On altıncı yüzyılda Kânûnî Sultan Süleyman’a Câmelnâme şeklinde tercüme ve takdim edilen; Abdi Mûsâ tarafından 1429-30 (H.833) yılında yazılan Camasbnâme, İkinci Murad devrinin bir başka mesnevîsidir. 5122 beyit olan eser, daha çok, bir masal kitabıdır. Fakat eserde Danyal peygamberin hayatı ile ilgili bir kısım da vardır. 1436 (H.839) yılında yazılan Mesnevî-i Murâdiyye’ye gelince eser, hayatı hakkında bilgi bulunmayan Mevlevî şâir Muinüddîn bin Mustafa tarafından yazılmıştır. Mesnevî-i Murâdiyye, devrin en hacimli eseri olup, hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin birinci defterinin tercüme ve şerhidir. Yalnız eserde, 152 adet gazel bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı Farsça'dır. Eser, daha çok padişah İkinci Murad Hanın işaretiyle yazılmıştır ve iki ciltten müteşekkildir.
Sînâme: 1310 beyte yer veren bu eser Hümâmî’nindir. 1436 yılında tamamlanmıştır. Mürşidü’l Ubbâd veya Mürşidü’l-Ibâd, Ârif tarafından yazılmıştır (1438). 20411 beyittir. Bu mesnevî, dört bölümden ibarettir. Tasavvufî ve öğretici olan eserin dili sâde, fakat sanat yönü tesirli değildir. Aynı yıllarda yazılan Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-Âdem adlı eser 369 beyit olup, Ârif’in küçük bir mesnevîsidir. Yine aynı tarihlerde Muhammed bin Selmân, Mevlidini yazmıştır. 800 beyitten fazla olan eser Erzurumlu Mustafa Darir’in eserini de sayarsak bu türde Türkçe'de dördüncü olarak görülmektedir. Ârif’in, Peygamberimizin mîrâcını konu alarak yazdığı Mîrâcnâme’si ise 2000 beyte yakın bir eserdir. Yine onun 1402 beyitlik Vefatü’n-Nebi adlı mesnevîsini zikretmek yerinde olur. Görüldüğü gibi o, üç eserinde de Peygamberimizin hayatını işlemiştir. İsimsiz bir mesnevîsinin olduğunu da zikretmek gerekir.
İkinci Murad Han devrinin hacim itibariyle önde gelen mesnevîlerinden biri de 12239 beyit olan Âşık Ahmed’in yazdığı Câmiü’l-Ahbâr adlı eseridir. 20 babdan meydana gelen eser, hikâyelere yer verir. Dili, devrine göre açıktır. Gülşen-i Uşşâk (Hümâ vü Hümâyûn) orta hacimde bir mesnevîdir 1446 (H.850) yılında telif edilmiş olup, 4559 beyitten meydana gelmiştir. Mevzuu, Arap diyarında, çocuğu olmayan Menuşeng adlı bir padişahtır. Eser Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî tarafından yazılmıştır. Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Bayezid Han zamanlarını da idrak eden Cemâlî’nin, ele geçmemiş Yusuf ile Zeliha ve Miftâhü’l Ferec adlı mesnevilerini de zikretmek yerinde olur. Onun başka risalelerinin bulunduğu da bilinmektedir. Cemâlî’nin eserlerinde sanat yönü ağır basar.
Sultan İkinci Murad zamanında yazılan ve mevzu bakımından dikkat çeken yegâne eser, Gelibolulu Zaifî tarafından yazılan ve padişahın savaşlarına yer veren Gazavât-ı Sultan Murâd ibni Muhammed Han adlı eserdir. 1446-51 (H.850-5) yılları arasında yazılan eser, tarihî ve edebî olup, gazavât nevindendir ve 2566 beyittir.
Gerek halk arasındaki yeri, gerekse edebî eser olarak değeri göz önüne alınınca devrin önde gelen bir başka eseri Yazıcıoğlu Muhammed bin Sâlih bin Süleyman’ın 1449 (H.855) yılında yazdığı 9008 beyit ihtiva eden Muhammediyye’sidir. Bunlara ilâve olarak, Ahmed Hayâlî’nin Ravzat-ül-Envâr ve Tarîkatnâmesi’ni zikretmek gerekir.
Mensûr eser olarak İkinci Murad Han zamanında yazılan eserlerin başında İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd gelmektedir. Kasım bin Muhammed Karahisarî tarafından Farsça'dan tercüme edilmiştir. Kemâleddîn bin Îsâ ed-Dümeyrî’nin, Hayâtü’l-Hayevân’ı, Gülistân’ın Manyasoğlu tarafından aynı adla yapılan tercümesi, Mahmur bin Muhammed Şirvânî’nin Tuhfe-i Murâdî’si, Mercimek Ahmed’in Kâbusnâme Tercümesi, Yazıcıoğlu’nun Târih-i Âl-i Selçûk’u, Hızır bin Celâleddîn’in İbni Kesir Târihi Tercümesi, Mahmud bin Kâdı Manyas’ın A’cebü’l-U’cab’ı, Ârif Ali Molla’nın Dânişmendnâme’si, Mustafa bin Seyyid’in Cevâhirnâme-i Sultan Murâdî’si, Ahmed-i Dâî’nin Tezkiretü’l-Evliyâ Tercümesi, Mehmed bin Abdullatif’in Bahrü’l-Hikem’i, Hızır bin Abdullah’ın Kitâbü’l-Edvâr’ı, Mukbilzâde Mü’min’in Zahîre-i Murâdiyyesi ile Miftâhü’n-Nûr ve Hazaini’s-Sürûr’u zikredilmesi gereken eserlerdir. Aslında bu devirdeki mensûr eserler, bunlarla da kalmaz. Mûsâ bin Mesûd’un eseri Kırk Vezir Hikâyesi, Firdevsî’nin Şehnâme Tercümesi bunlara ilâve edilmelidir. Yine bu devre kadar olan şâirlerden toplama bir mecmua olan, daha çok gazellere yer veren Ömer bin Mezîd’in Mecmûâtü’n-Nezâir’i, Sultan İkinci Murad Hana adanmıştır. Böylece bu padişah zamanında tezkireciliğin nüvesi teşekkül etmiştir.
Osmanlı Devleti'nde şiir, ilk önceleri gazel tarzının azlığına rağmen Mesnevî sahasında kendini gösterir. Buna rağmen Osmanlı edebiyatı, divan edebiyatı gibi bir isimle anılmakta ve sadece dar bir çerçeveye sıkıştırılmak istenmektedir. Bu bir bakıma hemen her sahada eser vermiş bir milletin, divan kelimesini öne sürerek, kabiliyetini ve gayretlerini ve kültür faaliyetlerini de inkâra yönelmekten başka bir şey olamaz. On beşinci yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, beyliklerde yazılan eserler de dahil, mesnevîlerin sayısı yüze yaklaşırken, dîvânların sayısı ona çıkmaz. Bir başka husus, gerek Araplarda gerekse Farslarda divan şâiri olan ve divanı bulunan pek fazla şâir vardır. Fakat onlar, edebiyatlarının sınırını, "divan" kelimesiyle daraltmazlar. Aynı durum, Türk edebiyatı için de düşünülünce Doğu (Çağatay) Türkçesi'yle yazılan pekçok divanla karşılaşırız. Fakat bizde divan edebiyatı denince, yalnız Osmanlı edebiyatı akla gelmektedir. Kısacası, Osmanlı edebiyatı, bir mesnevî edebiyatı olarak başlamıştır.
Akla gelen diğer bir husus, gazel türünün mesnevîye göre kısa bir şiir şekli oluşu, mevzu bakımından geniş tutulmayışı, daha sonra, başta padişahlar ve şehzadeler olmak üzere sarayda yer tutması, divanlara olan rağbeti arttırmış olmalıdır. Bu yönden ele alınınca, sarayda okunan ve yazılan eserlerin başında divanlar gelmektedir. Fakat bütün bir edebiyata Divan Edebiyatı olarak ad vermek, en azından, diğer kültür eserlerini mühimsememek olur.
