Osmanlı'da Kamu Yönetimi ve Memuriyet
Dr. Hüseyin ÖZDEMİR
Osmanlı Devleti’nde kamu hizmetlerini yürüten personel; mülkiye, kalemiye, ilmiye ve seyfiye olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan mülkiye ve kalemiye daha çok idarî işleri yürütmüştür. Osmanlı’nın cihan devleti hâline gelmesinin ve altı asırdan fazla ayakta kalabilmesinin önemli unsurlarından biri; kanunları, teşkilâtı ve memurları ile verimli bir kamu bürokrasisine sahip olmasıdır.
Mülkiye sınıfı
Osmanlı Devleti’nde idarî yapı, merkez ve taşra teşkilâtı şeklinde organize edilmişti. Mülkî idare sistemi içinde memleket; vilâyetlere, livalara (sancaklara) ve kazalara ayrılmıştı. Kazaları idare eden kadılar, yürütme ve adliye hizmetlerini yerine getiriyordu. Sancakların idaresinden alaybeyleri, vilâyetlerin idaresinden beylerbeyleri mesûldü. İlk kuruluş ve gelişme dönemlerinde mülkî idare hizmeti, askeriye ile beraberdi. Sancakbeyleri ve beylerbeyleri, zamanın icabına göre bağlı bulundukları yerlerin mülkî idaresini yürüttükleri gibi, aynı zamanda birer kumandandı ve kendilerine bağlı askerî kuvvetlerle sefere gidiyorlardı. Bu dönem için yönetici sınıf personeline ‘askerî’ denildiği gibi, kamu hizmetlerine binaen mülkiye personeli demek de mümkündür.
Üst bürokrasinin yetişmesi
Ricâl-i devlet (genel idare elemanları) denilen yönetici sınıf, İstanbul’un fethine kadar medreselerde okumayan veya hususi öğrenim görmüş kişilerden seçilmekteydi. 1453 yılından itibaren devlet yönetiminde büyük değişikliklere gidilmesiyle, yeni müesseseler teşekkül edince, çok sayıda personele ihtiyaç duyulmuştu. Bunun üzerine tarihte kendi türünün ilk örneği olarak 1460’tan sonra, Topkapı Sarayı’nda genel idare elemanı yetiştirmek için Enderun Mektebi açıldı. Bu mektep; harp okulu, siyasal bilgiler, güzel sanatlar, hukuk, edebiyat vb. fakültelerin bütün fonksiyonlarını içine alan ve 14 yıllık öğretim süresi olan yüksek bir öğretim kurumuydu.1
Enderun’da bu temel bilgilerin yanında öğrencilerin (gılman) dinî eğitim ve terbiyelerine de ihtimam gösterilirdi. Enderun odalarında namaz kılınır, Kur’ân okunur ve dinî bilgiler öğrenilirdi. Her koğuşta sabah namazından iki saat önce nöbetçiler, koğuşun ortasında bulunan kapı tokmağına benzer büyük demir tokmağa üç defa hızlıca vurarak öğrencilere vaktin geldiğini haber verirlerdi. Sabah namazına kadar Hazreti Peygamber’e (sas), Hulefây-i Raşidin’e, geçmiş Osmanlı padişahlarına ve vefat eden bütün Müslümanların ruhlarına dua okunurdu. Yatsı hâriç, diğer namazlar Ağalar Camii’nde kılınırdı. Yatsı namazı ise koğuşlarda kılınırdı; çünkü akşam ezanından sonra hiçbir acemi enderunlunun dışarı çıkmaması gerekirdi. Her pazartesi ve cuma yatsıdan sonra hatim okumak âdet hâline gelmişti.2
Konu ile alakalı resim için tıklayınız.
