Osmanlı Hukuk
Osmanlı Hukuk Sistemi
Tanzimat Dönemi Osmanlı Hukuku
Tanzimat dönemi öncesinde bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi şer'i hukukun bir uygulaması olan Osmanlı hukukunun tek yöneticisi ve denetleyicisi şer'i hukuktur. Padişahın koyduğu örfî hukuk, şer'i hukukun dışına çıkamaz ve kurallarına karşı olamaz. Yani, örfî osmanlı hukuku , Şer'i hukukun vesayeti altındadır.
Osmanlı egemenlik anlayışında kuvvetler ayrılığı prensibine yer verilmeyip, devletin yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin hükümdarın şahsına bağlı olarak yerine getirmesi benimsenmişti. Tüm öteki İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılar'da da özel hukuk alanındaki yasama İslâm hukukunun Kur'an, sünnet, icma, kıyas ve diğer kaynaklarına bağlı olarak hukuk bilginleri tarafından yerine getirilmiştir. Kamu hukukuyla ilgili alanlarda ise, İslâm hukukunun temel ilkelerine aykırı olmamak şartı ile hükümdarın yasama yetkisi bulunmaktadır.
Osmanlı hükümdarının yasama yetkisine dayanarak koyduğu hukuka "örfî hukuk" adı verilmiştir. Burada örf, gelenek ve görenek anlamında değil, "hükümdarın kamu hukuku alanında, İslâm toplumunun yararına olarak koymuş olduğu kurallar" anlamındadır. Devlet idaresi ve siyasetle ilgili pek çok düzenleme örfî hukukla yapılmıştır.
Şer'i hukuk alanında yasama yetkileri olmayan padişahların bu alanda yargılama yetkileri de yoktur. Örfî hukuk alanında ise yasama yetkisi gibi yargı yetkisi de sınırsızdır.
Divan-ı Hümayun'un da genel idare, vergi, ta'zir cezaları, toprak yönetimi gibi konularda emir ve yasaklar çıkarmak, yeni düzenlemeler getiren örfî hukuk kuralları koymak yetkileri bulunmaktadır. Osmanlı'da Divan-ı Hümayun yargı görevi de gördüğünden, diğer İslâm devletlerinin divanlarından ayrılmaktadır. Divan'ın ülkedeki tüm yargı örgütünü denetleme yetkisi bulunmakta bu yetkisini bazen halktan gelen şikayetler üzerine, bazen de kendiliğinden gönderdiği müfettişler aracılığı ile doğrudan kullanmakta idi. Divana gelen uyuşmazlıkların şer'i hukukla ilgili olanlarını kazaskerler, örfi hukukla ilgili olanlarını ise öteki divan üyeleri karara bağlamışlardır. Divan, padişah, sadrazam, vezirler, kazaskerler, nişancı, defterdarlar ve diğer üyelerden oluşurdu.
Divanda olağan işler bitirildikten sonra başvuruların görüşülmesine geçilirdi. Divan'a başvuru konusunda herhangi bir sınırlama sözkonusu değildi. Ülkenin her neresinde olursa olsun, devletin herhangi bir faaliyetinden dolayı hakkı ihlal edilenler, valilerden, askerî görevlilerden, kadılardan, vakıf yöneticilerinden zulüm ve haksızlık görenler, mahalli kadı tarafından hakkında yanlış hüküm verilenler, dil, din, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin doğrudan Divan'a başvurabilirlerdi.
Osmanlı hukuk sisteminde şer'i hukukun hanefî mezhebine ait ictihatları esas alınmaktadır. Halkın çoğunluğunun hanefî mezhebine mensup bulunması sebebiyle kadılar da hanefî mezhebine göre hüküm vermek üzere görevlendiriyorlardı. Ancak padişah emriyle bir konuda çağın ihtiyacına uygun görüldüğü için diğer üç mezhepten birinin veya herhangi bir müctehidin görüşünün yürürlüğe konulduğu da olmuştur.
Hanefî mezhebi dışında bir mezhebe bağlı olan vatandaşlar arasında meydana gelip de kendi mezheplerine göre hükme bağlanması uygun görülen konularda taraflar kendi mezheplerine mensup alimlerden bir zat hakem tayin ederlerdi. Bu zat kendi mezhebine göre hükmünü verir ve daha sonra da kadı bu hükmü tasdik ederdi.