1404 (H.806) yılında Amasya’da doğan, Osmanlı padişahlarının altıncısı olan bu kudretli padişah, ilim ve kültür hayatı yanında, batıda Venedik, Eflak, Bizans, Arnavut, Sırp, Macar, Bohemya, Polon, Hırvat ve Alman milletleriyle, doğuda ise başta Karaman Beyliği olmak üzere Anadolu’da yer alan irili ufaklı beylerle mücadele hâlindedir. Zamanındaki fetihler, daha çok batıda gerçekleşmiş olmasına rağmen, bilhassa saltanatının ilk yıllarında Bizans’ın iç karışıklıklara verdiği sebebiyet de vardır. Fakat Sultan Murad, doğruluğu, hâlis niyeti, fazlı ve merhameti, cesareti, azim ve tedbiri ve bilhassa ahde vefası sayesinde bütün bunların üstünden gelmesini başarmış, batıda kazandığı zaferlere ilâve olarak doğuda Anadolu Türk Birliğinin kurulmasına gayret etmiştir. Doğudaki birliğin kurulmasından sonra bilhassa Osmanlı Devleti aleyhine, batılılarla işbirliği yapma gayretleri, Şiî olan İran’a düşecektir. Yukarıda yer verdiğimiz hususiyetleri yanında Sultan II. Murad Han'ın, âlimleri himayesi, sanata düşkünlüğü ve edebiyata değer vermesi, bunun neticesinde ilim ve sanat adamlarıyla olan meclisleri bırakmaması da vardır. Tarihler onun adaletini, hükümdarlığını, cesaret ve cömertliğini zikretmeden geçememişlerdir. Yazılan şiirlerde, mübalağalı bir şekilde padişahları övmek varitse de, bu husus, Sultan İkinci Murad Han için yapılmışsa, gerçeğin anlatılmasından başka bir şey değildir.
Sultan İkinci Murad Hanın, Murâdî mahlasıyla şiir söyleyen ilk Osmanlı padişahı olduğu bilinmektedir. Artık, Osmanlı sarayında, oğlu İkinci Mehmed de divanda görülecektir. Avnî mahlası ile şiirler yazan, küçük de olsa bir divana sahip olan Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlu, Cem Sultan ve İkinci Bayezid Han, bu yüzyılın ikinci yarısında sarayın yetiştirdiği şâirler olarak bilinir. Bilhassa asrın sonuna doğru Cem Sultan ve Bayezid-i Velî, şiire kendilerini de katarlar. Cem Sultan şiirlerinde Cem mahlasını, İkinci Bayezid de Adlî’yi kullanır. Yalnız, Cem Sultan’ın bunlardan ayrı bir tarafı, onun edebiyatımıza Cemşid ü Hurşid adlı bir mesnevî bırakmış olmasıdır. On altıncı asırda bu halka daha da genişlemektedir.
On beşinci yüzyılın sarayda kudretli şâiri Şeyhî’dir. Ancak İkinci Murad Han'dan sonra Şeyhî, yerini Ahmed Paşa'ya bırakacaktır. Fatih zamanında, Osmanlı Türkçesi'nin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa, haklı olarak Sultânü’ş-Şuâra (Şâirlerin Sultanı) unvanını da almıştır. İnce, zarif, nüktedan, keskin zekâlı ve hazırcevap bir şâir olan Ahmed Paşa, Fatih’in sohbet arkadaşıydı. Onun Osmanlı Hanedanına karşı, riyadan uzak, samimi ve ciddî bir bağlılığının bulunması, en güzel gazellerini İkinci Mehmed’e sunmaya sebep olmuştur. Padişahla hocası şâir arasında, ayrıca şiire dayalı yârenlikler onun bir başka cephesini aksettirmiştir. Onunla Osmanlı edebiyatına “nazîrecilik” de girmiştir. Yine “tarih düşürme” sanatı, onda mühim bir yer tutar.
Bu devirde Saraya yakın, tesirli üçüncü şâir Necâtî’dir. Ahmed Paşanın Şâirler Sultanı diye anıldığı zamanlarda, Necâtî’nin şiirleri onun meclisine kadar ulaşmış ve dikkatini çekmiştir. Bilhassa Necâti’nin döne döne redifli gazeli bu câzibeyi temin etmiştir. Necâtî, mühtedî bir şâir olarak tanınmasına rağmen, Türkçe'yi en güzel kullanan şâirlerin başında gelir. Onun içindir ki, sesi asırlara hâkim olacak ve tesiri devam edecektir. Çeşitli devlet hizmetinde bulunan Necâtî, 1509 yılında Vefâ’da vefat etmiştir. Şiirlerinde en çok Türkçe kelimelere yer vermiş, mecbur kalmadıkça yabancı asıllı kelimeler kullanmamıştır. Şâir bu yönüyle Türkçecilik cereyanı içinde müstesna bir mevkie sahiptir. 650 gazeli ihtiva eden bir Dîvân bırakmıştır. Şiirlerine, devrinde ve daha sonraki zamanlarda nazîreler söylenmiştir.
Hümâmî, Atâyî, Sâfî, Cemâlî, Adnî, Nişânî, Melihî, Sâdi-i Cem, Mesihî ve Aydınlı Visâlî devrin diğer şâirleri olarak bilinirler.
Divanların çoğalmasına karşılık Mesnevî Edebiyatı da varlığını bir hayli gösterir. Bunların başında hamse sahibi Akşemseddînzâde Hamdullah Hamdi gelmektedir. Yusuf ile Zeliha, Kıyâfetnâme, Tuhfetü’l-Uşşâk, Leylâ vü Mecnun ve Mevlid adlı eserleri hamsesini meydana getiren mesnevîlerdir. O bilhassa Yusuf ile Zeliha adlı mesnevîsiyle şöhret bulmuştur. 1503 yılında vefat etmiştir. Tâcizâde Câfer Çelebi (ölm. 1515), asrın bir başka mesnevî şâiridir. Hevesnâme’si, İstanbul’u anlatan bir mesnevîdir. Ayrıca Dîvân’ı da vardır.
Asrın diğer bir mesnevî şâiri de Edirneli olan ve Revânî diye anılan İlyas Şücâ Çelebi’dir. İkinci Bayezid Han ile Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar olmuştur. Dîvân’ından Başka İşretnâme adlı bir mesnevîsi de vardır. Şiirlerinde mahallî renklere tesadüf edilen Revânî’nin İşretnâmesi ile Osmanlı Edebiyatında yeni bir konu işlenmiştir. Zaten 16. asra girerken, konulardaki çeşitlilik daha da genişleyecek ve Osmanlı Türk Edebiyatı pek fazla bir gerçekçiliğin içinde olacaktır. Tâcizâde de yukarıda bahsedilen eseriyle şehirlere açılmış ve İstanbul’u anlatmıştır. Bu arada yine Hikâyet-i Şirînü Perviz-Rivâyet-i Gulgûnü Şebdîz adlı mesnevîsini Yavuz Sultan Selim Hana sunan Âhî’yi zikredebiliriz. Fakat asrın büyük mesnevî yazarları Lamiî Çelebi ile Taşlıcalı Yahya Beydir.
İkinci Murad Han devrinde yazılan ve mensûr olan eserlerden başka 15. yüzyılda bu sahada en güzel eseri Sinan Paşa (1440-1486) vermiştir. 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından sadrazamlığa getirilen Sinan Paşa, Tazarrunâme’si ile haklı bir şöhret kazanmış ve bu sahadaki tesirleri Yakub Kadri’ye kadar devam etmiştir. Şeyh Vefâ Konevî’ye intisâb eden Sinan Paşanın Tazarrunâme’sinden başka yine nesir sahasında Maârifnâme ve Tezkiretü’l-Evliyâ adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Hâsılı o, ortaya koyduğu eserleriyle devrine damgasını vurmuş ve tesiri Cumhuriyet dönemini de içine almıştır. Onun Tazarrunâme’si büyük, samimî bir münâcat, Maârifnâmesi ahlâk kitabıdır. Tezkiretü’l-Evliyâ’sı ise velilerin hayatı ve menkıbelerine ayrılmıştır. Yine 1453 yılında yazılan ahlâk kitaplarından birisi de Ali bin Hüseyin’in Tâcü’l-Edeb adlı eseridir.