Enderun’da gılmanların eğitim-öğretimi kadar âdâb-ı muaşeret kurallarına uymalarına da dikkat edilirdi. Bu kuralların bazıları şunlardı: Padişahın huzurunda iken lâubali, edebe aykırı ve serbest hareketlerde bulunmamak; halkın arasında geğirmemek, gerinmemek, esnememek, hapşırmamak, aksırıp-tıksırmamak, iğrendirici hareketlerde bulunmamak; bir toplantıda otururken arkadaşlarını kıracak davranışlarda bulunmamak; pastırma, sarımsak gibi kokularıyla çevreye rahatsızlık veren gıdalar yedikten sonra, toplum içine çıkmamak; perşembe veya cuma günleri, el ve vücut temizliği yapmak, tırnaklarını kesmek; sofrada büyüklerden önce yemeğe el uzatmamak, yemek yerken sofradakileri iğrendirecek davranışlarda bulunmamak; arkadaşları arasında kaşınmamak; kirli, buruşuk ve kadınlara has renk ve biçimde elbise giymemek; her sabah ıslak tülbentle kulakları temizlemek; haftada iki defa traş olmak; dâima muntazam ve temiz bulunmak.3
Gılmanlara, meslek hayatlarında nasıl davranacakları da anlatılırdı: Memuriyette vazife başında iken, ihtiyacı olan vatandaşlara yardımda bulunmak, kibirli hâllerden sakınmak, lüzumlu lüzumsuz her şeye atılmamak, maiyetinde bulunanların izzeti nefsini kırmamak, kendinden büyüklere gereken saygıyı göstermek, kimsenin malına göz dikmemek, borç ile mal alıp şikâyete sebep olmamak, verilen emir ve vaziyeyi harfi harfine yerine getirmek.4
Askerî ve yönetici sınıf elemanı yetiştiren bu okul hakkında Lybyer şunları söylemektedir: “Bir savaş ve yönetim okulu olması sebebiyle sistem, öğrencilerin bütün özelliklerini geliştirirdi. Talebenin beyinleri nasıl eğitiliyorsa, bedenleri de öyle özenle eğitilirdi. Öğrencilerin tamamına, Müslüman hayat tarzını ihtiva eden belli bir zihin eğitimi verilirken, içlerinde en kabiliyetli olanlara Doğu dilleri, İslâm ve Osmanlı hukuku hakkında çok ağır dersler verilirdi. Böylece, talebelerin hem beden ve beyinleri, hem de dinî inançları geliştirilirdi. Osmanlı eğitim sistemi, insan hayatının bütün yönlerine hitap edecek şekilde çeşitli konuları içine almasından dolayı, dönemi itibarıyla Batı öğrenim sisteminden daha üstündü.” 5
Hükümdarlar Enderun öğrencileriyle yakından ilgilenmişler ve onlara en yüksek rütbeye kadar yükselmenin yolunu açmışlardır. Enderun mezunlarından askerlik bilgisi iyi olanlar yeniçeri ağalığı; siyasette ileri olanlar ise vezirlik, valilik gibi önemli mevkilere yükselebilmişlerdir.
Kalemiye sınıfı
Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak yazılı kayıtlara duyulan ihtiyaç neticesinde, resmî olarak teşkilâtlanmış profesyonel kâtiplerden oluşan kalem daireleri kurulmuştur. Bu hizmet kurumlarının başlıcaları Defter-i Hâkâni, Hazine-i Âmire ve Divân-ı Hümâyun kalemleridir.6
Osmanlı memurlarının yetişmesi ve memuriyete intisap
Osmanlı Devleti’nde ‘kalemler’ ismiyle bilinen kurumlar, aynı zamanda ihtiyacı olan memurları yetiştirmekteydi. Dairelere daha çok memur çocukları 10-12 yaşlarındayken devam etmeye başlar, çocuklar burada her türlü okuyup yazmayı, usul ve âdabı öğrenirlerdi. Bu çocuklara daha sonra bugünkü soyadının yerini tutan bir ‘mahlas’ verilir ve bu kişiler mahlaslarıyla çağrılırdı. ‘Şefkatî’, ‘safvetî’ gibi çeşitleri olan bu mahlasların verilmesi de bir merasime tâbiydi. Bu kalemlere hiçbir şey bilmeden başlayan genç memurlara ‘mülâzım’ veya ‘şakird’ denirdi. Mülâzımlar ev, cami veya kalemlerde yetiştiriliyordu, yeterli görülmediği taktirde ayrıca hocalar tayin edilirdi.7
Medrese gibi standart bir mektebi olmayan kitâbet, zor bir meslek olarak görüldüğü için kâtiplerin temel eğitimden sonra hususî surette kendilerini yetiştirmeleri gerekirdi. Kâtiplerin öğrenmesi gereken ilim ve fenler; başta sarf, nahiv ve lûgat olmak üzere, meâni, beyan, bedii, şiir, inşa, edebiyat, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerif; atasözleri (durûb-ı emsal), terimler, tarih, coğrafya ve örfî hukuku ihtiva etmekteydi.
Şakirdlikten, çıraklığa oradan da kâtiplik kadrosuna 10-15 yıllık uzun bir sürede dâhil olunurdu. Hüküm yazabilmek için kâtiplere kadronun yanı sıra yetki mânâsına gelen ‘icazet’ verilirdi. Resmî yazışmalarda, yalnız dilin âdâb ve kaidelerine vâkıf olmak yeterli değildi. ‘Usûl-i kalem’ denen birtakım incelikleri bilmek ve bunlara uymak gerekirdi.