İlke olarak padişahın herhangi bir konudaki emirleri, istekleri kanun sayılır. Bunlara çağdaş terminoloji ile "kanun hükmünde kararname" diyebiliriz. Genel kanunlar ise, devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre Divan-ı Hümayun'da tartışmalı olarak (hem şer'i hukuka uygunluk yönünden hem de diğer yönlerden) hazırlanır, nişancılar tarafından usulüne uygun olarak kaleme alınır. Divan kaleminde son şeklini aldıktan sonra Sadrazam başkanlığında vezirler, kazaskerler ve diğer divan üyeleri tarafından padişaha arzedilir. Padişah tarafından işaretlenen bazı bölümleri üzerinde çalışıp yeniden arza çıkılır. Son biçimiyle onaylandıktan sonra "mühimme" defterine kaydolunup yürürlüğe giren ve ferman, hüküm, kanunname vb. olarak uygulanmak üzere ait olduğu beylerbeyi, sancakbeyi veya kadılara gönderilir.
Osmanlının ilk dönemlerinde örfî hukuk kurallarını "yasağ-i padişahi" belirler. Fakat teşkilatın gelişmesiyle bu yasaklar Divan-ı Hümayun'da hazırlanan kanunlara dönüşmüştür. Aslında kanun ile padişahın ferman, hüküm vb. adlarla anılan emirleri arasında hiyerarşik açıdan bir fark olmayıp sadece biçim bakımından farklar vardır. Ama yine de bu biçim farkları padişah iradesinin yapılması istenen herhangi bir işin önemine uygun olarak düzenlenmiş olduğunu belirler. Kanunlar genellikle tek "hüküm" biçiminde çıkmakta ve gerekirse bunlar biraraya getirilerek kanunnameler oluşturulmaktadır.
Osmanlı devlet teşkilatında şer'i işler "kaza" ve "ifta" olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İfta (fetva vermek) şer'i sorunların çözümlenmesi, kaza (yargı) da uygulanması anlamında kullanılmıştır. Şeyh'ül-İslâm, devletin ifta müessesesinin ve ilmiye teşkilatının başıdır. Kazanın başı ise ilmiye ricalinden olan Anadolu ve Rumeli kazaskerleridir. Şeyhül-İslâm'ın yargı ile ilgili görevleri bir anlamda günüzdeki "Anayasa Mahkemesi"nin yetkileri ile Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı müsteşarlarının görevlerini birlikte kapsıyordu.
Kadıların genel hiyerarşik düzeni ve rütbeleri iki ayrı dizi oluşturur.
1- Mevleviyyet (yüksek hakimlik) 2-Kuzat (hakimler)
En yüksek kadılık, İstanbul kadılığı idi. Bundan sonra Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri gelirdi. Kadı yalnızca örfî ve şerî kanunların uygulama ve cezalarıyla ilgilidir. Bunların dışına çıkamaz. İbadetler ve ahiretle ilgili olarak verdiği hükümler, müftininki gibi yalnızca birer fetva sayılır. Bunlar dışında kalan muamelat, münakehat ve ukubat konularındaki şer'i hükümlerde müftinin kanaati "fetva", kadı’nın kararı ise "kaza"dır.
Şeriatın hükümlerini uygulayan kadı’nın kesin bir bağımsızlığı yoktur. Canının istediği kararı veremez. Kadı her hukukî olayı incelemek ve yorumlamak ve şer'i bir sonuca bağlamakla yükümlüdür. Kur'an, sünnet ve ashabın kazaları ile hükmedebilir. Bunlarda benzer bir hüküm bulamazsa ve kendi kanaati oluşmuş ise onunla, oluşmamışsa müftinin fetvasıyla karar verir.
Kadıların idare hukuku açısından çok önemli bir de tescil hizmetleri vardır. Merkezden beylerbeylerine, sancakbeylerine, bizzat kadıya ve her derecedeki makamlara yazılan emir ve fermanların yasal geçerliliği olabilmesi için bir suretlerinin kadı tarafından tasdik edilerek mahkemenin "şer'iyye siciline" aynen kaydolunmaları gereklidir. Yine kadılar önemli bir görevi de günümüzdeki anlamıyla "noterlik" hizmetleridir. Kefalet, vekalet, mukavele, borçlanma, vasiyet, senet gibi her türlü akitleri kadı (veya naibler) yapar ve bunlar tutanak biçiminde yine bu sicil defterine kaydolunur.
Çağdaş hukukun aksine, yeni bir şer'i delil gösterildiği takdirde kadının daha önce verdiği bir karardan dönmesi mümkündür. Bu hususta bir üst mahkemeye gitmek gerekliliği yoktur. Bununla beraber, şer'i mahkemelerin verdiği kararların temyiz mercii "Divan-ı Hümayun"dur. İslâm hukukunda ve Osmanlı'da karara bağlanmış bir davanın diğer bir hakime arzedilerek yeniden bakılması bahis konusu değildir. Yani "istinaf mahkemeleri" yoktur. Bir dava ancak "temyizen" incelenir. Bu da muhakeme usulü kaidelerine uyulup uyulmadığı, verilen kararın hukuka uygun olup olmadığı hususlarıyla sınırlıdır.
