soy ağaçlarının karakteristik özelliğidir. “Bulanık soy ağaçları, aşiretin, saldırı ya da dış tehditlere karşı savunma veya köylüler ve göçerlerin kaynakları en iyi bir şekilde kullanmalarını sağlama hususundaki ortak menfaatini paylaşan herkesin bir araya gelmesini olanaklı kılar.”[3] Üstelik şecerelerin orta kısımları, aşirete katılan yeni üyelerin atalarının da yer alacağı bir zemin / kontenjan oluşturur. Şecereler, topluluk arasında bir siyasî sözleşme rolü üstlenir. Böylesine bulanık soy kütükleri, erken dönemde aşiretler konfederasyonundan müteşekkil Osmanlı Beyliği’nde, aşiretlerin ortak bir ülkü ve menfaat etrafında toplanmalarını sağlamıştır. Nitekim soy ağaçlarında, Türkmen aşiretlerinin ortak atası olarak Oğuz Han’ın yer aldığı görülür. Bununla birlikte Osmanlıların ataları arasında zikredilen Bayundur, Döger, Kayı, Çavuldur, Salgur, Toturga, Eymür gibi isimler, aynı zamanda Oğuz boylarının adlarıdır. Bu isimlerin, Osmanlı Beyliği’ni meydana getiren konfederasyona mensup aşiretler olduğu düşünülebilir. Yazıcızâde’nin Târîh-i Âl-i Selçuk adlı eserinde, Türkmen beylerinin meşveret ettikleri, hanlığın Kayı boyunun hakkı olduğunu, bundan dolayı Osman Bey’i han seçtikleri yazılıdır.[4] Osman’ın muhtelif Türkmen aşiretlerinden müteşekkil konfederasyona, bu meşveret sonrası önderi olduğu söylenebilir.
İlk dönem kroniklerinde, Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında verilen bilgiler arasında farklılıklar vardır. Bunlar genellikle birbirinin mütemmimidir. Kroniklerde sunulan şecereler dikkate alındığında bunları üç gruba tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler Oğuz geleneğini, ikinci gruptakiler İslâmî geleneği yansıtırlar. Üçüncü grubu temsil eden eserlerde ise Osmanlı hanedanının yakın dönem ataları konu edilmiştir.[5] Bununla birlikte Oğuz geleneğini yansıtan kaynakları da iki grupta tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler, Osmanlıların menşeini Oğuz Han’ın büyük oğlu Gün Han’a dayandırır. İkinci gruptaki şecerelerde ise Oğuz Han’ın küçük oğullarından Gök Alp ismi yer alır.
Osmanlıların Kayı menşeinden bahseden eserlerin ilki Yazıcızâde Ali’nin Selçuknâme adı ile de bilinen Târih-i Âl-i Selçuk isimli eseridir. II. Murad’ın emriyle İbn Bibî’nin el- Evâmirü’l- alâ’iye fî’l-Umûri’l-alâ’iye isimli eserini Türkçe’ye tercüme eden Yazıcızâde Ali, bu esere Kayı boyunun üstünlüğünü ifade eden bazı cümleler de eklemiştir. Onun, Osmanlı hanedanının meşruiyetini ispatlamak için büyük bir gayret içinde olduğu görülür. Bu dönemde derlendiği bilinen Dede Korkut Destanları da siyasî olaylarından bağımsız ele alınamamış; Kayı motifi bu destanlara da sinmiştir. İslâm öncesi şaman unsurları ile veli-ozan kimliğini bünyesinde barındıran Dede Korkut, bir kehanette bulunmuş ve âhir zamanda saltanatın Kayılar’da kalacağının beşâretini vermiştir.[6] Destanlarda bu konuya yer verilmesi, doğu ve batı Türklüğü arasında bir köprü görevi gören ozan sayesinde Kayı boyuna bir meşruiyet kaynağı aramak amacıyladır. Bu uğraşılar sayesinde Osmanlılar, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde üstünlük iddia edebilmiş ve kendilerini Doğu’daki hanların muâdili gösterebilmişlerdir.
Bununla birlikte, Osmanlıların neseplerini, Kınık ve Salur gibi Oğuz boylarının en itibarlıları dururken Kayı boyuna isnat etmesi izah edilememektedir. Selçuklu Devleti’ni kuranların Kınık boyuna mensup olduğu hesaba katılırsa Osmanlıların, kendilerini Selçuklulardan tefrik etmek istedikleri düşünülebilir. Salur ve Kınık boyuna karşı Kayı’nın üstünlüğünün iddia edilmesi, Osmanlıların taze bir güç olarak ortaya çıkmak istemeleri veya konfederasyonu oluşturan aşiretler arasında Kayıların en kesif grubu teşkil etmeleri ile ilgili olmalıdır. Kroniklerde, Kayılar’ın elli bin nüfusu aştıkları hakkında verilen abartılı bilgiler dikkate alınırsa, Osmanlıların güçlü bir siyasî dayanak aradıkları anlaşılır. Nitekim, “Türk hakimiyet anlayışı”nda göz ardı edilen nüfuz ile hakimiyet arasındaki ilişki ile açıklanabilir.[7] İlk dönem tarih eserlerinde, Ertuğrul Gazi’nin babası olarak anılan Süleymanşah’ın, 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır.[8]
Şair Ahmedî’nin İskendernâme isimli eserinin sonuna eklediği “Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman”da Osmanlıların hangi boya mensup olduğuna dair bilgiye tesadüf edilmez. Bununla birlikte, Ertuğrul Gazi’nin yanında Gündüz Alp ve Gök Alp gibi Oğuz’dan bir çok kişinin yer aldığı kayıtlıdır. Ahmedî’nin, diğer kaynaklarda Osmanlı hanedanının ataları arasında sayılan Gündüz Alp ve Gök Alp’ı Ertuğrul Gazi’nin savaş yoldaşları arasında değerlendirmesi dikkat çeker.[9] Bu açıklamalardan Ertuğrul Gazi, Gündüz Alp ve Gök Alp’in idaresinde teşekkül etmiş bir aşiret konfederasyonunun, Sultan Alaeddin’in ordusunda yer aldığı anlaşılmaktadır.
Ahmedî’nin eserinde, Osmanlı hanedanının Oğuzların hangi boyuna mensup olduğuna dair herhangi bir ifadenin yer almadığı, buna mukabil sonraki kaynaklarda Kayı boyunun ön plana çıkarıldığı görülür. Bu gelişme, II. Murad dönemine rastlaması, Ankara Savaşı’nın açtığı derin yaraların izlerinin yavaş yavaş kapandığı döneme rastlar. Osmanlı Devleti’nde siyasî istikrarın sağlanması ve devletin giderek güçlenmesi Kayı tezinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Üstelik, bu dönemde yazılan eserlerde, Ahmedî’nin tarihinde izlerine rastlanmayan ve Osmanlıların atası olarak kabul edilen Süleyman Şah ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere tarihî bir kişilik olan Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Kroniklerde Süleyman Şah’a yer verilmesi, Osmanlıların Selçuklu Devleti’nin varisi olma iddiasında olmalarına zemin hazırlayan bir etken olarak değerlendirilebilir. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman’ların hemen hepsi Osmanlı Devleti’nin başlangıcını, Süleymanşah’ın Anadolu’ya gelişi ile başlatırlar.
Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında, Oğuz ve İslâmî versiyonları birleştiren Şükrullah’ın Behcetü’t-tevârîh isimli eserinde anlattıklarına diğer kaynaklarda tesadüf edilmez. Şükrullah, 1449 yılında II. Murad’ın emriyle Karakoyunlu hükümdarı Mirza Cihanşah’a elçi olarak gönderilmiştir. Tebriz’de Cihanşah ile görüşen Şükrullah, orada Uygur harfleri ile yazılmış bir Oğuznâme görmüştür. Eserinin ilk tertibinde Cihanşah’ın Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduklarına dair kendisine bilgi verdiğinden bahseden Şükrullah, bu kaynağa dayanarak Osmanlıların nesebini sıralar. Buna göre Osmanlıların soyu, Oğuz oğlu Gök Alpa dayanır. Gök Alp oğulları, Kızıl Buğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişir.[10] Şükrullah’ın bu açıklamalarda Oğuz ve Selçuklu geleneğini birleştirerek Osmanlılara mal ettiği görülür. Buna paralel olarak Ertuğrul Gazi’nin, Selçuk soyu ile birlikte Anadolu’ya geldiğini yazar.
Behcetü’t-tevârîh’in ikinci tertibinin yapıldığı Fatih Sultan Mehmed döneminde, Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduğunu belirten cümleler eserden çıkarılmıştır. Bunun yerine şu ifadelere yer verilir: “Er Tuğrul, Oğuz oğullarından biridir. Kızıl Buga oğlu Kaya Alp oğlu Süleymanşah’ın oğludur. Kırk beşinci göbekte Nuh oğlu Yâfes oğlu Kavı Han oğlu Kara Han oğlu Oğuz oğlu Gök Alp ile Nuh’a ulaşan Er Tuğrul, Süleymanşah’ın oğlu, Osman Beğin de babasıdır.”[11] Osmanlıların Karakoyunlular ile akraba olduğuna dair verilen bilgilerin ikinci tertipte çıkarılmasının sebebi Fâtih’in merkeziyetçi politikası ile yakından ilgilidir. Fatih, Osmanlı hanedanına muadil ikinci bir hanedan kabul etmediği için bu ifadeleri hoş karşılamamış ve Şükrullah da bunları çıkarmıştır.
Osmanlıların nesebi hakkında bilgi veren bir diğer kaynak ise Âşıkpaşazâde’dir. Onun, Osmanlılar’ın ilk dönemi hakkında Yahşi Fakih’in Menâkıbnâme’sinden faydalandığı bilinmektedir. Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eserinde Âşıkpaşazâde, Ertuğrul’un atalarını sıralarken Oğuz ve İslâmî geleneği birleştirir. Ertuğrul’un atalarını sıralayan Âşıkpaşazâde, Osmanlıların Oğuz’un oğlu Gök Alp soyundan geldiğini, ilk atasının ise Nuh’un oğlu Yafes olduğunu yazar.[12]
Bunun yanında Âşıkpaşazâde tarihinde, Osman Gazi’nin dedesi Süleymanşah’ın aşiretler konfederasyonundan müteşekkil 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır. Oldukça mübalağalı bir rakam olan bu kütle içinde muhtelif Türkmen boylarının olduğu anlaşılıyor. Süleymanşah bu kalabalık grup yanında Acemleri de (Selçuklular olması muhtemel) komutası altına alarak kafirler ile savaştı. Bir süre bu topraklarda gaza ve akın faaliyetlerinde bulunan Süleymanşah, Türkistan’a dönerken Caber Kalesi yakınlarında Fırat Nehri’nde boğuldu. Bu olayın akabinde konfederasyonu teşkil eden gruptan Dögerler, Caber yakınlarına yerleşti. Büyük bir kısmı ise muhtelif yerlere dağılarak Şam Türkmeni (Suriye Türkmenleri), Anadolu Türkmen ve Tatarlarını meydana getirdiler.[13] Geriye kalan küçük bir grup ise, Süleymanşah’ın oğulları Sengur Tegin, Ertuğrul ve Gündoğdu’nun maiyetinde kaldılar. Bu küçük grup Sürmeli Çukuru’na geldiğinde Sungur Tekin ve Gündoğdu Türkistan’a geri döndüler. Ertuğrul, kardeşlerinden ayrılarak, mahiyetindeki dört yüz çadır ile bir müddet Sürmeli Çukuru’nda kaldı. Daha sonra ise, Sultan Alâeddin’in memleketi Anadolu’ya geldi.