Bu devirde yazılan tarih kitapları da, Enverî’nin Aydınoğulları Târihine yer verdiği ve 1469 yılında veziriâzam Mahmud Paşa'ya sunduğu manzûm Düstûrnâme’si bir tarafa bırakılırsa, mensûr saha içinde görülür. Bunların başında Tursun Beyin Târih-i Ebü’l-Feth’i gelmektedir. İstanbul’un fethine katılan Tursun Bey, tarihini 1442-1488 yıllarına âit 46 yıllık vakalara ayırmıştır. Beyâtî’nin, Câm-ı Cemâyîn adlı eseri bu cinsten bir başka eserdir. Bunlardan başka Âşık Paşanın torunu olan Derviş Ahmed Âşıkî’nin ve Oruç Beyin, Yazıcıoğlu’nun, Neşrî’nin, Sarıca Kemâl’in eserlerini zikretmek yerinde olur.
İkinci Bayezid devrinde ise Süleymannâme adlı büyük eseriyle Firdevsî-i Tavîl, Kıvâmî’nin yine İkinci Bayezid Han devrinde yazdığı Fetihnâme-i Sultan Mehmed adlı eseri canlı müşâhedelerle ortaya konulmuş bir başka eserdir. Fakat daha ziyade şiirle yazılmış olup, İstanbul’un fethini anlatır.
On beşinci yüzyılda Halk Edebiyatı olarak Osmanlı edebiyatında İkinci Murad Han zamanında Hacı Bayram-ı Velî ile başlayan bir ekol, daha ziyade tekke içi olarak devam etmiştir. Onun takipçileri, daha çok Akşemseddin hazretleri (1389-1459) ve Eşrefoğlu Rûmî'dir (1353-1469). Akşemseddin hazretlerinin İstanbul’un fethindeki hizmetleri, her türlü takdirin üstündedir. Eşrefoğlu Rûmî’ye gelince, bir Dîvân ile Müzekkinnüfûs adlı meşhur dînî tasavvufî eserini yâdigâr bırakmıştır. Yine Karamanlı şâir Kemâl Ümmî de, ilâhileriyle tekke şiiri içinde kalmış ve ünü diğer Türk illerine de yayılmıştır.
Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları bir destan havası içinde, efsanevî Osmanlı tarihini işleyerek halk edebiyatı sahasında yeni bir çığır açarlar. Bilindiği üzere Türk Milleti, destan yönünden büyük eserleri olan bir millettir. Ancak, bunların bazıları tam olarak ele geçmemiştir.
On altıncı yüzyılda Sultan İkinci Bayezid-i Velî de dahil edilirse, bütün bir asır, şâir padişahlarla doludur. Hattâ bu durum, taşrada şehzâde mahfillerine kadar taştığı gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesi'yle terennüm eden ve Osmanlı Devletine bağlı Kırım Hanlarından Gâzi Giray’a kadar uzanmaktadır. Böylece hükümdarların ilimden ve şiirden anlamaları, âlimleri ve şâirleri çevrelerine toplamaları âdeti gerçekleşmiş oluyordu. Yalnız âlim ve şâirlerin hükümdar saraylarında olması ve ileriye doğru devletin götürülüşü bu asrın yegâne karakteri olup, padişahların şanına uygunluğu, devrin bir başka hususiyetidir. Bu hâl, eski Türk an’anesine de sadakatten başka bir şey değildir.
Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar göz önüne alınınca, gerek mahallî ve taşralı; gerekse İstanbul içinden edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şâirlerin yetişmesi, devrin bir başka hususiyetidir. Tezkireler ve şiir mecmuaları karıştırıldığı takdirde, pekçok şâirin bu yüzyıla ses getirdiği görülür. Ayrıca bu asırda, sâkinâmeler, kırk hadîsler, şehrengîzler, gazavâtnâmeler ve bu cinsten eserler olan Selimnâmeler, Süleymannâmeler, hicivler, tarihler, makteller, şikâyetnâme gibi mektuplar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir mevzu genişliğine sebep olmuşlardır.
Başta Dîvân’ı olmak üzere pekçok eserin sâhibi olan Mahmud Lâmii (1472-1532), ehl-i tarik bir kimsedir. İlk edebî eserini İkinci Bayezid Han devrinde vermiştir. O, sırasıyla Şevâhüdü’n-Nübüvve, Nefehâtü’l-Üns, İbretnâme, Şerefü’l-İnsan, Maktel-i İmâm-ı Hüseyin, Veys ü Râmîn, Bursa Şehrengîzi, Vâmik u Azrâ, Hüsn ü Dil, Letâif, Münâzarât-ı Bahâr u Şitâ gibi eserlerinin yanında bir Lügât yazdığı gibi, Gülistân’ın dibâcesini de şerh etmiştir.
Kemâlpaşazâde’ye gelince (1468-1534); o da asrın ikinci çeyreğinde, Dîvân’ı, Esrarnâme Tercümesi, Yusuf u Zeliha’sı ve İkinci Bayezid’in işâreti üzere yazdığı Tevârih’i Âl-i Osman ile dikkati çeker. Zembilli Ali Efendinin ölümü üzerine Şeyhülislâmlık makamına getirilen ve tesiri Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya kadar, bilhassa tekke edebiyatında devam eden Şemseddîn Ahmed Kemalpaşazâde, Gülistan’a nazîre olarak Nigâristan adında başka bir eser daha yazmıştır.
Asrın, cilt cilt gazel yazan, bir noktada Bâkî gibi kudretli şâirlerin yetişmesini sağlayan şâiri Zâtî'dir (1471-1546). Dükkânını şiir mahfili hâline getiren Zâtî’nin en büyük eseri, Dîvân’ıdır. Ayrıca mesnevî olarak; Şem ü Pervâne, Ahmedü Mahmûd, Edirne Şehrengîzi, Siyer-i Nebi ve Mevlid gibi eserleri vardır.
Kanunî Sultan Süleyman Han gibi muhteşem bir hükümdarın zamanında, Taşra’daki sesler de İstanbul’da yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Âzerî Türk Edebiyatı içinde, dili bakımından, ayrı bir yer alsa bile, gönüldeki bağla İstanbul’a bağlanan Fuzûlî’dir. Diğeriyse Vardar Yenice’sinden seslenen Hayâlî’dir. İkincisinin sadece bir Dîvân’ı vardır. Fuzûlî ise, menşe itibariyle Arap Edebiyatına bağlı olan Leylâ ve Mecnun adlı mesnevîsini Üveys Paşaya sunmuştur. O, bu eserin tertip ve tahririnde kendisine göre yenilikler yapmış, neticede onu millî ve orijinal bir şekle sokmuştur. Fuzûlî, ilimsiz şiirin olamayacağını söyleyen bir sanatkâr olup, yaşadığı topraklarda sanatını bulmuş, Bağdat gibi büyük bir kültür merkezinin havasını teneffüs etmiştir. Onun Bağdat, Kerbelâ gibi her zaman Türk dünyasının ortasında bulunması, doğu ve batı Türklüğünden haberdar olmasına sebep olmuştur. Eserlerinin çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte, hattâ mevzuunu seçişte, köprü vazifesi gören bu coğrafyanın mühim tesiri vardır.
Dîvân’ı en mühim eserleri arasında yer alır. Arapça ve Farsça dîvânından başka Heft Câm adlı Sakinâme’si, Rindü Zâhid’i, Hüsnü Aşk’ı, Şikâyetnâme’si, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, Muammâ Risâlesi, Matlâu’l-İ’tikâd’ı, Şahü Gedâ’sı, Farsça Enîsü’l-Kalb’i ve kasideleri, Türkçe-Farsça Manzum Lügat’i ve Türkçe Mektupları onun belli başlı eserlerini teşkil ederler.
Bu yüzyılda mizah, genç yaşta hayatını kaybeden talihsiz şair Figanî’de görülür. O bize sadece bir Dîvânçe bırakmıştır. Trabzonlu olan bu şair, 1532 yılında bir iftiraya kurban giderek öldürülmüştür. Asrın üçüncü çeyreğinde ölen Emrî de (doğ. 1575) muammâ ve tarih düşürmeye hevesli olmasına rağmen, hiciv şiiri yazan şairler arasında sayılabilir. Dîvân sahibi olan ve Yavuz Sultan Selim Hanın cülûsuna ait yazdığı Selimnâme’siyle dikkat çeken bir başka şair, Hayâlî’nin doğup büyüdüğü ve yetiştiği kültür merkezlerinden gelen İshak Çelebi'dir (ölm. 1536). Ayrıca bu devrin dîvân sahibi olan iki büyük şairi, Nev’î (1533-1599) ile Rûhî-i Bağdâdî'dir (ölm. 1606).