Osmanlı Hukuk Sistemi
Tanzimat Dönemi Osmanlı Hukuku
Tanzimat dönemi öncesinde bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi şer'i hukukun bir uygulaması olan Osmanlı hukukunun tek yöneticisi ve denetleyicisi şer'i hukuktur. Padişahın koyduğu örfî hukuk, şer'i hukukun dışına çıkamaz ve kurallarına karşı olamaz. Yani, örfî osmanlı hukuku , Şer'i hukukun vesayeti altındadır.
Osmanlı egemenlik anlayışında kuvvetler ayrılığı prensibine yer verilmeyip, devletin yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin hükümdarın şahsına bağlı olarak yerine getirmesi benimsenmişti. Tüm öteki İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılar'da da özel hukuk alanındaki yasama İslâm hukukunun Kur'an, sünnet, icma, kıyas ve diğer kaynaklarına bağlı olarak hukuk bilginleri tarafından yerine getirilmiştir. Kamu hukukuyla ilgili alanlarda ise, İslâm hukukunun temel ilkelerine aykırı olmamak şartı ile hükümdarın yasama yetkisi bulunmaktadır.
Osmanlı hükümdarının yasama yetkisine dayanarak koyduğu hukuka "örfî hukuk" adı verilmiştir. Burada örf, gelenek ve görenek anlamında değil, "hükümdarın kamu hukuku alanında, İslâm toplumunun yararına olarak koymuş olduğu kurallar" anlamındadır. Devlet idaresi ve siyasetle ilgili pek çok düzenleme örfî hukukla yapılmıştır.
Şer'i hukuk alanında yasama yetkileri olmayan padişahların bu alanda yargılama yetkileri de yoktur. Örfî hukuk alanında ise yasama yetkisi gibi yargı yetkisi de sınırsızdır.
Divan-ı Hümayun'un da genel idare, vergi, ta'zir cezaları, toprak yönetimi gibi konularda emir ve yasaklar çıkarmak, yeni düzenlemeler getiren örfî hukuk kuralları koymak yetkileri bulunmaktadır. Osmanlı'da Divan-ı Hümayun yargı görevi de gördüğünden, diğer İslâm devletlerinin divanlarından ayrılmaktadır. Divan'ın ülkedeki tüm yargı örgütünü denetleme yetkisi bulunmakta bu yetkisini bazen halktan gelen şikayetler üzerine, bazen de kendiliğinden gönderdiği müfettişler aracılığı ile doğrudan kullanmakta idi. Divana gelen uyuşmazlıkların şer'i hukukla ilgili olanlarını kazaskerler, örfi hukukla ilgili olanlarını ise öteki divan üyeleri karara bağlamışlardır. Divan, padişah, sadrazam, vezirler, kazaskerler, nişancı, defterdarlar ve diğer üyelerden oluşurdu.
Divanda olağan işler bitirildikten sonra başvuruların görüşülmesine geçilirdi. Divan'a başvuru konusunda herhangi bir sınırlama sözkonusu değildi. Ülkenin her neresinde olursa olsun, devletin herhangi bir faaliyetinden dolayı hakkı ihlal edilenler, valilerden, askerî görevlilerden, kadılardan, vakıf yöneticilerinden zulüm ve haksızlık görenler, mahalli kadı tarafından hakkında yanlış hüküm verilenler, dil, din, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin doğrudan Divan'a başvurabilirlerdi.
Osmanlı hukuk sisteminde şer'i hukukun hanefî mezhebine ait ictihatları esas alınmaktadır. Halkın çoğunluğunun hanefî mezhebine mensup bulunması sebebiyle kadılar da hanefî mezhebine göre hüküm vermek üzere görevlendiriyorlardı. Ancak padişah emriyle bir konuda çağın ihtiyacına uygun görüldüğü için diğer üç mezhepten birinin veya herhangi bir müctehidin görüşünün yürürlüğe konulduğu da olmuştur.
Hanefî mezhebi dışında bir mezhebe bağlı olan vatandaşlar arasında meydana gelip de kendi mezheplerine göre hükme bağlanması uygun görülen konularda taraflar kendi mezheplerine mensup alimlerden bir zat hakem tayin ederlerdi. Bu zat kendi mezhebine göre hükmünü verir ve daha sonra da kadı bu hükmü tasdik ederdi.