Osmanlıların ataları hakkında bilgi veren kaynaklar arasında Karamanî Mehmed Paşa’nın Tevârîhü’s-selâtînü’l-Osmâniye, ayrı bir yere sahiptir. Mehmed Paşa’ya göre Osmanlıların atalarından olan ve Ahlat’ta ikamet eden Kayık Alp’ın soyu, 21. göbekten Nuh’un oğlu Yafes’in çocuklarından Oğuz Han’a dayanır. Kayık Han, Moğolların Bağdat’ı işgali üzerine Selçuklu sultanı ile Anadolu’ya kaçmıştır.
Mehmed Paşa’nın, Ertuğrul’un babası hakkında verdiği bilgiler diğer kaynaklardan farklıdır. Buna göre Ertuğrul’un babası Süleymanşah değil, Gündüz Alp’tir. Kafirlerle uzun süre mücadele eden Gündüz Alp, Kızıl Saray’da ölmüştür.
Osmanlı hanedanının nesebi hakkında en ayrıntılı bilgi Hasan bin Mahmûd Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyin adlı eserinde yer alır. II. Bayezid ile yaptığı saltanat mücadelesinde yenilen Cem Sultan, Mısır’a kaçmıştı. Hac ödevini yerine getirmek için gittiği kutsal topraklarda Bayatî ile karşılaşan Cem, ondan Osmanlı sülalesinin ataları hakkında Oğuznâme’de yer alan bilgileri derleyerek bir kitap yazmasını istedi. Bayatî bir hafta gibi kısa bir sürede eserini tamamlayarak Cem Sultan’a sundu. Bayatî’ye göre Osmanlıların soyu, Nuh’un oğlu Yafes’e dayanır. Şecere’de Oğuz Han oğlu Gün Han, Osmanlıların atası olarak zikredilir.[14]
Bayatî’nin eserinde yer alan şecere, birçok bakımdan diğerlerinden farklıdır. Osmanlıların ataları arasında saydığı kişilerin hayatları hakkında cüz’î bilgiler verir. Şahıs isimlerinin, -bir bakıma- etimolojisi üzerinde durur.
Bayatî’nin tarihinde dikkate değer bir diğer husus, Gün Han’ın oğlu Kayı’nın ölümünden sonra hükümdarlığın, adı ile anılan boyun elinden çıkmasıdır. Kayı Han’ın ölümü üzerine Turmış Han çok küçük yaşta tahta geçti. Onun küçük yaşta olmasını fırsat bilen akrabaları idareye el koydular. Böylece kağanlık bir başka boyun eline geçti. Çamur Han ve Toğmış Han’ların hayatları ile ilgili verilen bilgiler dikkate alınırsa bu boyun Salurlar olduğu anlaşılır. Kayılar, bu boyun hakimiyetini kabul ettiler ve boyun ileri gelenleri idarede görev aldılar. Yine Bayatî’nin verdiği bilgiye bakılırsa H. 250 (M. 864) yılı dolaylarında, Salur soyundan Ağa İni’nin tahtan feragati üzerine, Kınık boyundan Kerekicü oğlu Tokmurşak oğullarından Lokman, Han oldu. Ancak H. 699 (M. 1299) yılında Osmanlıların ikbal yıldızı parlamaya başladı. Selçukoğulları’ndan tahta çıkacak kimse kalmadığı için Anadolu’da saltanat işleri karıştı. Bunun üzerine uç bölgelerindeki gaziler bir araya gelerek Osman Gazi’nin sultan olması yönünde karar aldılar.[15] Bayatî’nin yazdıklarından Osman Gazi’nin, Kayılar’ın gasp edilmiş hakimiyet haklarını geri aldığı izlenimi doğar. Bu anlatımda II. Bâyezid dönemine de bir gönderme vardır. Eserini Cem Sultan adına kaleme aldığı düşünülürse Mahmud’un “Osman Bey’in sınır gazileri tarafından sultan olarak seçilmesini, saray bürokratlarının ve yeniçerilerinin seçimi olan II. Bayezid’e karşı Cem’in taraftarlarını desteklemek için tarihsel bir paralellik ve destek olarak sunmuş olabilir.”[16]
Osmanlıların nesebi ile ilgili bilgi veren bir diğer kaynak da Mehmed Neşrî’nin Kitâb-ı Cihannümâ adlı eseridir. Çeşitli kaynaklardaki şecereleri birleştiren Neşrî’nin zikrettiği isimler ile Âşıkpaşazâde ve Bayatî’nin eserlerinde geçen isimler arasında büyük benzerlikler vardır. Neşrî düzenlediği şecerenin kaynağını vermez. “Ancak bu bilgilerin kütüb-i tevârihde mezkûr ve menkûl” olduğunu söyler. Onun yazdığı Osmanlı şeceresi ile Bayatî’nin şeceresi arasındaki benzerliklere rağmen, Gök Alp ismini zikrederek ikinci grupta yer alır.[17]
Neşrî, Osmanlıların ataları hakkında bir başka şecereyi de görmüş olmalıdır. Nitekim, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren farklı bir türün varlığından bizleri haberdar eder. Buna göre Oğuz Han’ın ataları Iys, İshak ve İbrahimdir. Köken olarak Nuh’un Sam adlı oğluna dayanır. Neşrî, bu tezi kabul etmemesine rağmen, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren ve “tevârîh-i Acem”den etkilenen farklı bir türün olduğu anlaşılıyor.[18]
Şecerelerde Yafes ve Oğuz geleneğini takip bir diğer yazar da Oruç b. Âdil’dir. Oruç, bu nesilden Acem ve Mahan’da padişahlar olduğunu ve bunların risâlete ‘amm-ı itikadları” olduğundan bahseder. Yazarın aktardığı bir diğer bilgi ise, Ebû Müslim-i Mervî’nin bu nesilden olduğudur. Ona göre Osmanlıların menşei, Oğuz Han oğlu Gök Alp’a dayanır.[19]
Osmanlıların nesebi hakkında Oğuz geleneğinin dışında çeşitli görüşler de ileri sürülmüştür. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’lardan birinde İsfahan’ın Hama şehrinden koparak Anadolu’ya gelen ve Türkiye Selçuklu sultanı Alâeddin’in hizmetine giren Hürmüz Ebu Bekir isimli bir şahsın Ertuğrul Beyin babası olduğuna dair kayıtlar vardır. Bunun yanında İran tarihçiliğinde, Osman Gazi’nin babasının adının Davut Kıpçak asıllı Davut isminde bir bey olduğu yazılıdır. Alâeddin zamanında bu bey, maiyetindeki Türkmen aşireti ile Kefe’den deniz yoluyla Anadolu’ya gelmiş ve uclara yerleşmiş ve Sultanın damadı olmuştur. Alâeddin erkek evlat bırakmadan vefat ettiği için, Selçuklu ümerâsının kararıyla, sultanın tek varisi kızının kocasını yani Osman Gazi’yi sultan tayin ettikleri yazılıdır.[20]
Osmanlıların nesebi ile ilgili bir diğer görüş de onların Arap asıllı ve sahabeden bir kimsenin soyundan geldikleri yönündedir. Buna göre Osmalıların atası, Ebû Ubeyde bin Cerrah’ın amcası oğlu “Iyâs bin Osman” ile Oğuz kavminin hükümdarı Oğuz Tümen Han’ın kızı “Turunç Hatun”un evliliğinden doğan Oğuz Süleyman Han’dır. Düstûrnâme yazarı Enverî, bu rivayete itibar etmiş ve bu konuda ayrıntılı bilgiler vermiştir. Diğer tarihî kaynaklarda Ertuğrul veya Osman Gazi’lere isnad edilen rüyayı Enverî, Iyâs bin Osman’ın gördüğü kanaatindedir. Düstûrnâme’de kayıtlı Oğuz Süleyman Han ile Türklerin efsanevî hükümdarı Oğuz Kağan’ın hayatı hakkında büyük benzerlikler bulunmasına rağmen Enverî, Oğuz adında Yafes’in torunlarından bir kimsenin olmadığı görüşündedir. Uzun süre hükümdarlık eden Oğuz Süleyman soyunun ikbal yıldızı, Selçukluların ortaya çıkması sönmüştür. Enverî, bu soydan gelen Çalış Han’ın Selçuklular tarafından takip edildiği ve bunun üzerine kaçtığını kaydeder. Bunun yanında, Selçuklu soyundan Kutlumuş Beyin amcası oğlu ve Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’den kaçarak Elbrüz dağındaki Çalış’ın yanına geldiği, Oğuz aslından ve Kayı soyundan olması dolayısıyla Çalış’ı hükümdar ilan etmeye çalıştığını yazar. Tuğrul’un takibatından dolayı sürekli yer değiştiren Çalış, nihayet Urfa’ya yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Daha sonra aşiretin başına Ermiş, Gazan, Ertuğrul ve Şah Melik geçmiştir. Şah Melik ve oğulları Gündüz Alp ile Gök Alp’in Selçuklu ülkesini tehdit eden bir ejderhayı öldürmeleri ve daha sonra Tatarları bozguna uğratmaları ikbal yıldızlarının parlamasına sebep olmuştur. Şah Melik ejderhayı katlederken ölmüştür. Enverî’nin zikrettiği ejderha olayı ile Dede Korkut Kitabı’nda geçen Tepegöz hikayesi arasında büyük benzerlikler vardır. Selçuklu sultanı Alâeddin bu hizmetleri karşılığında iki kardeşe Sultanöyüğü’nü bağışlamıştır. Bilâhare iki kardeş birbirine düşmüşler ve ayrılmışlardır. Gündüz Alp’den sonra yerine Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi geçmiştir.[21]
Kroniklerde yer alan bilgiler dikkate alındığında Osmanlı Devletini kuran hanedanın dayandığı boy ve ataları ile ilgili verilen bilgilerin oldukça karışık olduğu görülür. Bu bilgilerin sistemleştirilmesi için, tarihî malzeme yanında coğrafî, arkeolojik, etimolojik ve onomastik çalışmalara da önem verilmelidir.
Osmanlı kroniklerinde kuruluş dönemi ile ilgili karmaşık bilgiler aşağıda sıralanmıştır.
1. Yafes Meselesi
Semavî dinlerde, insanlığın ikinci atası olarak Nuh peygamberin adı geçer. Buna göre Tanrının tufan ile inançsızları cezalandırması sonucu, yeryüzünde yalnız Nuh ve ona inananlar kalmıştır. Kutsal kitaplarda Nuh’un oğulları Sâm, Hâm ve Yafes insanoğlunun ataları olarak sivrilmişlerdir.