Kırk yaşına geldiği zaman, şâir, cengâver, kudretli büyük bir hükümdarın ölümüne ağlayan ve mersiyesiyle canlı ve içli bir şekilde bu hâdiseye yer veren, devrin ünlü hocalarından ders gören, medrese havasının çekiciliğine kapılan ve yetişmesiyle Şeyhülislâmlık makamına liyakat kesbeden (kazanan), hâsılı, asrın ikinci yarısını dolduran ve Kânûnî Sultan Süleyman Hana candan bağlı olan şair Bakî (Mahmud Abdülbâkî / 1526-1600) asrın Sultanü’ş-şuârâsı olarak kalmıştır. Dünya kavgalarının, menfaat düşüncelerinin hiçbir işe yaramadığını:
Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî,
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf.
beytiyle dile getirmiştir. Sözü dizmede ve seçmede ona yetişen şâir yoktur. Sanatı yüce, hissi ve duyuşu derin olan Bâkî’nin, kendisinden sonra yolunu takip eden şâirler çıkmış ve Bâkî Mektebi (ekol) kurulmuştur. Gerçekten imparatorluğun dört bir yanından ses veren şâirler, onun gibi söylemeye gayret ederek, bu mektebin devamını sağlamışlardır.
Mahmud Abdülbâkî (Bâkî), başta Dîvân’ı olmak üzere, büyük ve hacimli eserler bırakmıştır. Bunlar Fezâilü’l-Cihâd, Meâlimü’l-Yakîn ve Fezâîl-i Mekke adlı eserlerdir. Bunlardan Meâlimü’l-Yakîn; Peygamber efendimizin hayatını anlatan bir siyerdir. Bâkî’nin dili, Dîvân’ında yer yer ağırlık göstermesine rağmen, mensûr olan diğer eserlerinde, açık ve anlaşılır bir dildir.
Bu kadar divan şâirinin içinde Mesnevî Edebiyâtı, 16. yüzyılda görülen dîvânlarla at başı yürür. Kara Fazlı (ölm. 1563) Nahlistan adlı mensur hikâyesinin yanında Lehcetü’l-Esrâr, Hümâ ve Hümâyûn ile Gül ü Bülbül adlı mesnevîlerini yazar. Fakat bu yüzyılda hamse sahibi olarak Taşlıcalı Yahya görülmektedir. Hamsesini Gencîne-i Râz, Kitâb-ı Usûl, Şah u Gedâ ve Gülşen-i Envâr adlı mesnevîler meydana getirmektedir. Ayrıca bir de Dîvân’ı vardır. Lâmiî Çelebi’nin yukarıda bahsedilen eserleri içinde Bursa Şehrengîz’i, Bursa’nın güzel yerlerini tanıtmaktadır. Bu da şâirin ehl-i tarîk olmasına bağlanabilir.
Bu yüzyıla mesnevî getiren şâirler arasında; Âzerî İbrâhim Çelebi (ölm. 1585) Nakş-ı Hayâl, Ravzatü’l-Envâr adlı mesnevîleriyle, Bursalı Cenânî Mahzenü’l-Esrâr, Riyâzü’l-Cinân ve Cilâü’l-Kalb adlı üç mesnevîsiyle Lârendeli Hamdî Kıssa-i Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevîsiyle görülürler.
On altıncı yüzyılın nesir sahasındaki belli başlı eserleri, tarih ve tezkire vâdisindedir. Yukarda kendisinden bahsettiğimiz Kemalpaşazâde Şemsüddîn Ahmed’in Tevârîh-i Âl-i Osman’ından başka: Tosyalı Celâlzâde Mustafa Çelebi (1494-1567) Tabakâtü’l Memâlik fî-Dereceti’l-Mesâlik adlı ilim ve edebiyat sahasındaki eserini ve Selimnâme’sini yazmıştır. Lütfî Paşa (1488-1563) ise Âsafnâme ile Tevârîh-i Âl-i Osmân’ını yazmıştır. Selânikî Mustafa Efendi (ölm. 1600)’ye gelince Ferhad Paşa'nın sadrâzamlığından sonra Rûznâme-i Humâyûn yazmak için vazifelendirilmiştir. Bu eserinde Selânikî, devrin eksik ve aksayan taraflarını ele alıp, tahlil ve tenkit etmiştir. Hasan Can’ın oğlu olan Hoca Sâdeddin Efendi (1536-1599) ise, devrin büyük tarihçisidir. Osmanlı tarihini, iki cilt hâlinde yazmış ve Tâcü’t-Tevârîh adını vermiştir. Üslubu canlı olup, sanatla doludur. Nesrinin esasını bilhassa secîli, kafiyeli ve sanatlı yazısı meydana getirir.
Devrin bir başka tarihçisi Gelibolulu Âli’dir (1541-1600). En mühim eseri dört ciltten meydana gelen Künhü’l-Ahbâr’ıdır. Ayrıca Nasîhatü’s-Selâtîn, Kavâidü’l-Mecâlis ve Menâkıb-ı Hünerverân adlı eserlerin de yazarıdır.
Beylikler devrinden bu asra kadar, hemen her sahada gittikçe genişleyen Osmanlı Edebiyatı, artık onların toplu olarak gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi hususunda, yetiştirdiği kalem sahipleri sayesinde, gerekeni de ihmal etmemiştir. Önceleri antoloji şeklinde şiir mecmualarıyla başlayan bu zevk üstünlüğü, 16. asırda tezkirelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aslında tezkireciliğe, İran ve Çağatay Türkçesi edebiyatlarında önceden şahit olmaktayız. Osmanlı tezkirecileri bilhassa kendilerine örnek olarak, Devletşâh ve Nevâî tezkirelerini seçmişler ve bu klasik tarzın takipçisi olmuşlardır.
Bu asrın tezkirecilerinin başında, dîvân sâhibi olan Sehî (ölm. 1548) Heşt Behişt adlı tezkiresiyle birinci durumdadır. Sırasıyla Latîfî (1491-1582) kendi adıyla anılan Latîfî Tezkiresi’ni, Âşık Çelebi (1520-1572) Meşâirü’ş-Şuarâ’sını, Kınalızâde Hasan Çelebi kendi adıyla da zikredilen Tezkiretü’ş-Şuarâ’sını, Ahdî de Gülşen-i Şuarâ’yı yazmıştır. Gelibolulu Âli’nin yazdığı Künhü’l-Ahbâr adlı eserin son bölümü de tezkire olarak zikredilmelidir. Ayrıca Mecmau’n-Nezâir ve Câmiü’l-Meânî gibi antolojiler de bu asırda görülen şiir mecmualarıdır.
Bu yüzyılda seyahat edebiyatıyla da karşılaşmaktayız. Seydi Ali Reis (ölm. 1562) bu sahada Mir’âtü’l-Memâlik ve Kitâbü’l-Muhît adlı eserlerini yazar. Bunlardan başka Pirî Reis’in Kitâb-ı Bahriye’si gibi eserler, asrın zikre değer eserleridir.
Halk edebiyatı tarafından bakılınca, bu asırda tekke şâirleri ön planda gelirler. Bunlar arasında Şeyh İbrâhim Gülşenî, Ahmed-i Sarbân ile Ümmî Sinân en çok tanınanlardır. Bunlara ilâveten Muhyiddin Üftâde (ölm. 1580), Seyyid Seyfullah Halvetî ve İdris-i Muhtefî'yi (ölm. 1615) zikretmek gerekir. Bunların hepsi devlete bağlı, millete inanan, bir bakıma halkın terbiyesini üzerlerine alan tekke şâirleridir. Fakat bu asrın azılı Osmanlı düşmanı, Hurûfî şâir ve ihtilâlcisi Pir Sultan Abdal, halk edebiyatında, devlete ihanet yönünden müstesna bir mevkie sahiptir. O,
“Açılın kapılar Şâh’a gidelim”
ve
“Kâtib ahvâlimi Şâh’a böyle yaz”
derken, başka bir ülkenin, İran’ın şâhını arzulamaktadır. Onun gitmek ve haber vermek istediği kimse, İran Şâhı Tahmasb’dır.
Halk edebiyatı içinde bu yüzyılın zikre değer diğer şâirleri, Kul Mehmed, Öksüz Dede ve Çıldırlı Hayâlî’dir.