İlke olarak padişahın herhangi bir konudaki emirleri, istekleri kanun sayılır. Bunlara çağdaş terminoloji ile "kanun hükmünde kararname" diyebiliriz. Genel kanunlar ise, devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre Divan-ı Hümayun'da tartışmalı olarak (hem şer'i hukuka uygunluk yönünden hem de diğer yönlerden) hazırlanır, nişancılar tarafından usulüne uygun olarak kaleme alınır. Divan kaleminde son şeklini aldıktan sonra Sadrazam başkanlığında vezirler, kazaskerler ve diğer divan üyeleri tarafından padişaha arzedilir. Padişah tarafından işaretlenen bazı bölümleri üzerinde çalışıp yeniden arza çıkılır. Son biçimiyle onaylandıktan sonra "mühimme" defterine kaydolunup yürürlüğe giren ve ferman, hüküm, kanunname vb. olarak uygulanmak üzere ait olduğu beylerbeyi, sancakbeyi veya kadılara gönderilir.
Osmanlının ilk dönemlerinde örfî hukuk kurallarını "yasağ-i padişahi" belirler. Fakat teşkilatın gelişmesiyle bu yasaklar Divan-ı Hümayun'da hazırlanan kanunlara dönüşmüştür. Aslında kanun ile padişahın ferman, hüküm vb. adlarla anılan emirleri arasında hiyerarşik açıdan bir fark olmayıp sadece biçim bakımından farklar vardır. Ama yine de bu biçim farkları padişah iradesinin yapılması istenen herhangi bir işin önemine uygun olarak düzenlenmiş olduğunu belirler. Kanunlar genellikle tek "hüküm" biçiminde çıkmakta ve gerekirse bunlar biraraya getirilerek kanunnameler oluşturulmaktadır.
Osmanlı devlet teşkilatında şer'i işler "kaza" ve "ifta" olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İfta (fetva vermek) şer'i sorunların çözümlenmesi, kaza (yargı) da uygulanması anlamında kullanılmıştır. Şeyh'ül-İslâm, devletin ifta müessesesinin ve ilmiye teşkilatının başıdır. Kazanın başı ise ilmiye ricalinden olan Anadolu ve Rumeli kazaskerleridir. Şeyhül-İslâm'ın yargı ile ilgili görevleri bir anlamda günüzdeki "Anayasa Mahkemesi"nin yetkileri ile Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı müsteşarlarının görevlerini birlikte kapsıyordu.
Kadıların genel hiyerarşik düzeni ve rütbeleri iki ayrı dizi oluşturur.
1- Mevleviyyet (yüksek hakimlik) 2-Kuzat (hakimler)
En yüksek kadılık, İstanbul kadılığı idi. Bundan sonra Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri gelirdi. Kadı yalnızca örfî ve şerî kanunların uygulama ve cezalarıyla ilgilidir. Bunların dışına çıkamaz. İbadetler ve ahiretle ilgili olarak verdiği hükümler, müftininki gibi yalnızca birer fetva sayılır. Bunlar dışında kalan muamelat, münakehat ve ukubat konularındaki şer'i hükümlerde müftinin kanaati "fetva", kadı’nın kararı ise "kaza"dır.
Şeriatın hükümlerini uygulayan kadı’nın kesin bir bağımsızlığı yoktur. Canının istediği kararı veremez. Kadı her hukukî olayı incelemek ve yorumlamak ve şer'i bir sonuca bağlamakla yükümlüdür. Kur'an, sünnet ve ashabın kazaları ile hükmedebilir. Bunlarda benzer bir hüküm bulamazsa ve kendi kanaati oluşmuş ise onunla, oluşmamışsa müftinin fetvasıyla karar verir.
Kadıların idare hukuku açısından çok önemli bir de tescil hizmetleri vardır. Merkezden beylerbeylerine, sancakbeylerine, bizzat kadıya ve her derecedeki makamlara yazılan emir ve fermanların yasal geçerliliği olabilmesi için bir suretlerinin kadı tarafından tasdik edilerek mahkemenin "şer'iyye siciline" aynen kaydolunmaları gereklidir. Yine kadılar önemli bir görevi de günümüzdeki anlamıyla "noterlik" hizmetleridir. Kefalet, vekalet, mukavele, borçlanma, vasiyet, senet gibi her türlü akitleri kadı (veya naibler) yapar ve bunlar tutanak biçiminde yine bu sicil defterine kaydolunur.
Çağdaş hukukun aksine, yeni bir şer'i delil gösterildiği takdirde kadının daha önce verdiği bir karardan dönmesi mümkündür. Bu hususta bir üst mahkemeye gitmek gerekliliği yoktur. Bununla beraber, şer'i mahkemelerin verdiği kararların temyiz mercii "Divan-ı Hümayun"dur. İslâm hukukunda ve Osmanlı'da karara bağlanmış bir davanın diğer bir hakime arzedilerek yeniden bakılması bahis konusu değildir. Yani "istinaf mahkemeleri" yoktur. Bir dava ancak "temyizen" incelenir. Bu da muhakeme usulü kaidelerine uyulup uyulmadığı, verilen kararın hukuka uygun olup olmadığı hususlarıyla sınırlıdır.