Yeryüzündeki ırkların Nuh’un oğullarından türediği fikri hâkimdir ve ırklar bu üç isim etrafında tasnif edilmeye çalışılmıştır. Tevrat’ta Nuh’un bu üç oğlundan türeyen ırklar ayrıntılı olarak açıklanmıştır.[22] Buna göre, Yafes’ten beyaz ırk, Sam’dan Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı ve Ham’dan Kuzey Afrikalılar türemiştir. Bu bilgiler, diğer semavî dinlerde de etkili olmuştur. Türklerin Yafes soyuna dayandığına dair Tevrat’ta yer alan semit jenealojisi, Türk düşünce hayatında da yer edinmiştir.
Nuh’un oğullarına dayanan şecereler sayesinde, ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelendirme en üstün ırk ve toplum anlayışını meşru kılmayı amaçlamıştır. Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığına çeşitli kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu, hem Yafes kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerlidir. Buna karşın Ham neslinden gelenler, babaları Nuh’un lanetine uğradıkları için kıyamete kadar Yafes ve Sam soyuna hizmet etmeye mahkum olmuşlardır. Irkların saflığını ve üstünlüğünü korumak gerektiği fikri çeşitli yapılanmaları da beraberinde getirmiştir. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları yasak olduğu gibi, Ariler de benzer uygulamaları Hindistan’da yürütmüşler ve kast sistemini oluşmuşlardır. Kast sisteminin en üstünde Ari soyundan Brahmanler yer almıştır. Onların diğer kastlarla evlenmeleri bir yasaklanmıştır. Bu adetler, kavimlerin varlıklarını koruma güdülerini anlatır.
Göçebe toplumların sıraladığı soy cetvelleri, üstün ırk anlayışından ziyade aşiret üyelerini bir arada tutmaya yöneliktir. Bu sayede, aralarında kan bağı bulunan topluluğun bütün fertleri arasında dayanışma duygusu güçlendirilmek istenir. Bulanık soy ağaçlarında ilk ataların berraklığı, ortak atalara yapılan özel vurgu ve ortak tarihî geçmişe yapılan göndermeler, aşiretler arası yakınlaşmayı tesis etmiştir. Kandaş aşiretler arasında ortak atalar, birlikteliği sağlayan önemli unsurlardır.
Yafes’in Türklerin atası olduğu hakkında ilk Osmanlı kroniklerinde ve soy kütüklerinde yer alan bilgiler, çeşitli aşiretlerden meydana gelen konferatif yapının ilk eklemini teşkil etmiştir. Bunun yanında, İslâmî kaynaklarda Rum’un, Yafes’in oğulları arasında zikredildiği görülür. Bu söylem, Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’de yayılmasını meşru gösteren olaylar ile birlikte mütalaa edilebilir. Nitekim Osmanlıların İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri döneme rastlayan eserlerde, onların İbrahim oğlu İshak nesline mensup olduklarına dair şecereler uydurulmuştur. Osmanlı hanedanının, Nuh’un oğlu Sam’a kadar uzatılan bu soykütükleri aracılığıyla Hz. Muhammed neslinden geldiği iddia edilir. Osmanlıların, İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri dönemlerde bu söylemin bir siyasî araç olarak kullanıldığı anlaşılır. Neşrî, Osmanlıların ve Kayının kökeni sayılan Oğuz’un, Sam neslinden gösterilmesini yanlış bir düşünce olarak değerlendirir. Ona göre bu düşüne Acem’in “taassubât-ı şenî‘asından” kaynaklanmaktadır.[23] Bu görüş daha sonra İdris-i Bitlisî tarafından da değerlendirilmiştir. Bitlisî ekolünü takip eden tarihçiler, Osmanlıların Sâm neslinden olduğunu iddia etmişlerdir.
2. Oğuz Han Meselesi
Osmanlı hanedanının, Türk tarihinin efsanevî hükümdarı Oğuz’a dayandığı düşüncesi, tarihten ziyade şifahî kültürün bir ürünüdür. Diğer bir ifadeyle bu söylem, uç ve göçebe toplumlarında hâkim olan destan ve efsane geleneğinin bir mahsulüdür. Ancak bu efsanenin tarihi bir önem taşıdığı, Osmanlıların soyluluklarının ve siyasî üstünlüklerinin kaynağını oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.
15. asırda Anadolu beylikleri ve devletleri arasında Oğuz-Türkmen geleneği canlılığını koruyordu. Osmanlı Beyliğinin, Anadolu’yu yayılma alanı içine dâhil etmesi ile bu geleneği, kendi siyasî çıkarları için dönüştürdükleri görülür. Osmanlıların Oğuz soyundan oldukları söylemi, I. Murad’ın hükümdarlığından sonradır. Bu hükümdar döneminde gevşek vassallık bağları ile bağlı Türkmen beylikleri ve göçebe aşiretler, Oğuz geleneği sayesinde Osmanlı Devleti’ne dahil edilmek istenmiştir. Efsanevî hükümdar Oğuz Han ve torunlarıyla ilgili destanlar, kahramanlarını aşiret reisleri olarak sundukları için, Osmanlı hanedanının da bir aşirete dayanması gerekiyordu.[24] Üstelik bu dayanak onlara, Türkmen beylikleri içinde itibar kazandıracak ve “biz” duygusunu pekiştirecekti. Nitekim bu uygulamanın daha vurgulu bir şekli, Ankara bozgunundan sonra ortaya çıkmıştır. Oğuz Han’a ve bilhassa Kayı’ya yapılan özel vurgular onların, Timur’un doğudaki vassallarından daha üstün görünmelerini sağlamıştır.[25] Böylece askerî ve siyasî bir başarısızlık, siyasî bir propaganda ile kapatılmak istenmiştir. II. Murad döneminde, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde hakimiyetlerini perçinlemek isteyen Osmanlılar, Oğuz geleneğini siyasî amaçla yeniden değerlendirmişlerdir.
Oğuz Han destanının, İslâmiyetin kabulünden sonra göçebe Türkmen aşiretleri arasında yeni bir versiyonu türedi. Buna göre, Oğuz Kağan, “dinsiz” bir toplumda Müslüman kimliği ve yakınındakileri İslâm’a davet eden özelliği ile temayüz eder. Onun bu özelliği tam da “gaza ve cihad” anlayışı ile örtüşür. Neşrî, Oğuz Han’ın babası Kara Han hakkında bilgi verirken onun, “dinsiz, kafir ve cebbar” biri olduğundan Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdiğinden bahseder. Ancak oğlu Oğuz destanlarda, anasından doğar doğmaz Müslüman olan harika bir çocuk olarak resmedilir. Neşrî bu abartılı ifadeleri tarihine almamış ise de, onun Müslüman olduğu konusunda destanlarla hem-fikirdir. Buna göre, Kara Han’ın “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teâlâ anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti… Ve etrâkden kavmini evvel Allahü teâlâya davet eden budur… Bu hudâperest olub halkı hakka davet itmeğin, atasıyla vahşet-i azim oldu… Oğuz’la atası Kara Han arasında yetmiş beş yıl kıtal-i kesire vaki olub âhirü’lemr Kara Han maktul olub Oğuz atası elinde olan memalike bi’l-külliye malik olub, sıyt u sedası artub şarkdan garbe varınca rûy-i zemîne müstevlî oldu.”[26] Neşrî, bu anlatımını daha da ileri götürüp Oğuz’un İbrahim peygambere iman ettiğini yazar. Böylece Hz. Muhammed ile Oğuz arasında dolaylı bir yakınlık kurar. Oğuz Han’ın müvahhid kimliği ve tektanrılı bir dine mensup olması, Türklerin İslâmî kimliğine de bir göndermedir. Ancak, asıl önemli olan, onun tevhid bayrağını şarkdan garbe dalgalandırmasıdır. Osmanlılar da, tıpkı ataları Oğuz Kağan gibi bu tevhid anlayışının temsilcisidirler.
Osmanlıların, 15. yüzyılda Oğuz geleneğine kazandırdıkları yeni çehre, onlara hükümdarlık hakkı veren siyasî bir söylem olmasının yanında, muhakkak ki dinî içeriklere de sahipti. Ancak Yafes ile Oğuz Kağan arasındaki ataları hakkında fazla bilgi bulunmayan Osmanlıların, bu puslu dönemdeki atalarının bir kısmı puta tapan kimseler olarak anılırlar. Ancak Oğuz Kağandan sonradır ki, Osmanlıların ataları tevhid inancını bayraklaştırmış ve İbrahim’den itibaren peygamberlerin hizmetinde yer almışlardır. Bayatî’nin, Osmanlıların atalarını peygamberlerin hizmetinde yer almış kimseler olarak sunması ile bu görüş arasında benzerlik bulunur.[27]
Ancak hemen belirtilmelidir ki, Osmanlıların atalarına yer veren soykütüklerini salt dinî içerikli bir malzeme olarak kabul etmek yanlıştır. Dinî muhtevalı olmasına karşın bu soy kütükleri, siyasal içerikli ve yapay idi. Birçok versiyonu bulunan şecereler, yazılı ve sözlü geleneğin malzemeleri ile oluşturulmuştur. Osmanlıların tarihî bilgiler ile efsaneyi karıştırarak yapma bir soyağacı elde ettikleri görülmektedir. Osmanlılar, sıralanan bir çok ata ile doğrudan Oğuz Han’a bağlanırlar. Üstelik dip ata olarak Yafes ve Sam ismini veren iki farklı gelenekte Oğuz ismi ortaktır. Bu yapay soyağaçları sayesinde Osmanlılar, soyları Oğuz Han’a daha dolaylı bir şekilde dayalı olarak tarif edilen komşu Türk hanedanları karşısında üstünlüklerini kanıtlamış ve Oğuz destanlarına aşina Türk tebaaya hükmetmesini meşru kılan bir araç elde etmişlerdir.
Oğuz geleneğini yansıtan bu yapma şecereler uzun süre varlığını devam ettirmişse de, Osmanlıların İslâm dünyasındaki rollerinin artmasına ve tartışılmaz üstünlüklerine paralel olarak, soyağacına dayalı meşruiyet araçlarının yerini İslâmî referanslar almıştır.
3. Gök Alp- Gün Han ve Kayı Meselesi
Nuh ve Oğuz hakkında hem-fikir olan kroniklerdeki kırılma noktası, Oğuz’un oğlu etrafında toplanır. Hemen tüm kronikler Osmanlıların Oğuz’un Gök Alp neslinden olduğunu yazarlar. Ancak, Bayatlı Hasan, Osmanlıların Gün Han neslinden olduğu hususunda ısrar eder. Üstelik Gök Alp neslini savunan kaynaklarda Gün Han’ın oğlu Kayı Han da zikredilmez. Kayı ismi yalnızca Bayatî’de zikredilir (Aşağıda verilen tabloya bakınız).