Köroğlu ise, devrin başka bir renkli simasıdır. Özdemiroğlu Osman Paşa'nın kuvvetlerine katılması muhtemel bir Celâlî eşkıyâsı olduğu söylenen Köroğlu, kendi adı ile anılan Köroğlu Destanı’nın kahramanı durumundadır. Bu itibarla, bu devirde halk hikâyelerinin varlığı, ayrı bir husustur. Mehdî mahlasıyla şiirler söyleyen Derviş Hasan bunlardandır. Ayrıca Magrib Ocakları’nın saz şâirleri de bu kısma girer.
Sînâme: 1310 beyte yer veren bu eser Hümâmî’nindir. 1436 yılında tamamlanmıştır. Mürşidü’l Ubbâd veya Mürşidü’l-Ibâd, Ârif tarafından yazılmıştır (1438). 20411 beyittir. Bu mesnevî, dört bölümden ibarettir. Tasavvufî ve öğretici olan eserin dili sâde, fakat sanat yönü tesirli değildir. Aynı yıllarda yazılan Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-Âdem adlı eser 369 beyit olup, Ârif’in küçük bir mesnevîsidir. Yine aynı tarihlerde Muhammed bin Selmân, Mevlidini yazmıştır. 800 beyitten fazla olan eser Erzurumlu Mustafa Darir’in eserini de sayarsak bu türde Türkçe'de dördüncü olarak görülmektedir. Ârif’in, Peygamberimizin mîrâcını konu alarak yazdığı Mîrâcnâme’si ise 2000 beyte yakın bir eserdir. Yine onun 1402 beyitlik Vefatü’n-Nebi adlı mesnevîsini zikretmek yerinde olur. Görüldüğü gibi o, üç eserinde de Peygamberimizin hayatını işlemiştir. İsimsiz bir mesnevîsinin olduğunu da zikretmek gerekir.
İkinci Murad Han devrinin hacim itibariyle önde gelen mesnevîlerinden biri de 12239 beyit olan Âşık Ahmed’in yazdığı Câmiü’l-Ahbâr adlı eseridir. 20 babdan meydana gelen eser, hikâyelere yer verir. Dili, devrine göre açıktır. Gülşen-i Uşşâk (Hümâ vü Hümâyûn) orta hacimde bir mesnevîdir 1446 (H.850) yılında telif edilmiş olup, 4559 beyitten meydana gelmiştir. Mevzuu, Arap diyarında, çocuğu olmayan Menuşeng adlı bir padişahtır. Eser Şeyhî’nin yeğeni Cemâlî tarafından yazılmıştır. Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Bayezid Han zamanlarını da idrak eden Cemâlî’nin, ele geçmemiş Yusuf ile Zeliha ve Miftâhü’l Ferec adlı mesnevilerini de zikretmek yerinde olur. Onun başka risalelerinin bulunduğu da bilinmektedir. Cemâlî’nin eserlerinde sanat yönü ağır basar.
Sultan İkinci Murad zamanında yazılan ve mevzu bakımından dikkat çeken yegâne eser, Gelibolulu Zaifî tarafından yazılan ve padişahın savaşlarına yer veren Gazavât-ı Sultan Murâd ibni Muhammed Han adlı eserdir. 1446-51 (H.850-5) yılları arasında yazılan eser, tarihî ve edebî olup, gazavât nevindendir ve 2566 beyittir.
Gerek halk arasındaki yeri, gerekse edebî eser olarak değeri göz önüne alınınca devrin önde gelen bir başka eseri Yazıcıoğlu Muhammed bin Sâlih bin Süleyman’ın 1449 (H.855) yılında yazdığı 9008 beyit ihtiva eden Muhammediyye’sidir. Bunlara ilâve olarak, Ahmed Hayâlî’nin Ravzat-ül-Envâr ve Tarîkatnâmesi’ni zikretmek gerekir.
Mensûr eser olarak İkinci Murad Han zamanında yazılan eserlerin başında İrşâdü’l-Mürîd ile’l-Murâd gelmektedir. Kasım bin Muhammed Karahisarî tarafından Farsça'dan tercüme edilmiştir. Kemâleddîn bin Îsâ ed-Dümeyrî’nin, Hayâtü’l-Hayevân’ı, Gülistân’ın Manyasoğlu tarafından aynı adla yapılan tercümesi, Mahmur bin Muhammed Şirvânî’nin Tuhfe-i Murâdî’si, Mercimek Ahmed’in Kâbusnâme Tercümesi, Yazıcıoğlu’nun Târih-i Âl-i Selçûk’u, Hızır bin Celâleddîn’in İbni Kesir Târihi Tercümesi, Mahmud bin Kâdı Manyas’ın A’cebü’l-U’cab’ı, Ârif Ali Molla’nın Dânişmendnâme’si, Mustafa bin Seyyid’in Cevâhirnâme-i Sultan Murâdî’si, Ahmed-i Dâî’nin Tezkiretü’l-Evliyâ Tercümesi, Mehmed bin Abdullatif’in Bahrü’l-Hikem’i, Hızır bin Abdullah’ın Kitâbü’l-Edvâr’ı, Mukbilzâde Mü’min’in Zahîre-i Murâdiyyesi ile Miftâhü’n-Nûr ve Hazaini’s-Sürûr’u zikredilmesi gereken eserlerdir. Aslında bu devirdeki mensûr eserler, bunlarla da kalmaz. Mûsâ bin Mesûd’un eseri Kırk Vezir Hikâyesi, Firdevsî’nin Şehnâme Tercümesi bunlara ilâve edilmelidir. Yine bu devre kadar olan şâirlerden toplama bir mecmua olan, daha çok gazellere yer veren Ömer bin Mezîd’in Mecmûâtü’n-Nezâir’i, Sultan İkinci Murad Hana adanmıştır. Böylece bu padişah zamanında tezkireciliğin nüvesi teşekkül etmiştir.
Osmanlı Devleti'nde şiir, ilk önceleri gazel tarzının azlığına rağmen Mesnevî sahasında kendini gösterir. Buna rağmen Osmanlı edebiyatı, divan edebiyatı gibi bir isimle anılmakta ve sadece dar bir çerçeveye sıkıştırılmak istenmektedir. Bu bir bakıma hemen her sahada eser vermiş bir milletin, divan kelimesini öne sürerek, kabiliyetini ve gayretlerini ve kültür faaliyetlerini de inkâra yönelmekten başka bir şey olamaz. On beşinci yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, beyliklerde yazılan eserler de dahil, mesnevîlerin sayısı yüze yaklaşırken, dîvânların sayısı ona çıkmaz. Bir başka husus, gerek Araplarda gerekse Farslarda divan şâiri olan ve divanı bulunan pek fazla şâir vardır. Fakat onlar, edebiyatlarının sınırını, "divan" kelimesiyle daraltmazlar. Aynı durum, Türk edebiyatı için de düşünülünce Doğu (Çağatay) Türkçesi'yle yazılan pekçok divanla karşılaşırız. Fakat bizde divan edebiyatı denince, yalnız Osmanlı edebiyatı akla gelmektedir. Kısacası, Osmanlı edebiyatı, bir mesnevî edebiyatı olarak başlamıştır.
Akla gelen diğer bir husus, gazel türünün mesnevîye göre kısa bir şiir şekli oluşu, mevzu bakımından geniş tutulmayışı, daha sonra, başta padişahlar ve şehzadeler olmak üzere sarayda yer tutması, divanlara olan rağbeti arttırmış olmalıdır. Bu yönden ele alınınca, sarayda okunan ve yazılan eserlerin başında divanlar gelmektedir. Fakat bütün bir edebiyata Divan Edebiyatı olarak ad vermek, en azından, diğer kültür eserlerini mühimsememek olur.