Tarihî kaynaklardaki bilgiler dikkate alındığında, Osmanlıların hangi boya mensup olduğunu tespit etmek zordur. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman, Behcetü’t-tevârîh, Âşıkpaşazâde Tarihi gibi ilk kroniklerde Osmanlılar’ın Oğuzlar’dan oldukları zikredilmekle birlikte boy adı verilmez. Ancak Yazıcızâde’nin Selçuknâme’si, Câm-ı Cem-Âyin, Düstûrnâme-i Enverî gibi kaynaklarda Osmanlılar’ın Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Kayılar Bozoklar’ın en büyük temsilcisi Gün Han’ın oğludur. Ancak Gök Alp’e dayanan şecereler dikkate alınırsa Osmanlıların Üçoklar’a mensup olabileceği de düşünülebilir.[28] Bu meyanda değerlendirilmesi gereken Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarını tasnifi her bakımdan dikkat çekicidir. Kâşgarlı’da verilen listede yirmi iki boyunun ismi zikredilse de, XI. yüzyılda Oğuzlar’ın 24 boydan teşekkül ettiği bilinmektedir. Divânü Lügati’t-Türk’teki listede Oğuz boyları o zamanki kudret ve şöhretlerine göre sıralanmıştır.[29] Selçukluların mensup olduğu Kınık boyunun en başta yer alması siyasî güçleri ile yakından alakalıdır. Kâşgarlı Mahmud, Bağdat’ta eserini yazdığı sırada burası Selçukluların nüfuzu altına girmişti.[30] Divan’ın bu siyasî gelişmeler sırasında yazıldığı ve Kınıklar’ın bu tarihlerde sivrildiği anlaşılmaktadır. Oğuz boylarının en eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edilmiş listesini veren Reşideddin ise, Kınıkları, Oğuz boyları arasında en sonda verir. XIV. yüzyılda Selçuklular çökmüş, Moğolların nüfuzu altına girmiştir.
Osmanlılar’ın siyasî meşruiyet kaynağı olarak Kayı boyuna yaptıkları özel vurgu birçok bakımdan dikkat çekmektedir. Oysa, Oğuz geleneğinde hükümdarların Kınık ve Salur boyundan yetiştikleri görülür. Osmanlılar’ın menşelerini Kayı boyuna dayandırmaları ve kendilerini bu iki boydan tefrik etmeleri siyasî bir mesele gibi görülmektedir. Türkmen beylikleri arasında Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’ın neslinden gelen Kayıların, hakimiyetin meşru temsilcisi olduğu şeklindeki yaygın düşünce Osmanlı tarihçileri tarafından işlenmiş ve Kayı dururken hükümdarlığın kimseye çatmayacağı fikri siyasî olarak formüle edilmiştir. Nitekim, Moğol tahakkümünün artması ile uclara yığılan göçebe Türkmen kitlelerinin beyleri, bir kurultay sonucu Osman Gazi’yi han seçmiş ve hükümdarlığın Kayı’nın hakkı olduğunu dile getirmişlerdir.
4. Süleymanşah ve Gündüz Alp Meselesi
Osmanlıların yakın atası ve Ertuğrul’un babası konusunda, kaynakların hemen hepsi Süleymanşah ismini zikrederler. Buna karşın, Karamanî Mehmed Paşa ve Enverî’nın eserinde, Ertuğrul’un babası olarak Gündüz Alp yazılıdır.
Süleymanşah geleneğini benimseyen kronikler onun, İran’da Mahan şahı olduğunu yazarlar. Buna göre, Moğol istilâsı sonrasında kalabalık Oğuz aşiretleri ile Anadolu’ya gelen Süleymanşah, Rum sultanı olmuştur. Burada bir müddet kafirlerle mücadele eden hükümdar daha sonra Türkistan’a geri dönmek istemiştir. Ancak, Caber Kalesi yakınlarında bir kaza sonucu atından düşmüş ve Fırat nehrinde boğulmuştur. Bundan sonra aşireti dağılmış ve muhtelif yerlere dağılmıştır. Küçük bir kitle ise Süleymanşah’ın üç oğlu ile birlikte kalmıştır. Bir müddet sonra Sungur Tekin ve Gündoğdu idaresindeki aşiret mensupları da Türkistan’a geri dönmüşlerdir. Ertuğrul Bey idaresindeki bir grup ise Anadolu’da kalmıştır.
Kroniklerde yer alan bu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı ve kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah’tan başkası değildir. Türkmen muhitlerinde adı unutulmayan Kutalmışoğlu, Osmanlı tarihlerinde de yer almıştır. Bunun Osmanlı’nın Anadolu’daki yayılmacılığını meşrulaştırmak ve Türkmen Beylikleri karşısında siyasî bir güç sağlayacağı kuşkusuzdur. Osmanlı tarihçileri Süleyman’ı ataları göstererek, Anadolu’nun fethi başarısını kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Selçuklu Devleti’nin varisi olmak için uydurulmuş bir isim olabileceği de akla gelebilir. Ancak Osmanlılar bu konuda diğer Türkmen beylikleri gibi ısrarcı olmuşa benzemez. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak Sultan I. Alâeddin Keykubad’ı kabul ederek, kendilerini bu iddialardan uzak tutmuşlardır. Kroniklere göre onlar, Şüleymanşah’ın önderliğinde Anadolu’ya Selçuklulardan önce gelmiş ve burada birçok mülkü ele geçirmişlerdir.
Gündüz Alp ismini telaffuz eden kaynaklarda ise, Süleymanşah etrafında oluşturulan kurgu kadar bilgi yoktur. Anlaşılan Gündüz Alp, Kutalmışoğlu kadar tarihin, edebî metinlerin ve şifahî kültürün konusu olmamıştır.
Sonuç olarak, kaynakların Osmanlı hanedanının soykütüğünden bahseden kısımların farklılıklar arz etmesi, bugün genel kabul gören Kayı adı ve Oğuz geleneğini sislerle örtmüştür. Bu sis perdesinin aralanması bugünkü bilgilerle mümkün gibi görülmemektedir. Ancak bu yapay şecerelerin kısaltılmış birer dünya tarihleri olduğu ve tarihî bir malzeme olarak göz ardı edilmemesi gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.
[1] Rudi Paul Lindner, OrtaÇağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar (çev. Müfit Günay), Ankara 2000, s.50.
[2] M. Fuad Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28, Ankara 1943, s.212-303.
[3] R. Paul Lindner, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet”, Söğüt’ten İstanbul’a (Der. Oktay Özel- Mehmet Öz), Ankara 2000, s.424.
[4] Yazıcızâde Ali. Tevârih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, Nu: 1391, v. 444a-444b.
[5] Üçler Bulduk, “Osmanlı Kroniklerinde Türk-Oğuz Şecereleri ve Kayılar”, Uluslararası Osmanlı Tarihi Sempozyumu (8-10 Nisan 1999) Bildirileri, İzmir 2000, s.4-5.
[6] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1994, s.73.
[7] “Hangisinin kabilesi çok ise ondan padişah seçerler”. Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime (Türklerin Soy Kütüğü) haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. (t.y.), s.56.
[8] Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, “Tevârîh-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s. 92; Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ I (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), Ankara 1949, s. 57.
[9] “Gündüz Alp, Er Duğrıl anunla bile
Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi
Olmış idi-ol yolda anun arkadaşı” bk. Ahmedî, “Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.8.
[10] Şükrullah, “Behcetü’t-tevârîh” (çev. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.51.
[11] Şükrullah, a.g.e., s.51.
[12] Âşıkpaşaoğlu a.g.e., s. 92.
[13] Âşıkpaşaoğlu, a.g.e., s.52-53.
[14] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, “Cam-ı Cem-Âyin” (sad. F. Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.381-394.
[15] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, a.g.e., s.395.
[16] Rudi Paul Lindner, a.g.e., s.56.
[17] Mehmed Neşrî, a.g.e., s. 55-57.
[18] Mehmed Neşrî, a.g.e., s.57.
[19] Oruc b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Franz Babinger, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch), Hannover 1925, s.4.
[20] Mükrimin Halil [Yinanç], Düstûrnâme-i Enverî. Medhal, İstanbul 1929, s.88.
[21]Düstûrnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil), İstanbul 1928, s.73-81; Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî. Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), İstanbul 2003.
[22] Tekvin, 10:1-32.
[23] Bk. Neşrî, a.g.e., c.1, s.57.
[24] Colin İmber, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), ed. Elizebeth A. Zachariadou, İstanbul 1997, s.75.
[25] Aldo Gallotta, “ ‘Oğuz Efsanesi’ ve Osmanlı Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1997, s.46.
[26] Neşrî, a.g.e., c.1, s.11.
[27] bk. Hasan b. Mahmûd Bayâti, “Câm-ı Cem-Âyin”, (sad. Fahrettin Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947.
[28] Oğuz Boyları hakkında geniş bilgi için bk. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul 1999.
[29] Besim Atalay, Divanü Lugati’t-Türk Tercümesi, Ankara 1998, s. 65-68.
[30] Omeljan Pritsak, “Mahmud Kaşgarî Kimdir”, Türkiyat Mecmuası, c.X, İstanbul 1953, c. 245-246.
Alıntı
OSMANLI DEVLETİ’Nİ KURAN HANEDANIN SOYKÜTÜĞÜ
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu hakkında yapılan çalışmalar, romantik milliyetçiliğin tesirleri ile 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir ivme kazandı. P. Wittek, H. A. Gibbons, J. Marquadrt, F. Köprülü, Z. V. Togan, H. İnalcık gibi tarihçilerin kaleme aldığı ve kuruluş ile ilgili ileri sürdükleri nazariyeler uzun süre tarihçileri meşgul etti. Bugün dahi Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili öne sürülen yeni görüşler bu nazariyelerden etkilenmiştir. Söz konusu görüşler arasında bilhassa “Osmanlıların menşeinin Kayılara dayandığı” yönündeki nazariye genel kabul görmüş gibidir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili farklı görüşlerin mevcudiyeti ve bu konunun her zaman tarihçileri meşgul etmesi, kuruluş dönemi ile ilgili tarihî malzemenin eksikliğinden kaynaklanır. Konu ile ilgili bilgi veren kaynaklar, daha sonraki dönemlere aittir ve ilk kaynak, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilen 1299 yılından yaklaşık bir asır sonra kaleme alınmıştır.
Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından bahseden ve geç devirlere ait kaynaklarda yer alan bilgiler, bugün Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili bilgilerimizin kaynağını teşkil eder. Bir asır gibi uzun bir süre sonra kaleme alınan bu eserlerde tarihî hakikatler ile destansı özellikler, hayal mahsulü unsurlar, gerçek ve sıra dışı olaylar iç içe geçmiştir. Bunları birbirinden ayırmak hayli zordur. Üstelik 15. yüzyılın tarih yazarları, 13. yüzyıl gerçeğine romantik bir zaviyeden bakmışlar; ellerindeki kaynaklar arasındaki farklılıkları, tutarsızlıkları, dağınık bilgileri kendi içinde uyumlu bir “masal”a çevirerek anlatmışlardır.[1] Bu masallar, 15. yüzyılın hâkim olan anlayışı ile şekillenmiştir. Bu yüzden ilk dönem kroniklerine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Ancak kroniklerdeki tarihî hakikatler de göz ardı edilemez.
Osmanlı hanedanının mensup olduğu boy olarak bilinen Kayı hakkında bugün genel bir kanaat oluşmuştur.[2] İlk dönem kaynaklarında bu konuda kısmî bilgilere tesadüf edilmekte ise de, Kayı menşei fikri, o dönemin siyasî ve sosyal gelişmeleri ile birlikte değerlendirilmelidir. Siyasî olaylar nazara alındığında, ilk kroniklerin yazıldığı yıllarda Osmanlı ordusunun Ankara Savaşı’nda (1402) Timur karşısında hezimete uğradığı, devletin otorite boşluğu yaşadığı ve Osmanlı hakimiyetine giren birçok Türkmen beyliğinin bağımsızlıklarını yeniden elde ettikleri görülür. Osmanlı Devleti’nde yaşanan otorite boşluğu, onu yeni siyasî oluşumlara itti. Diğer yandan ise meşruiyetini kanıtlaması için uğraşılar içine girmesine sebep oldu. Oğuz geleneği canlandırılmaya çalışıldı. İlk dönem kroniklerinde “aşiret merkezli bakış açısı” hakim unsur olarak ortaya çıktı. Osmanlıların Oğuz boyundan olduklarına dair söylemleri ve bu doğrultudaki politikaları, tâbi Türkmen aşiretlerini ortak bir ülkü etrafında toplamayı amaçlıyordu. Bu sayede Osmanlılar, Timur’un hakimiyetini kabul eden beyliklere karşı üstün olduklarını iddia edebilirlerdi. Kayı boyunun Oğuzlar arasındaki itibarını ön plana çıkaran Osmanlılar, ahir zamanda saltanatın bu boyda olacağı şeklinde politik söylemler geliştirdiler.
Kroniklerde Osmanlıların etnik menşei hakkında verilen bilgiler farklılıklar arz eder. Söz konusu eserlerin bir kısmında Osmanlıların Oğuzlardan olduğu kaydedilirken boy ismi verilmez. Bir kısım eserlerde ise Kayı boyu ön plana çıkarılır. Ancak bütün eserlerin ittifak ettiği nokta Osmanlıların –boy nazara alınmazsa- Oğuzlardan olduğudur. Osmanlı döneminde Oğuz deyimi, geçmişte kalan etnik bir tanımlamadan ibaretti. Oğuz menşei fikrinin kaynağı tarihten çok söylenceye, bir başka deyişle efsaneye dayanıyordu. Tıpkı diğer Türkmen aşiretleri gibi Osmanlılar için de Oğuz, siyasî meşruiyetin ve asaletin kaynağı idi.
Osmanlıların etnik menşeini Kayılara ve Oğuzlara dayandıran kroniklerde, Osman Gazi’nin soy kütüğü verilir. Ekseriyetle Nuh’un oğlu Yafes’in ilk ata olarak yer aldığı bu soy kütüklerinde, Oğuz ismi ortaktır. Şecerenin ilk ve son kısımlarında zikredilen atalar çoğunlukla ortak olduğu halde, orta dönemde isimler karışmış veya boşluklar meydana gelmiştir. Bu tip şecereler aşiret soy ağaçlarının karakteristik özelliğidir. “Bulanık soy ağaçları, aşiretin, saldırı ya da dış tehditlere karşı savunma veya köylüler ve göçerlerin kaynakları en iyi bir şekilde kullanmalarını sağlama hususundaki ortak menfaatini paylaşan herkesin bir araya gelmesini olanaklı kılar.”[3] Üstelik şecerelerin orta kısımları, aşirete katılan yeni üyelerin atalarının da yer alacağı bir zemin / kontenjan oluşturur. Şecereler, topluluk arasında bir siyasî sözleşme rolü üstlenir. Böylesine bulanık soy kütükleri, erken dönemde aşiretler konfederasyonundan müteşekkil Osmanlı Beyliği’nde, aşiretlerin ortak bir ülkü ve menfaat etrafında toplanmalarını sağlamıştır. Nitekim soy ağaçlarında, Türkmen aşiretlerinin ortak atası olarak Oğuz Han’ın yer aldığı görülür. Bununla birlikte Osmanlıların ataları arasında zikredilen Bayundur, Döger, Kayı, Çavuldur, Salgur, Toturga, Eymür gibi isimler, aynı zamanda Oğuz boylarının adlarıdır. Bu isimlerin, Osmanlı Beyliği’ni meydana getiren konfederasyona mensup aşiretler olduğu düşünülebilir. Yazıcızâde’nin Târîh-i Âl-i Selçuk adlı eserinde, Türkmen beylerinin meşveret ettikleri, hanlığın Kayı boyunun hakkı olduğunu, bundan dolayı Osman Bey’i han seçtikleri yazılıdır.[4] Osman’ın muhtelif Türkmen aşiretlerinden müteşekkil konfederasyona, bu meşveret sonrası önderi olduğu söylenebilir.
İlk dönem kroniklerinde, Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında verilen bilgiler arasında farklılıklar vardır. Bunlar genellikle birbirinin mütemmimidir. Kroniklerde sunulan şecereler dikkate alındığında bunları üç gruba tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler Oğuz geleneğini, ikinci gruptakiler İslâmî geleneği yansıtırlar. Üçüncü grubu temsil eden eserlerde ise Osmanlı hanedanının yakın dönem ataları konu edilmiştir.[5] Bununla birlikte Oğuz geleneğini yansıtan kaynakları da iki grupta tasnif etmek mümkündür. Birinci gruptakiler, Osmanlıların menşeini Oğuz Han’ın büyük oğlu Gün Han’a dayandırır. İkinci gruptaki şecerelerde ise Oğuz Han’ın küçük oğullarından Gök Alp ismi yer alır.
Osmanlıların Kayı menşeinden bahseden eserlerin ilki Yazıcızâde Ali’nin Selçuknâme adı ile de bilinen Târih-i Âl-i Selçuk isimli eseridir. II. Murad’ın emriyle İbn Bibî’nin el- Evâmirü’l- alâ’iye fî’l-Umûri’l-alâ’iye isimli eserini Türkçe’ye tercüme eden Yazıcızâde Ali, bu esere Kayı boyunun üstünlüğünü ifade eden bazı cümleler de eklemiştir. Onun, Osmanlı hanedanının meşruiyetini ispatlamak için büyük bir gayret içinde olduğu görülür. Bu dönemde derlendiği bilinen Dede Korkut Destanları da siyasî olaylarından bağımsız ele alınamamış; Kayı motifi bu destanlara da sinmiştir. İslâm öncesi şaman unsurları ile veli-ozan kimliğini bünyesinde barındıran Dede Korkut, bir kehanette bulunmuş ve âhir zamanda saltanatın Kayılar’da kalacağının beşâretini vermiştir.[6] Destanlarda bu konuya yer verilmesi, doğu ve batı Türklüğü arasında bir köprü görevi gören ozan sayesinde Kayı boyuna bir meşruiyet kaynağı aramak amacıyladır. Bu uğraşılar sayesinde Osmanlılar, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde üstünlük iddia edebilmiş ve kendilerini Doğu’daki hanların muâdili gösterebilmişlerdir.
Bununla birlikte, Osmanlıların neseplerini, Kınık ve Salur gibi Oğuz boylarının en itibarlıları dururken Kayı boyuna isnat etmesi izah edilememektedir. Selçuklu Devleti’ni kuranların Kınık boyuna mensup olduğu hesaba katılırsa Osmanlıların, kendilerini Selçuklulardan tefrik etmek istedikleri düşünülebilir. Salur ve Kınık boyuna karşı Kayı’nın üstünlüğünün iddia edilmesi, Osmanlıların taze bir güç olarak ortaya çıkmak istemeleri veya konfederasyonu oluşturan aşiretler arasında Kayıların en kesif grubu teşkil etmeleri ile ilgili olmalıdır. Kroniklerde, Kayılar’ın elli bin nüfusu aştıkları hakkında verilen abartılı bilgiler dikkate alınırsa, Osmanlıların güçlü bir siyasî dayanak aradıkları anlaşılır. Nitekim, “Türk hakimiyet anlayışı”nda göz ardı edilen nüfuz ile hakimiyet arasındaki ilişki ile açıklanabilir.[7] İlk dönem tarih eserlerinde, Ertuğrul Gazi’nin babası olarak anılan Süleymanşah’ın, 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır.[8]
Şair Ahmedî’nin İskendernâme isimli eserinin sonuna eklediği “Dâsitan-ı Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman”da Osmanlıların hangi boya mensup olduğuna dair bilgiye tesadüf edilmez. Bununla birlikte, Ertuğrul Gazi’nin yanında Gündüz Alp ve Gök Alp gibi Oğuz’dan bir çok kişinin yer aldığı kayıtlıdır. Ahmedî’nin, diğer kaynaklarda Osmanlı hanedanının ataları arasında sayılan Gündüz Alp ve Gök Alp’ı Ertuğrul Gazi’nin savaş yoldaşları arasında değerlendirmesi dikkat çeker.[9] Bu açıklamalardan Ertuğrul Gazi, Gündüz Alp ve Gök Alp’in idaresinde teşekkül etmiş bir aşiret konfederasyonunun, Sultan Alaeddin’in ordusunda yer aldığı anlaşılmaktadır.
Ahmedî’nin eserinde, Osmanlı hanedanının Oğuzların hangi boyuna mensup olduğuna dair herhangi bir ifadenin yer almadığı, buna mukabil sonraki kaynaklarda Kayı boyunun ön plana çıkarıldığı görülür. Bu gelişme, II. Murad dönemine rastlaması, Ankara Savaşı’nın açtığı derin yaraların izlerinin yavaş yavaş kapandığı döneme rastlar. Osmanlı Devleti’nde siyasî istikrarın sağlanması ve devletin giderek güçlenmesi Kayı tezinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Üstelik, bu dönemde yazılan eserlerde, Ahmedî’nin tarihinde izlerine rastlanmayan ve Osmanlıların atası olarak kabul edilen Süleyman Şah ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere tarihî bir kişilik olan Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusudur. Kroniklerde Süleyman Şah’a yer verilmesi, Osmanlıların Selçuklu Devleti’nin varisi olma iddiasında olmalarına zemin hazırlayan bir etken olarak değerlendirilebilir. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman’ların hemen hepsi Osmanlı Devleti’nin başlangıcını, Süleymanşah’ın Anadolu’ya gelişi ile başlatırlar.
Osmanlı hanedanının soy kütüğü hakkında, Oğuz ve İslâmî versiyonları birleştiren Şükrullah’ın Behcetü’t-tevârîh isimli eserinde anlattıklarına diğer kaynaklarda tesadüf edilmez. Şükrullah, 1449 yılında II. Murad’ın emriyle Karakoyunlu hükümdarı Mirza Cihanşah’a elçi olarak gönderilmiştir. Tebriz’de Cihanşah ile görüşen Şükrullah, orada Uygur harfleri ile yazılmış bir Oğuznâme görmüştür. Eserinin ilk tertibinde Cihanşah’ın Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduklarına dair kendisine bilgi verdiğinden bahseden Şükrullah, bu kaynağa dayanarak Osmanlıların nesebini sıralar. Buna göre Osmanlıların soyu, Oğuz oğlu Gök Alpa dayanır. Gök Alp oğulları, Kızıl Buğa oğlu Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişir.[10] Şükrullah’ın bu açıklamalarda Oğuz ve Selçuklu geleneğini birleştirerek Osmanlılara mal ettiği görülür. Buna paralel olarak Ertuğrul Gazi’nin, Selçuk soyu ile birlikte Anadolu’ya geldiğini yazar.