1404 (H.806) yılında Amasya’da doğan, Osmanlı padişahlarının altıncısı olan bu kudretli padişah, ilim ve kültür hayatı yanında, batıda Venedik, Eflak, Bizans, Arnavut, Sırp, Macar, Bohemya, Polon, Hırvat ve Alman milletleriyle, doğuda ise başta Karaman Beyliği olmak üzere Anadolu’da yer alan irili ufaklı beylerle mücadele hâlindedir. Zamanındaki fetihler, daha çok batıda gerçekleşmiş olmasına rağmen, bilhassa saltanatının ilk yıllarında Bizans’ın iç karışıklıklara verdiği sebebiyet de vardır. Fakat Sultan Murad, doğruluğu, hâlis niyeti, fazlı ve merhameti, cesareti, azim ve tedbiri ve bilhassa ahde vefası sayesinde bütün bunların üstünden gelmesini başarmış, batıda kazandığı zaferlere ilâve olarak doğuda Anadolu Türk Birliğinin kurulmasına gayret etmiştir. Doğudaki birliğin kurulmasından sonra bilhassa Osmanlı Devleti aleyhine, batılılarla işbirliği yapma gayretleri, Şiî olan İran’a düşecektir. Yukarıda yer verdiğimiz hususiyetleri yanında Sultan II. Murad Han'ın, âlimleri himayesi, sanata düşkünlüğü ve edebiyata değer vermesi, bunun neticesinde ilim ve sanat adamlarıyla olan meclisleri bırakmaması da vardır. Tarihler onun adaletini, hükümdarlığını, cesaret ve cömertliğini zikretmeden geçememişlerdir. Yazılan şiirlerde, mübalağalı bir şekilde padişahları övmek varitse de, bu husus, Sultan İkinci Murad Han için yapılmışsa, gerçeğin anlatılmasından başka bir şey değildir.
Sultan İkinci Murad Hanın, Murâdî mahlasıyla şiir söyleyen ilk Osmanlı padişahı olduğu bilinmektedir. Artık, Osmanlı sarayında, oğlu İkinci Mehmed de divanda görülecektir. Avnî mahlası ile şiirler yazan, küçük de olsa bir divana sahip olan Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlu, Cem Sultan ve İkinci Bayezid Han, bu yüzyılın ikinci yarısında sarayın yetiştirdiği şâirler olarak bilinir. Bilhassa asrın sonuna doğru Cem Sultan ve Bayezid-i Velî, şiire kendilerini de katarlar. Cem Sultan şiirlerinde Cem mahlasını, İkinci Bayezid de Adlî’yi kullanır. Yalnız, Cem Sultan’ın bunlardan ayrı bir tarafı, onun edebiyatımıza Cemşid ü Hurşid adlı bir mesnevî bırakmış olmasıdır. On altıncı asırda bu halka daha da genişlemektedir.
On beşinci yüzyılın sarayda kudretli şâiri Şeyhî’dir. Ancak İkinci Murad Han'dan sonra Şeyhî, yerini Ahmed Paşa'ya bırakacaktır. Fatih zamanında, Osmanlı Türkçesi'nin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa, haklı olarak Sultânü’ş-Şuâra (Şâirlerin Sultanı) unvanını da almıştır. İnce, zarif, nüktedan, keskin zekâlı ve hazırcevap bir şâir olan Ahmed Paşa, Fatih’in sohbet arkadaşıydı. Onun Osmanlı Hanedanına karşı, riyadan uzak, samimi ve ciddî bir bağlılığının bulunması, en güzel gazellerini İkinci Mehmed’e sunmaya sebep olmuştur. Padişahla hocası şâir arasında, ayrıca şiire dayalı yârenlikler onun bir başka cephesini aksettirmiştir. Onunla Osmanlı edebiyatına “nazîrecilik” de girmiştir. Yine “tarih düşürme” sanatı, onda mühim bir yer tutar.
Bu devirde Saraya yakın, tesirli üçüncü şâir Necâtî’dir. Ahmed Paşanın Şâirler Sultanı diye anıldığı zamanlarda, Necâtî’nin şiirleri onun meclisine kadar ulaşmış ve dikkatini çekmiştir. Bilhassa Necâti’nin döne döne redifli gazeli bu câzibeyi temin etmiştir. Necâtî, mühtedî bir şâir olarak tanınmasına rağmen, Türkçe'yi en güzel kullanan şâirlerin başında gelir. Onun içindir ki, sesi asırlara hâkim olacak ve tesiri devam edecektir. Çeşitli devlet hizmetinde bulunan Necâtî, 1509 yılında Vefâ’da vefat etmiştir. Şiirlerinde en çok Türkçe kelimelere yer vermiş, mecbur kalmadıkça yabancı asıllı kelimeler kullanmamıştır. Şâir bu yönüyle Türkçecilik cereyanı içinde müstesna bir mevkie sahiptir. 650 gazeli ihtiva eden bir Dîvân bırakmıştır. Şiirlerine, devrinde ve daha sonraki zamanlarda nazîreler söylenmiştir.
Hümâmî, Atâyî, Sâfî, Cemâlî, Adnî, Nişânî, Melihî, Sâdi-i Cem, Mesihî ve Aydınlı Visâlî devrin diğer şâirleri olarak bilinirler.
Divanların çoğalmasına karşılık Mesnevî Edebiyatı da varlığını bir hayli gösterir. Bunların başında hamse sahibi Akşemseddînzâde Hamdullah Hamdi gelmektedir. Yusuf ile Zeliha, Kıyâfetnâme, Tuhfetü’l-Uşşâk, Leylâ vü Mecnun ve Mevlid adlı eserleri hamsesini meydana getiren mesnevîlerdir. O bilhassa Yusuf ile Zeliha adlı mesnevîsiyle şöhret bulmuştur. 1503 yılında vefat etmiştir. Tâcizâde Câfer Çelebi (ölm. 1515), asrın bir başka mesnevî şâiridir. Hevesnâme’si, İstanbul’u anlatan bir mesnevîdir. Ayrıca Dîvân’ı da vardır.
Asrın diğer bir mesnevî şâiri de Edirneli olan ve Revânî diye anılan İlyas Şücâ Çelebi’dir. İkinci Bayezid Han ile Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar olmuştur. Dîvân’ından Başka İşretnâme adlı bir mesnevîsi de vardır. Şiirlerinde mahallî renklere tesadüf edilen Revânî’nin İşretnâmesi ile Osmanlı Edebiyatında yeni bir konu işlenmiştir. Zaten 16. asra girerken, konulardaki çeşitlilik daha da genişleyecek ve Osmanlı Türk Edebiyatı pek fazla bir gerçekçiliğin içinde olacaktır. Tâcizâde de yukarıda bahsedilen eseriyle şehirlere açılmış ve İstanbul’u anlatmıştır. Bu arada yine Hikâyet-i Şirînü Perviz-Rivâyet-i Gulgûnü Şebdîz adlı mesnevîsini Yavuz Sultan Selim Hana sunan Âhî’yi zikredebiliriz. Fakat asrın büyük mesnevî yazarları Lamiî Çelebi ile Taşlıcalı Yahya Beydir.
İkinci Murad Han devrinde yazılan ve mensûr olan eserlerden başka 15. yüzyılda bu sahada en güzel eseri Sinan Paşa (1440-1486) vermiştir. 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından sadrazamlığa getirilen Sinan Paşa, Tazarrunâme’si ile haklı bir şöhret kazanmış ve bu sahadaki tesirleri Yakub Kadri’ye kadar devam etmiştir. Şeyh Vefâ Konevî’ye intisâb eden Sinan Paşanın Tazarrunâme’sinden başka yine nesir sahasında Maârifnâme ve Tezkiretü’l-Evliyâ adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Hâsılı o, ortaya koyduğu eserleriyle devrine damgasını vurmuş ve tesiri Cumhuriyet dönemini de içine almıştır. Onun Tazarrunâme’si büyük, samimî bir münâcat, Maârifnâmesi ahlâk kitabıdır. Tezkiretü’l-Evliyâ’sı ise velilerin hayatı ve menkıbelerine ayrılmıştır. Yine 1453 yılında yazılan ahlâk kitaplarından birisi de Ali bin Hüseyin’in Tâcü’l-Edeb adlı eseridir.
Bu devirde yazılan tarih kitapları da, Enverî’nin Aydınoğulları Târihine yer verdiği ve 1469 yılında veziriâzam Mahmud Paşa'ya sunduğu manzûm Düstûrnâme’si bir tarafa bırakılırsa, mensûr saha içinde görülür. Bunların başında Tursun Beyin Târih-i Ebü’l-Feth’i gelmektedir. İstanbul’un fethine katılan Tursun Bey, tarihini 1442-1488 yıllarına âit 46 yıllık vakalara ayırmıştır. Beyâtî’nin, Câm-ı Cemâyîn adlı eseri bu cinsten bir başka eserdir. Bunlardan başka Âşık Paşanın torunu olan Derviş Ahmed Âşıkî’nin ve Oruç Beyin, Yazıcıoğlu’nun, Neşrî’nin, Sarıca Kemâl’in eserlerini zikretmek yerinde olur.