Behcetü’t-tevârîh’in ikinci tertibinin yapıldığı Fatih Sultan Mehmed döneminde, Karakoyunlular ile Osmanlıların akraba olduğunu belirten cümleler eserden çıkarılmıştır. Bunun yerine şu ifadelere yer verilir: “Er Tuğrul, Oğuz oğullarından biridir. Kızıl Buga oğlu Kaya Alp oğlu Süleymanşah’ın oğludur. Kırk beşinci göbekte Nuh oğlu Yâfes oğlu Kavı Han oğlu Kara Han oğlu Oğuz oğlu Gök Alp ile Nuh’a ulaşan Er Tuğrul, Süleymanşah’ın oğlu, Osman Beğin de babasıdır.”[11] Osmanlıların Karakoyunlular ile akraba olduğuna dair verilen bilgilerin ikinci tertipte çıkarılmasının sebebi Fâtih’in merkeziyetçi politikası ile yakından ilgilidir. Fatih, Osmanlı hanedanına muadil ikinci bir hanedan kabul etmediği için bu ifadeleri hoş karşılamamış ve Şükrullah da bunları çıkarmıştır.
Osmanlıların nesebi hakkında bilgi veren bir diğer kaynak ise Âşıkpaşazâde’dir. Onun, Osmanlılar’ın ilk dönemi hakkında Yahşi Fakih’in Menâkıbnâme’sinden faydalandığı bilinmektedir. Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eserinde Âşıkpaşazâde, Ertuğrul’un atalarını sıralarken Oğuz ve İslâmî geleneği birleştirir. Ertuğrul’un atalarını sıralayan Âşıkpaşazâde, Osmanlıların Oğuz’un oğlu Gök Alp soyundan geldiğini, ilk atasının ise Nuh’un oğlu Yafes olduğunu yazar.[12]
Bunun yanında Âşıkpaşazâde tarihinde, Osman Gazi’nin dedesi Süleymanşah’ın aşiretler konfederasyonundan müteşekkil 50 bin kişilik konar-göçer kütlesi ile Anadolu’ya geldiği kayıtlıdır. Oldukça mübalağalı bir rakam olan bu kütle içinde muhtelif Türkmen boylarının olduğu anlaşılıyor. Süleymanşah bu kalabalık grup yanında Acemleri de (Selçuklular olması muhtemel) komutası altına alarak kafirler ile savaştı. Bir süre bu topraklarda gaza ve akın faaliyetlerinde bulunan Süleymanşah, Türkistan’a dönerken Caber Kalesi yakınlarında Fırat Nehri’nde boğuldu. Bu olayın akabinde konfederasyonu teşkil eden gruptan Dögerler, Caber yakınlarına yerleşti. Büyük bir kısmı ise muhtelif yerlere dağılarak Şam Türkmeni (Suriye Türkmenleri), Anadolu Türkmen ve Tatarlarını meydana getirdiler.[13] Geriye kalan küçük bir grup ise, Süleymanşah’ın oğulları Sengur Tegin, Ertuğrul ve Gündoğdu’nun maiyetinde kaldılar. Bu küçük grup Sürmeli Çukuru’na geldiğinde Sungur Tekin ve Gündoğdu Türkistan’a geri döndüler. Ertuğrul, kardeşlerinden ayrılarak, mahiyetindeki dört yüz çadır ile bir müddet Sürmeli Çukuru’nda kaldı. Daha sonra ise, Sultan Alâeddin’in memleketi Anadolu’ya geldi.
Osmanlıların ataları hakkında bilgi veren kaynaklar arasında Karamanî Mehmed Paşa’nın Tevârîhü’s-selâtînü’l-Osmâniye, ayrı bir yere sahiptir. Mehmed Paşa’ya göre Osmanlıların atalarından olan ve Ahlat’ta ikamet eden Kayık Alp’ın soyu, 21. göbekten Nuh’un oğlu Yafes’in çocuklarından Oğuz Han’a dayanır. Kayık Han, Moğolların Bağdat’ı işgali üzerine Selçuklu sultanı ile Anadolu’ya kaçmıştır.
Mehmed Paşa’nın, Ertuğrul’un babası hakkında verdiği bilgiler diğer kaynaklardan farklıdır. Buna göre Ertuğrul’un babası Süleymanşah değil, Gündüz Alp’tir. Kafirlerle uzun süre mücadele eden Gündüz Alp, Kızıl Saray’da ölmüştür.
Osmanlı hanedanının nesebi hakkında en ayrıntılı bilgi Hasan bin Mahmûd Bayatî’nin Câm-ı Cem-Âyin adlı eserinde yer alır. II. Bayezid ile yaptığı saltanat mücadelesinde yenilen Cem Sultan, Mısır’a kaçmıştı. Hac ödevini yerine getirmek için gittiği kutsal topraklarda Bayatî ile karşılaşan Cem, ondan Osmanlı sülalesinin ataları hakkında Oğuznâme’de yer alan bilgileri derleyerek bir kitap yazmasını istedi. Bayatî bir hafta gibi kısa bir sürede eserini tamamlayarak Cem Sultan’a sundu. Bayatî’ye göre Osmanlıların soyu, Nuh’un oğlu Yafes’e dayanır. Şecere’de Oğuz Han oğlu Gün Han, Osmanlıların atası olarak zikredilir.[14]
Bayatî’nin eserinde yer alan şecere, birçok bakımdan diğerlerinden farklıdır. Osmanlıların ataları arasında saydığı kişilerin hayatları hakkında cüz’î bilgiler verir. Şahıs isimlerinin, -bir bakıma- etimolojisi üzerinde durur.
Bayatî’nin tarihinde dikkate değer bir diğer husus, Gün Han’ın oğlu Kayı’nın ölümünden sonra hükümdarlığın, adı ile anılan boyun elinden çıkmasıdır. Kayı Han’ın ölümü üzerine Turmış Han çok küçük yaşta tahta geçti. Onun küçük yaşta olmasını fırsat bilen akrabaları idareye el koydular. Böylece kağanlık bir başka boyun eline geçti. Çamur Han ve Toğmış Han’ların hayatları ile ilgili verilen bilgiler dikkate alınırsa bu boyun Salurlar olduğu anlaşılır. Kayılar, bu boyun hakimiyetini kabul ettiler ve boyun ileri gelenleri idarede görev aldılar. Yine Bayatî’nin verdiği bilgiye bakılırsa H. 250 (M. 864) yılı dolaylarında, Salur soyundan Ağa İni’nin tahtan feragati üzerine, Kınık boyundan Kerekicü oğlu Tokmurşak oğullarından Lokman, Han oldu. Ancak H. 699 (M. 1299) yılında Osmanlıların ikbal yıldızı parlamaya başladı. Selçukoğulları’ndan tahta çıkacak kimse kalmadığı için Anadolu’da saltanat işleri karıştı. Bunun üzerine uç bölgelerindeki gaziler bir araya gelerek Osman Gazi’nin sultan olması yönünde karar aldılar.[15] Bayatî’nin yazdıklarından Osman Gazi’nin, Kayılar’ın gasp edilmiş hakimiyet haklarını geri aldığı izlenimi doğar. Bu anlatımda II. Bâyezid dönemine de bir gönderme vardır. Eserini Cem Sultan adına kaleme aldığı düşünülürse Mahmud’un “Osman Bey’in sınır gazileri tarafından sultan olarak seçilmesini, saray bürokratlarının ve yeniçerilerinin seçimi olan II. Bayezid’e karşı Cem’in taraftarlarını desteklemek için tarihsel bir paralellik ve destek olarak sunmuş olabilir.”[16]
Osmanlıların nesebi ile ilgili bilgi veren bir diğer kaynak da Mehmed Neşrî’nin Kitâb-ı Cihannümâ adlı eseridir. Çeşitli kaynaklardaki şecereleri birleştiren Neşrî’nin zikrettiği isimler ile Âşıkpaşazâde ve Bayatî’nin eserlerinde geçen isimler arasında büyük benzerlikler vardır. Neşrî düzenlediği şecerenin kaynağını vermez. “Ancak bu bilgilerin kütüb-i tevârihde mezkûr ve menkûl” olduğunu söyler. Onun yazdığı Osmanlı şeceresi ile Bayatî’nin şeceresi arasındaki benzerliklere rağmen, Gök Alp ismini zikrederek ikinci grupta yer alır.[17]
Neşrî, Osmanlıların ataları hakkında bir başka şecereyi de görmüş olmalıdır. Nitekim, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren farklı bir türün varlığından bizleri haberdar eder. Buna göre Oğuz Han’ın ataları Iys, İshak ve İbrahimdir. Köken olarak Nuh’un Sam adlı oğluna dayanır. Neşrî, bu tezi kabul etmemesine rağmen, Osmanlıların soy kütüğü hakkında bilgi veren ve “tevârîh-i Acem”den etkilenen farklı bir türün olduğu anlaşılıyor.[18]
Şecerelerde Yafes ve Oğuz geleneğini takip bir diğer yazar da Oruç b. Âdil’dir. Oruç, bu nesilden Acem ve Mahan’da padişahlar olduğunu ve bunların risâlete ‘amm-ı itikadları” olduğundan bahseder. Yazarın aktardığı bir diğer bilgi ise, Ebû Müslim-i Mervî’nin bu nesilden olduğudur. Ona göre Osmanlıların menşei, Oğuz Han oğlu Gök Alp’a dayanır.[19]
Osmanlıların nesebi hakkında Oğuz geleneğinin dışında çeşitli görüşler de ileri sürülmüştür. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman’lardan birinde İsfahan’ın Hama şehrinden koparak Anadolu’ya gelen ve Türkiye Selçuklu sultanı Alâeddin’in hizmetine giren Hürmüz Ebu Bekir isimli bir şahsın Ertuğrul Beyin babası olduğuna dair kayıtlar vardır. Bunun yanında İran tarihçiliğinde, Osman Gazi’nin babasının adının Davut Kıpçak asıllı Davut isminde bir bey olduğu yazılıdır. Alâeddin zamanında bu bey, maiyetindeki Türkmen aşireti ile Kefe’den deniz yoluyla Anadolu’ya gelmiş ve uclara yerleşmiş ve Sultanın damadı olmuştur. Alâeddin erkek evlat bırakmadan vefat ettiği için, Selçuklu ümerâsının kararıyla, sultanın tek varisi kızının kocasını yani Osman Gazi’yi sultan tayin ettikleri yazılıdır.[20]
Osmanlıların nesebi ile ilgili bir diğer görüş de onların Arap asıllı ve sahabeden bir kimsenin soyundan geldikleri yönündedir. Buna göre Osmalıların atası, Ebû Ubeyde bin Cerrah’ın amcası oğlu “Iyâs bin Osman” ile Oğuz kavminin hükümdarı Oğuz Tümen Han’ın kızı “Turunç Hatun”un evliliğinden doğan Oğuz Süleyman Han’dır. Düstûrnâme yazarı Enverî, bu rivayete itibar etmiş ve bu konuda ayrıntılı bilgiler vermiştir. Diğer tarihî kaynaklarda Ertuğrul veya Osman Gazi’lere isnad edilen rüyayı Enverî, Iyâs bin Osman’ın gördüğü kanaatindedir. Düstûrnâme’de kayıtlı Oğuz Süleyman Han ile Türklerin efsanevî hükümdarı Oğuz Kağan’ın hayatı hakkında büyük benzerlikler bulunmasına rağmen Enverî, Oğuz adında Yafes’in torunlarından bir kimsenin olmadığı görüşündedir. Uzun süre hükümdarlık eden Oğuz Süleyman soyunun ikbal yıldızı, Selçukluların ortaya çıkması sönmüştür. Enverî, bu soydan gelen Çalış Han’ın Selçuklular tarafından takip edildiği ve bunun üzerine kaçtığını kaydeder. Bunun yanında, Selçuklu soyundan Kutlumuş Beyin amcası oğlu ve Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’den kaçarak Elbrüz dağındaki Çalış’ın yanına geldiği, Oğuz aslından ve Kayı soyundan olması dolayısıyla Çalış’ı hükümdar ilan etmeye çalıştığını yazar. Tuğrul’un takibatından dolayı sürekli yer değiştiren Çalış, nihayet Urfa’ya yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Daha sonra aşiretin başına Ermiş, Gazan, Ertuğrul ve Şah Melik geçmiştir. Şah Melik ve oğulları Gündüz Alp ile Gök Alp’in Selçuklu ülkesini tehdit eden bir ejderhayı öldürmeleri ve daha sonra Tatarları bozguna uğratmaları ikbal yıldızlarının parlamasına sebep olmuştur. Şah Melik ejderhayı katlederken ölmüştür. Enverî’nin zikrettiği ejderha olayı ile Dede Korkut Kitabı’nda geçen Tepegöz hikayesi arasında büyük benzerlikler vardır. Selçuklu sultanı Alâeddin bu hizmetleri karşılığında iki kardeşe Sultanöyüğü’nü bağışlamıştır. Bilâhare iki kardeş birbirine düşmüşler ve ayrılmışlardır. Gündüz Alp’den sonra yerine Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi geçmiştir.[21]
Kroniklerde yer alan bilgiler dikkate alındığında Osmanlı Devletini kuran hanedanın dayandığı boy ve ataları ile ilgili verilen bilgilerin oldukça karışık olduğu görülür. Bu bilgilerin sistemleştirilmesi için, tarihî malzeme yanında coğrafî, arkeolojik, etimolojik ve onomastik çalışmalara da önem verilmelidir.
Osmanlı kroniklerinde kuruluş dönemi ile ilgili karmaşık bilgiler aşağıda sıralanmıştır.
1. Yafes Meselesi
Semavî dinlerde, insanlığın ikinci atası olarak Nuh peygamberin adı geçer. Buna göre Tanrının tufan ile inançsızları cezalandırması sonucu, yeryüzünde yalnız Nuh ve ona inananlar kalmıştır. Kutsal kitaplarda Nuh’un oğulları Sâm, Hâm ve Yafes insanoğlunun ataları olarak sivrilmişlerdir.
Yeryüzündeki ırkların Nuh’un oğullarından türediği fikri hâkimdir ve ırklar bu üç isim etrafında tasnif edilmeye çalışılmıştır. Tevrat’ta Nuh’un bu üç oğlundan türeyen ırklar ayrıntılı olarak açıklanmıştır.[22] Buna göre, Yafes’ten beyaz ırk, Sam’dan Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı ve Ham’dan Kuzey Afrikalılar türemiştir. Bu bilgiler, diğer semavî dinlerde de etkili olmuştur. Türklerin Yafes soyuna dayandığına dair Tevrat’ta yer alan semit jenealojisi, Türk düşünce hayatında da yer edinmiştir.
Nuh’un oğullarına dayanan şecereler sayesinde, ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelendirme en üstün ırk ve toplum anlayışını meşru kılmayı amaçlamıştır. Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığına çeşitli kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu, hem Yafes kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerlidir. Buna karşın Ham neslinden gelenler, babaları Nuh’un lanetine uğradıkları için kıyamete kadar Yafes ve Sam soyuna hizmet etmeye mahkum olmuşlardır. Irkların saflığını ve üstünlüğünü korumak gerektiği fikri çeşitli yapılanmaları da beraberinde getirmiştir. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları yasak olduğu gibi, Ariler de benzer uygulamaları Hindistan’da yürütmüşler ve kast sistemini oluşmuşlardır. Kast sisteminin en üstünde Ari soyundan Brahmanler yer almıştır. Onların diğer kastlarla evlenmeleri bir yasaklanmıştır. Bu adetler, kavimlerin varlıklarını koruma güdülerini anlatır.
Göçebe toplumların sıraladığı soy cetvelleri, üstün ırk anlayışından ziyade aşiret üyelerini bir arada tutmaya yöneliktir. Bu sayede, aralarında kan bağı bulunan topluluğun bütün fertleri arasında dayanışma duygusu güçlendirilmek istenir. Bulanık soy ağaçlarında ilk ataların berraklığı, ortak atalara yapılan özel vurgu ve ortak tarihî geçmişe yapılan göndermeler, aşiretler arası yakınlaşmayı tesis etmiştir. Kandaş aşiretler arasında ortak atalar, birlikteliği sağlayan önemli unsurlardır.
Yafes’in Türklerin atası olduğu hakkında ilk Osmanlı kroniklerinde ve soy kütüklerinde yer alan bilgiler, çeşitli aşiretlerden meydana gelen konferatif yapının ilk eklemini teşkil etmiştir. Bunun yanında, İslâmî kaynaklarda Rum’un, Yafes’in oğulları arasında zikredildiği görülür. Bu söylem, Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’de yayılmasını meşru gösteren olaylar ile birlikte mütalaa edilebilir. Nitekim Osmanlıların İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri döneme rastlayan eserlerde, onların İbrahim oğlu İshak nesline mensup olduklarına dair şecereler uydurulmuştur. Osmanlı hanedanının, Nuh’un oğlu Sam’a kadar uzatılan bu soykütükleri aracılığıyla Hz. Muhammed neslinden geldiği iddia edilir. Osmanlıların, İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri dönemlerde bu söylemin bir siyasî araç olarak kullanıldığı anlaşılır. Neşrî, Osmanlıların ve Kayının kökeni sayılan Oğuz’un, Sam neslinden gösterilmesini yanlış bir düşünce olarak değerlendirir. Ona göre bu düşüne Acem’in “taassubât-ı şenî‘asından” kaynaklanmaktadır.[23] Bu görüş daha sonra İdris-i Bitlisî tarafından da değerlendirilmiştir. Bitlisî ekolünü takip eden tarihçiler, Osmanlıların Sâm neslinden olduğunu iddia etmişlerdir.
2. Oğuz Han Meselesi
Osmanlı hanedanının, Türk tarihinin efsanevî hükümdarı Oğuz’a dayandığı düşüncesi, tarihten ziyade şifahî kültürün bir ürünüdür. Diğer bir ifadeyle bu söylem, uç ve göçebe toplumlarında hâkim olan destan ve efsane geleneğinin bir mahsulüdür. Ancak bu efsanenin tarihi bir önem taşıdığı, Osmanlıların soyluluklarının ve siyasî üstünlüklerinin kaynağını oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.
15. asırda Anadolu beylikleri ve devletleri arasında Oğuz-Türkmen geleneği canlılığını koruyordu. Osmanlı Beyliğinin, Anadolu’yu yayılma alanı içine dâhil etmesi ile bu geleneği, kendi siyasî çıkarları için dönüştürdükleri görülür. Osmanlıların Oğuz soyundan oldukları söylemi, I. Murad’ın hükümdarlığından sonradır. Bu hükümdar döneminde gevşek vassallık bağları ile bağlı Türkmen beylikleri ve göçebe aşiretler, Oğuz geleneği sayesinde Osmanlı Devleti’ne dahil edilmek istenmiştir. Efsanevî hükümdar Oğuz Han ve torunlarıyla ilgili destanlar, kahramanlarını aşiret reisleri olarak sundukları için, Osmanlı hanedanının da bir aşirete dayanması gerekiyordu.[24] Üstelik bu dayanak onlara, Türkmen beylikleri içinde itibar kazandıracak ve “biz” duygusunu pekiştirecekti. Nitekim bu uygulamanın daha vurgulu bir şekli, Ankara bozgunundan sonra ortaya çıkmıştır. Oğuz Han’a ve bilhassa Kayı’ya yapılan özel vurgular onların, Timur’un doğudaki vassallarından daha üstün görünmelerini sağlamıştır.[25] Böylece askerî ve siyasî bir başarısızlık, siyasî bir propaganda ile kapatılmak istenmiştir. II. Murad döneminde, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde hakimiyetlerini perçinlemek isteyen Osmanlılar, Oğuz geleneğini siyasî amaçla yeniden değerlendirmişlerdir.
Oğuz Han destanının, İslâmiyetin kabulünden sonra göçebe Türkmen aşiretleri arasında yeni bir versiyonu türedi. Buna göre, Oğuz Kağan, “dinsiz” bir toplumda Müslüman kimliği ve yakınındakileri İslâm’a davet eden özelliği ile temayüz eder. Onun bu özelliği tam da “gaza ve cihad” anlayışı ile örtüşür. Neşrî, Oğuz Han’ın babası Kara Han hakkında bilgi verirken onun, “dinsiz, kafir ve cebbar” biri olduğundan Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdiğinden bahseder. Ancak oğlu Oğuz destanlarda, anasından doğar doğmaz Müslüman olan harika bir çocuk olarak resmedilir. Neşrî bu abartılı ifadeleri tarihine almamış ise de, onun Müslüman olduğu konusunda destanlarla hem-fikirdir. Buna göre, Kara Han’ın “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teâlâ anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti… Ve etrâkden kavmini evvel Allahü teâlâya davet eden budur… Bu hudâperest olub halkı hakka davet itmeğin, atasıyla vahşet-i azim oldu… Oğuz’la atası Kara Han arasında yetmiş beş yıl kıtal-i kesire vaki olub âhirü’lemr Kara Han maktul olub Oğuz atası elinde olan memalike bi’l-külliye malik olub, sıyt u sedası artub şarkdan garbe varınca rûy-i zemîne müstevlî oldu.”[26] Neşrî, bu anlatımını daha da ileri götürüp Oğuz’un İbrahim peygambere iman ettiğini yazar. Böylece Hz. Muhammed ile Oğuz arasında dolaylı bir yakınlık kurar. Oğuz Han’ın müvahhid kimliği ve tektanrılı bir dine mensup olması, Türklerin İslâmî kimliğine de bir göndermedir. Ancak, asıl önemli olan, onun tevhid bayrağını şarkdan garbe dalgalandırmasıdır. Osmanlılar da, tıpkı ataları Oğuz Kağan gibi bu tevhid anlayışının temsilcisidirler.