İkinci Bayezid devrinde ise Süleymannâme adlı büyük eseriyle Firdevsî-i Tavîl, Kıvâmî’nin yine İkinci Bayezid Han devrinde yazdığı Fetihnâme-i Sultan Mehmed adlı eseri canlı müşâhedelerle ortaya konulmuş bir başka eserdir. Fakat daha ziyade şiirle yazılmış olup, İstanbul’un fethini anlatır.
On beşinci yüzyılda Halk Edebiyatı olarak Osmanlı edebiyatında İkinci Murad Han zamanında Hacı Bayram-ı Velî ile başlayan bir ekol, daha ziyade tekke içi olarak devam etmiştir. Onun takipçileri, daha çok Akşemseddin hazretleri (1389-1459) ve Eşrefoğlu Rûmî'dir (1353-1469). Akşemseddin hazretlerinin İstanbul’un fethindeki hizmetleri, her türlü takdirin üstündedir. Eşrefoğlu Rûmî’ye gelince, bir Dîvân ile Müzekkinnüfûs adlı meşhur dînî tasavvufî eserini yâdigâr bırakmıştır. Yine Karamanlı şâir Kemâl Ümmî de, ilâhileriyle tekke şiiri içinde kalmış ve ünü diğer Türk illerine de yayılmıştır.
Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları bir destan havası içinde, efsanevî Osmanlı tarihini işleyerek halk edebiyatı sahasında yeni bir çığır açarlar. Bilindiği üzere Türk Milleti, destan yönünden büyük eserleri olan bir millettir. Ancak, bunların bazıları tam olarak ele geçmemiştir.
On altıncı yüzyılda Sultan İkinci Bayezid-i Velî de dahil edilirse, bütün bir asır, şâir padişahlarla doludur. Hattâ bu durum, taşrada şehzâde mahfillerine kadar taştığı gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesi'yle terennüm eden ve Osmanlı Devletine bağlı Kırım Hanlarından Gâzi Giray’a kadar uzanmaktadır. Böylece hükümdarların ilimden ve şiirden anlamaları, âlimleri ve şâirleri çevrelerine toplamaları âdeti gerçekleşmiş oluyordu. Yalnız âlim ve şâirlerin hükümdar saraylarında olması ve ileriye doğru devletin götürülüşü bu asrın yegâne karakteri olup, padişahların şanına uygunluğu, devrin bir başka hususiyetidir. Bu hâl, eski Türk an’anesine de sadakatten başka bir şey değildir.
Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar göz önüne alınınca, gerek mahallî ve taşralı; gerekse İstanbul içinden edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şâirlerin yetişmesi, devrin bir başka hususiyetidir. Tezkireler ve şiir mecmuaları karıştırıldığı takdirde, pekçok şâirin bu yüzyıla ses getirdiği görülür. Ayrıca bu asırda, sâkinâmeler, kırk hadîsler, şehrengîzler, gazavâtnâmeler ve bu cinsten eserler olan Selimnâmeler, Süleymannâmeler, hicivler, tarihler, makteller, şikâyetnâme gibi mektuplar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir mevzu genişliğine sebep olmuşlardır.
Başta Dîvân’ı olmak üzere pekçok eserin sâhibi olan Mahmud Lâmii (1472-1532), ehl-i tarik bir kimsedir. İlk edebî eserini İkinci Bayezid Han devrinde vermiştir. O, sırasıyla Şevâhüdü’n-Nübüvve, Nefehâtü’l-Üns, İbretnâme, Şerefü’l-İnsan, Maktel-i İmâm-ı Hüseyin, Veys ü Râmîn, Bursa Şehrengîzi, Vâmik u Azrâ, Hüsn ü Dil, Letâif, Münâzarât-ı Bahâr u Şitâ gibi eserlerinin yanında bir Lügât yazdığı gibi, Gülistân’ın dibâcesini de şerh etmiştir.
Kemâlpaşazâde’ye gelince (1468-1534); o da asrın ikinci çeyreğinde, Dîvân’ı, Esrarnâme Tercümesi, Yusuf u Zeliha’sı ve İkinci Bayezid’in işâreti üzere yazdığı Tevârih’i Âl-i Osman ile dikkati çeker. Zembilli Ali Efendinin ölümü üzerine Şeyhülislâmlık makamına getirilen ve tesiri Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya kadar, bilhassa tekke edebiyatında devam eden Şemseddîn Ahmed Kemalpaşazâde, Gülistan’a nazîre olarak Nigâristan adında başka bir eser daha yazmıştır.
Asrın, cilt cilt gazel yazan, bir noktada Bâkî gibi kudretli şâirlerin yetişmesini sağlayan şâiri Zâtî'dir (1471-1546). Dükkânını şiir mahfili hâline getiren Zâtî’nin en büyük eseri, Dîvân’ıdır. Ayrıca mesnevî olarak; Şem ü Pervâne, Ahmedü Mahmûd, Edirne Şehrengîzi, Siyer-i Nebi ve Mevlid gibi eserleri vardır.
Kanunî Sultan Süleyman Han gibi muhteşem bir hükümdarın zamanında, Taşra’daki sesler de İstanbul’da yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Âzerî Türk Edebiyatı içinde, dili bakımından, ayrı bir yer alsa bile, gönüldeki bağla İstanbul’a bağlanan Fuzûlî’dir. Diğeriyse Vardar Yenice’sinden seslenen Hayâlî’dir. İkincisinin sadece bir Dîvân’ı vardır. Fuzûlî ise, menşe itibariyle Arap Edebiyatına bağlı olan Leylâ ve Mecnun adlı mesnevîsini Üveys Paşaya sunmuştur. O, bu eserin tertip ve tahririnde kendisine göre yenilikler yapmış, neticede onu millî ve orijinal bir şekle sokmuştur. Fuzûlî, ilimsiz şiirin olamayacağını söyleyen bir sanatkâr olup, yaşadığı topraklarda sanatını bulmuş, Bağdat gibi büyük bir kültür merkezinin havasını teneffüs etmiştir. Onun Bağdat, Kerbelâ gibi her zaman Türk dünyasının ortasında bulunması, doğu ve batı Türklüğünden haberdar olmasına sebep olmuştur. Eserlerinin çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte, hattâ mevzuunu seçişte, köprü vazifesi gören bu coğrafyanın mühim tesiri vardır.
Dîvân’ı en mühim eserleri arasında yer alır. Arapça ve Farsça dîvânından başka Heft Câm adlı Sakinâme’si, Rindü Zâhid’i, Hüsnü Aşk’ı, Şikâyetnâme’si, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, Muammâ Risâlesi, Matlâu’l-İ’tikâd’ı, Şahü Gedâ’sı, Farsça Enîsü’l-Kalb’i ve kasideleri, Türkçe-Farsça Manzum Lügat’i ve Türkçe Mektupları onun belli başlı eserlerini teşkil ederler.
Bu yüzyılda mizah, genç yaşta hayatını kaybeden talihsiz şair Figanî’de görülür. O bize sadece bir Dîvânçe bırakmıştır. Trabzonlu olan bu şair, 1532 yılında bir iftiraya kurban giderek öldürülmüştür. Asrın üçüncü çeyreğinde ölen Emrî de (doğ. 1575) muammâ ve tarih düşürmeye hevesli olmasına rağmen, hiciv şiiri yazan şairler arasında sayılabilir. Dîvân sahibi olan ve Yavuz Sultan Selim Hanın cülûsuna ait yazdığı Selimnâme’siyle dikkat çeken bir başka şair, Hayâlî’nin doğup büyüdüğü ve yetiştiği kültür merkezlerinden gelen İshak Çelebi'dir (ölm. 1536). Ayrıca bu devrin dîvân sahibi olan iki büyük şairi, Nev’î (1533-1599) ile Rûhî-i Bağdâdî'dir (ölm. 1606).