Osmanlıların, 15. yüzyılda Oğuz geleneğine kazandırdıkları yeni çehre, onlara hükümdarlık hakkı veren siyasî bir söylem olmasının yanında, muhakkak ki dinî içeriklere de sahipti. Ancak Yafes ile Oğuz Kağan arasındaki ataları hakkında fazla bilgi bulunmayan Osmanlıların, bu puslu dönemdeki atalarının bir kısmı puta tapan kimseler olarak anılırlar. Ancak Oğuz Kağandan sonradır ki, Osmanlıların ataları tevhid inancını bayraklaştırmış ve İbrahim’den itibaren peygamberlerin hizmetinde yer almışlardır. Bayatî’nin, Osmanlıların atalarını peygamberlerin hizmetinde yer almış kimseler olarak sunması ile bu görüş arasında benzerlik bulunur.[27]
Ancak hemen belirtilmelidir ki, Osmanlıların atalarına yer veren soykütüklerini salt dinî içerikli bir malzeme olarak kabul etmek yanlıştır. Dinî muhtevalı olmasına karşın bu soy kütükleri, siyasal içerikli ve yapay idi. Birçok versiyonu bulunan şecereler, yazılı ve sözlü geleneğin malzemeleri ile oluşturulmuştur. Osmanlıların tarihî bilgiler ile efsaneyi karıştırarak yapma bir soyağacı elde ettikleri görülmektedir. Osmanlılar, sıralanan bir çok ata ile doğrudan Oğuz Han’a bağlanırlar. Üstelik dip ata olarak Yafes ve Sam ismini veren iki farklı gelenekte Oğuz ismi ortaktır. Bu yapay soyağaçları sayesinde Osmanlılar, soyları Oğuz Han’a daha dolaylı bir şekilde dayalı olarak tarif edilen komşu Türk hanedanları karşısında üstünlüklerini kanıtlamış ve Oğuz destanlarına aşina Türk tebaaya hükmetmesini meşru kılan bir araç elde etmişlerdir.
Oğuz geleneğini yansıtan bu yapma şecereler uzun süre varlığını devam ettirmişse de, Osmanlıların İslâm dünyasındaki rollerinin artmasına ve tartışılmaz üstünlüklerine paralel olarak, soyağacına dayalı meşruiyet araçlarının yerini İslâmî referanslar almıştır.
3. Gök Alp- Gün Han ve Kayı Meselesi
Nuh ve Oğuz hakkında hem-fikir olan kroniklerdeki kırılma noktası, Oğuz’un oğlu etrafında toplanır. Hemen tüm kronikler Osmanlıların Oğuz’un Gök Alp neslinden olduğunu yazarlar. Ancak, Bayatlı Hasan, Osmanlıların Gün Han neslinden olduğu hususunda ısrar eder. Üstelik Gök Alp neslini savunan kaynaklarda Gün Han’ın oğlu Kayı Han da zikredilmez. Kayı ismi yalnızca Bayatî’de zikredilir (Aşağıda verilen tabloya bakınız).
Tarihî kaynaklardaki bilgiler dikkate alındığında, Osmanlıların hangi boya mensup olduğunu tespit etmek zordur. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman, Behcetü’t-tevârîh, Âşıkpaşazâde Tarihi gibi ilk kroniklerde Osmanlılar’ın Oğuzlar’dan oldukları zikredilmekle birlikte boy adı verilmez. Ancak Yazıcızâde’nin Selçuknâme’si, Câm-ı Cem-Âyin, Düstûrnâme-i Enverî gibi kaynaklarda Osmanlılar’ın Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Kayılar Bozoklar’ın en büyük temsilcisi Gün Han’ın oğludur. Ancak Gök Alp’e dayanan şecereler dikkate alınırsa Osmanlıların Üçoklar’a mensup olabileceği de düşünülebilir.[28] Bu meyanda değerlendirilmesi gereken Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarını tasnifi her bakımdan dikkat çekicidir. Kâşgarlı’da verilen listede yirmi iki boyunun ismi zikredilse de, XI. yüzyılda Oğuzlar’ın 24 boydan teşekkül ettiği bilinmektedir. Divânü Lügati’t-Türk’teki listede Oğuz boyları o zamanki kudret ve şöhretlerine göre sıralanmıştır.[29] Selçukluların mensup olduğu Kınık boyunun en başta yer alması siyasî güçleri ile yakından alakalıdır. Kâşgarlı Mahmud, Bağdat’ta eserini yazdığı sırada burası Selçukluların nüfuzu altına girmişti.[30] Divan’ın bu siyasî gelişmeler sırasında yazıldığı ve Kınıklar’ın bu tarihlerde sivrildiği anlaşılmaktadır. Oğuz boylarının en eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edilmiş listesini veren Reşideddin ise, Kınıkları, Oğuz boyları arasında en sonda verir. XIV. yüzyılda Selçuklular çökmüş, Moğolların nüfuzu altına girmiştir.
Osmanlılar’ın siyasî meşruiyet kaynağı olarak Kayı boyuna yaptıkları özel vurgu birçok bakımdan dikkat çekmektedir. Oysa, Oğuz geleneğinde hükümdarların Kınık ve Salur boyundan yetiştikleri görülür. Osmanlılar’ın menşelerini Kayı boyuna dayandırmaları ve kendilerini bu iki boydan tefrik etmeleri siyasî bir mesele gibi görülmektedir. Türkmen beylikleri arasında Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’ın neslinden gelen Kayıların, hakimiyetin meşru temsilcisi olduğu şeklindeki yaygın düşünce Osmanlı tarihçileri tarafından işlenmiş ve Kayı dururken hükümdarlığın kimseye çatmayacağı fikri siyasî olarak formüle edilmiştir. Nitekim, Moğol tahakkümünün artması ile uclara yığılan göçebe Türkmen kitlelerinin beyleri, bir kurultay sonucu Osman Gazi’yi han seçmiş ve hükümdarlığın Kayı’nın hakkı olduğunu dile getirmişlerdir.
4. Süleymanşah ve Gündüz Alp Meselesi
Osmanlıların yakın atası ve Ertuğrul’un babası konusunda, kaynakların hemen hepsi Süleymanşah ismini zikrederler. Buna karşın, Karamanî Mehmed Paşa ve Enverî’nın eserinde, Ertuğrul’un babası olarak Gündüz Alp yazılıdır.
Süleymanşah geleneğini benimseyen kronikler onun, İran’da Mahan şahı olduğunu yazarlar. Buna göre, Moğol istilâsı sonrasında kalabalık Oğuz aşiretleri ile Anadolu’ya gelen Süleymanşah, Rum sultanı olmuştur. Burada bir müddet kafirlerle mücadele eden hükümdar daha sonra Türkistan’a geri dönmek istemiştir. Ancak, Caber Kalesi yakınlarında bir kaza sonucu atından düşmüş ve Fırat nehrinde boğulmuştur. Bundan sonra aşireti dağılmış ve muhtelif yerlere dağılmıştır. Küçük bir kitle ise Süleymanşah’ın üç oğlu ile birlikte kalmıştır. Bir müddet sonra Sungur Tekin ve Gündoğdu idaresindeki aşiret mensupları da Türkistan’a geri dönmüşlerdir. Ertuğrul Bey idaresindeki bir grup ise Anadolu’da kalmıştır.
Kroniklerde yer alan bu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı ve kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah’tan başkası değildir. Türkmen muhitlerinde adı unutulmayan Kutalmışoğlu, Osmanlı tarihlerinde de yer almıştır. Bunun Osmanlı’nın Anadolu’daki yayılmacılığını meşrulaştırmak ve Türkmen Beylikleri karşısında siyasî bir güç sağlayacağı kuşkusuzdur. Osmanlı tarihçileri Süleyman’ı ataları göstererek, Anadolu’nun fethi başarısını kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Selçuklu Devleti’nin varisi olmak için uydurulmuş bir isim olabileceği de akla gelebilir. Ancak Osmanlılar bu konuda diğer Türkmen beylikleri gibi ısrarcı olmuşa benzemez. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak Sultan I. Alâeddin Keykubad’ı kabul ederek, kendilerini bu iddialardan uzak tutmuşlardır. Kroniklere göre onlar, Şüleymanşah’ın önderliğinde Anadolu’ya Selçuklulardan önce gelmiş ve burada birçok mülkü ele geçirmişlerdir.
Gündüz Alp ismini telaffuz eden kaynaklarda ise, Süleymanşah etrafında oluşturulan kurgu kadar bilgi yoktur. Anlaşılan Gündüz Alp, Kutalmışoğlu kadar tarihin, edebî metinlerin ve şifahî kültürün konusu olmamıştır.
Sonuç olarak, kaynakların Osmanlı hanedanının soykütüğünden bahseden kısımların farklılıklar arz etmesi, bugün genel kabul gören Kayı adı ve Oğuz geleneğini sislerle örtmüştür. Bu sis perdesinin aralanması bugünkü bilgilerle mümkün gibi görülmemektedir. Ancak bu yapay şecerelerin kısaltılmış birer dünya tarihleri olduğu ve tarihî bir malzeme olarak göz ardı edilmemesi gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.
[1] Rudi Paul Lindner, OrtaÇağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar (çev. Müfit Günay), Ankara 2000, s.50.
[2] M. Fuad Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28, Ankara 1943, s.212-303.
[3] R. Paul Lindner, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet”, Söğüt’ten İstanbul’a (Der. Oktay Özel- Mehmet Öz), Ankara 2000, s.424.
[4] Yazıcızâde Ali. Tevârih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, Nu: 1391, v. 444a-444b.
[5] Üçler Bulduk, “Osmanlı Kroniklerinde Türk-Oğuz Şecereleri ve Kayılar”, Uluslararası Osmanlı Tarihi Sempozyumu (8-10 Nisan 1999) Bildirileri, İzmir 2000, s.4-5.
[6] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1994, s.73.
[7] “Hangisinin kabilesi çok ise ondan padişah seçerler”. Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime (Türklerin Soy Kütüğü) haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. (t.y.), s.56.
[8] Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, “Tevârîh-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s. 92; Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ I (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), Ankara 1949, s. 57.
[9] “Gündüz Alp, Er Duğrıl anunla bile
Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi
Olmış idi-ol yolda anun arkadaşı” bk. Ahmedî, “Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.8.
[10] Şükrullah, “Behcetü’t-tevârîh” (çev. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.51.
[11] Şükrullah, a.g.e., s.51.
[12] Âşıkpaşaoğlu a.g.e., s. 92.
[13] Âşıkpaşaoğlu, a.g.e., s.52-53.
[14] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, “Cam-ı Cem-Âyin” (sad. F. Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.381-394.
[15] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, a.g.e., s.395.
[16] Rudi Paul Lindner, a.g.e., s.56.
[17] Mehmed Neşrî, a.g.e., s. 55-57.
[18] Mehmed Neşrî, a.g.e., s.57.
[19] Oruc b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Franz Babinger, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch), Hannover 1925, s.4.
[20] Mükrimin Halil [Yinanç], Düstûrnâme-i Enverî. Medhal, İstanbul 1929, s.88.
[21]Düstûrnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil), İstanbul 1928, s.73-81; Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî. Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), İstanbul 2003.
[22] Tekvin, 10:1-32.
[23] Bk. Neşrî, a.g.e., c.1, s.57.
[24] Colin İmber, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), ed. Elizebeth A. Zachariadou, İstanbul 1997, s.75.
[25] Aldo Gallotta, “ ‘Oğuz Efsanesi’ ve Osmanlı Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1997, s.46.
[26] Neşrî, a.g.e., c.1, s.11.
[27] bk. Hasan b. Mahmûd Bayâti, “Câm-ı Cem-Âyin”, (sad. Fahrettin Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947.
[28] Oğuz Boyları hakkında geniş bilgi için bk. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul 1999.
[29] Besim Atalay, Divanü Lugati’t-Türk Tercümesi, Ankara 1998, s. 65-68.
[30] Omeljan Pritsak, “Mahmud Kaşgarî Kimdir”, Türkiyat Mecmuası, c.X, İstanbul 1953, c. 245-246.
Alıntı