Kırk yaşına geldiği zaman, şâir, cengâver, kudretli büyük bir hükümdarın ölümüne ağlayan ve mersiyesiyle canlı ve içli bir şekilde bu hâdiseye yer veren, devrin ünlü hocalarından ders gören, medrese havasının çekiciliğine kapılan ve yetişmesiyle Şeyhülislâmlık makamına liyakat kesbeden (kazanan), hâsılı, asrın ikinci yarısını dolduran ve Kânûnî Sultan Süleyman Hana candan bağlı olan şair Bakî (Mahmud Abdülbâkî / 1526-1600) asrın Sultanü’ş-şuârâsı olarak kalmıştır. Dünya kavgalarının, menfaat düşüncelerinin hiçbir işe yaramadığını:
Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâkî,
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf.
beytiyle dile getirmiştir. Sözü dizmede ve seçmede ona yetişen şâir yoktur. Sanatı yüce, hissi ve duyuşu derin olan Bâkî’nin, kendisinden sonra yolunu takip eden şâirler çıkmış ve Bâkî Mektebi (ekol) kurulmuştur. Gerçekten imparatorluğun dört bir yanından ses veren şâirler, onun gibi söylemeye gayret ederek, bu mektebin devamını sağlamışlardır.
Mahmud Abdülbâkî (Bâkî), başta Dîvân’ı olmak üzere, büyük ve hacimli eserler bırakmıştır. Bunlar Fezâilü’l-Cihâd, Meâlimü’l-Yakîn ve Fezâîl-i Mekke adlı eserlerdir. Bunlardan Meâlimü’l-Yakîn; Peygamber efendimizin hayatını anlatan bir siyerdir. Bâkî’nin dili, Dîvân’ında yer yer ağırlık göstermesine rağmen, mensûr olan diğer eserlerinde, açık ve anlaşılır bir dildir.
Bu kadar divan şâirinin içinde Mesnevî Edebiyâtı, 16. yüzyılda görülen dîvânlarla at başı yürür. Kara Fazlı (ölm. 1563) Nahlistan adlı mensur hikâyesinin yanında Lehcetü’l-Esrâr, Hümâ ve Hümâyûn ile Gül ü Bülbül adlı mesnevîlerini yazar. Fakat bu yüzyılda hamse sahibi olarak Taşlıcalı Yahya görülmektedir. Hamsesini Gencîne-i Râz, Kitâb-ı Usûl, Şah u Gedâ ve Gülşen-i Envâr adlı mesnevîler meydana getirmektedir. Ayrıca bir de Dîvân’ı vardır. Lâmiî Çelebi’nin yukarıda bahsedilen eserleri içinde Bursa Şehrengîz’i, Bursa’nın güzel yerlerini tanıtmaktadır. Bu da şâirin ehl-i tarîk olmasına bağlanabilir.
Bu yüzyıla mesnevî getiren şâirler arasında; Âzerî İbrâhim Çelebi (ölm. 1585) Nakş-ı Hayâl, Ravzatü’l-Envâr adlı mesnevîleriyle, Bursalı Cenânî Mahzenü’l-Esrâr, Riyâzü’l-Cinân ve Cilâü’l-Kalb adlı üç mesnevîsiyle Lârendeli Hamdî Kıssa-i Leylâ vü Mecnûn adlı mesnevîsiyle görülürler.
On altıncı yüzyılın nesir sahasındaki belli başlı eserleri, tarih ve tezkire vâdisindedir. Yukarda kendisinden bahsettiğimiz Kemalpaşazâde Şemsüddîn Ahmed’in Tevârîh-i Âl-i Osman’ından başka: Tosyalı Celâlzâde Mustafa Çelebi (1494-1567) Tabakâtü’l Memâlik fî-Dereceti’l-Mesâlik adlı ilim ve edebiyat sahasındaki eserini ve Selimnâme’sini yazmıştır. Lütfî Paşa (1488-1563) ise Âsafnâme ile Tevârîh-i Âl-i Osmân’ını yazmıştır. Selânikî Mustafa Efendi (ölm. 1600)’ye gelince Ferhad Paşa'nın sadrâzamlığından sonra Rûznâme-i Humâyûn yazmak için vazifelendirilmiştir. Bu eserinde Selânikî, devrin eksik ve aksayan taraflarını ele alıp, tahlil ve tenkit etmiştir. Hasan Can’ın oğlu olan Hoca Sâdeddin Efendi (1536-1599) ise, devrin büyük tarihçisidir. Osmanlı tarihini, iki cilt hâlinde yazmış ve Tâcü’t-Tevârîh adını vermiştir. Üslubu canlı olup, sanatla doludur. Nesrinin esasını bilhassa secîli, kafiyeli ve sanatlı yazısı meydana getirir.
Devrin bir başka tarihçisi Gelibolulu Âli’dir (1541-1600). En mühim eseri dört ciltten meydana gelen Künhü’l-Ahbâr’ıdır. Ayrıca Nasîhatü’s-Selâtîn, Kavâidü’l-Mecâlis ve Menâkıb-ı Hünerverân adlı eserlerin de yazarıdır.
Beylikler devrinden bu asra kadar, hemen her sahada gittikçe genişleyen Osmanlı Edebiyatı, artık onların toplu olarak gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi hususunda, yetiştirdiği kalem sahipleri sayesinde, gerekeni de ihmal etmemiştir. Önceleri antoloji şeklinde şiir mecmualarıyla başlayan bu zevk üstünlüğü, 16. asırda tezkirelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aslında tezkireciliğe, İran ve Çağatay Türkçesi edebiyatlarında önceden şahit olmaktayız. Osmanlı tezkirecileri bilhassa kendilerine örnek olarak, Devletşâh ve Nevâî tezkirelerini seçmişler ve bu klasik tarzın takipçisi olmuşlardır.
Bu asrın tezkirecilerinin başında, dîvân sâhibi olan Sehî (ölm. 1548) Heşt Behişt adlı tezkiresiyle birinci durumdadır. Sırasıyla Latîfî (1491-1582) kendi adıyla anılan Latîfî Tezkiresi’ni, Âşık Çelebi (1520-1572) Meşâirü’ş-Şuarâ’sını, Kınalızâde Hasan Çelebi kendi adıyla da zikredilen Tezkiretü’ş-Şuarâ’sını, Ahdî de Gülşen-i Şuarâ’yı yazmıştır. Gelibolulu Âli’nin yazdığı Künhü’l-Ahbâr adlı eserin son bölümü de tezkire olarak zikredilmelidir. Ayrıca Mecmau’n-Nezâir ve Câmiü’l-Meânî gibi antolojiler de bu asırda görülen şiir mecmualarıdır.
Bu yüzyılda seyahat edebiyatıyla da karşılaşmaktayız. Seydi Ali Reis (ölm. 1562) bu sahada Mir’âtü’l-Memâlik ve Kitâbü’l-Muhît adlı eserlerini yazar. Bunlardan başka Pirî Reis’in Kitâb-ı Bahriye’si gibi eserler, asrın zikre değer eserleridir.
Halk edebiyatı tarafından bakılınca, bu asırda tekke şâirleri ön planda gelirler. Bunlar arasında Şeyh İbrâhim Gülşenî, Ahmed-i Sarbân ile Ümmî Sinân en çok tanınanlardır. Bunlara ilâveten Muhyiddin Üftâde (ölm. 1580), Seyyid Seyfullah Halvetî ve İdris-i Muhtefî'yi (ölm. 1615) zikretmek gerekir. Bunların hepsi devlete bağlı, millete inanan, bir bakıma halkın terbiyesini üzerlerine alan tekke şâirleridir. Fakat bu asrın azılı Osmanlı düşmanı, Hurûfî şâir ve ihtilâlcisi Pir Sultan Abdal, halk edebiyatında, devlete ihanet yönünden müstesna bir mevkie sahiptir. O,
“Açılın kapılar Şâh’a gidelim”
ve
“Kâtib ahvâlimi Şâh’a böyle yaz”
derken, başka bir ülkenin, İran’ın şâhını arzulamaktadır. Onun gitmek ve haber vermek istediği kimse, İran Şâhı Tahmasb’dır.
Halk edebiyatı içinde bu yüzyılın zikre değer diğer şâirleri, Kul Mehmed, Öksüz Dede ve Çıldırlı Hayâlî’dir.
Köroğlu ise, devrin başka bir renkli simasıdır. Özdemiroğlu Osman Paşa'nın kuvvetlerine katılması muhtemel bir Celâlî eşkıyâsı olduğu söylenen Köroğlu, kendi adı ile anılan Köroğlu Destanı’nın kahramanı durumundadır. Bu itibarla, bu devirde halk hikâyelerinin varlığı, ayrı bir husustur. Mehdî mahlasıyla şiirler söyleyen Derviş Hasan bunlardandır. Ayrıca Magrib Ocakları’nın saz şâirleri de bu kısma girer.