Kalemiye kadroları, aşağıdan yukarıya doğru mülâzım, şakird, kâtip, halife, serhalife, mübeyyiz, şerhli; mensup olduğu kalemin özelliğine göre, ilâmcı, tezkireci, rûznâmeci, kesedar gibi isimler alıyordu. Başarılı olanlar kâtip, kalem şefliği, reisü’l-küttablık, nişancılık ve hattâ sadrazamlığa kadar yükselmekteydi. Osmanlılarda bilhassa 17. yüzyıldan sonra kalemden yetişerek sadarete yükselenler bulunmaktaydı. Dirayet sahibi kâtip ve münşilerin bazen padişahlara bile yol gösterdikleri ve onları ikaz ettikleri görülürdü. Nitekim Celalzâde’nin kâtipliği sırasında Yavuz’u zaman zaman ikaz etmesi, Koçi Bey’in 4. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risalelerindeki tutumu bunu açıkça ortaya koymaktadır.8
16. yüzyılın ilk yarısında, medrese eğitimi görmüş, kadılık kadrosu bulamamış veya merkez bürokrasiye intisabı daha avantajlı görülmüş kadı ve müderris adıyla anılan kâtipler de bulunmaktaydı. Bu kişiler kalem mesleğine yabancı olsalar bile ‘münşîlik’ vasfını hâiz olmaları sebebiyle tercih edilmekteydi.9
Kâtiplik mesleği sadece yazı yazmaktan ibaret değildi. Devlet işlerini kâtiplikteki bürokratlar yürütürdü. Özellikle reisü’l-küttap her konuda sadrazamı bilgilendirirdi, bütün bürokratik faaliyetler onun mesuliyeti altındaydı. Eski ve yeni bütün ahitnâmeler, elçilerin bütün günlük faaliyetlerinin bilindiği ve bütün sırlarının kaydedildiği yerler, başta Divân-ı Hümâyûn kalemi olmak üzere bu kalemlerdi. Ketum olmak ve devlet sırlarını ifşa etmemek, kâtiplerin en önemli özelliklerindendi. Fakat gerileme döneminde kalemlerde gizliliğe riayet edilmediği, kalem şeflerinin yazdığı bazı lâyihalardan anlaşılmaktadır.
Bir kalem şefinin yazdığı lâyihada, ecnebilerin ve kim olduğu bilinmeyen kimselerin kalemlere giriş çıkışlarının külliyen yasaklanması ve kaleme giriş çıkışların nizama bağlanması teklif edilmektedir.10 1125/1713 tarihli başka bir lâyihada, “meçhulü’l-ahval kimseye, ecnebiye ve na-ehil olanlara şakirdlik verilmeye” denmektedir.11
Kalemiye mesleğinde hizmet vermiş Celâlzâde de devlette gizliliğin önemine şöyle işaret etmektedir: “Bunların hakikatini vezir-i âzam, tuğra hizmetine bakan nişancı ve divân kâtibinden başka kimse bilmezdi. Saltanat sırları ve hilâfet işleri son derece korunmuş ve sağlamdı. Toplantılarda esas gâye gizli tutulurdu.” 12
Kitâbet mesleğinin dinî ve ahlâkî boyutu
Osmanlı memurlarının, meslekî ve diplomatik özelliklerinin yanında, ahlâkî donanımı da güçlüydü. Memurların eğitimi, esnafın usta-çırak münasebetine benziyordu. Kâtiplik ile ‘kalem’ arasında bir mânâ münasebeti vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın ‘kalem’ üzerine yemin etmesi (68/1) ve Levh-i Mahfûz’un yazılması için ilk yaratılanın ‘kalem’ olması, Osmanlı’da kâtipliğe kutsiyet ve şeref kazandıran en önemli sebeptir. Kalemiye mesleğindeki ‘âdab’ terimiyle karşılanan kendisine has ahlâkî değerler, ıslâhat öncesi dönemlere kadar kutsiyetini korumuş ve bu meslekle ilgili eğitimde esas unsur olmuştur. Kâtiplerin esas varlıklarından olan ‘defter’, ‘Levh-i Mahfuz’a; ‘kalem’ ve ‘kâğıt’ da doğruluk ve yüz aklığına benzetilmiştir. Böylece kâtipliğin kutsiyeti vurgulanmış; devletin en değerli hazinesinin kâtipler tarafından tutulan kayıtlar olduğu, devlet nizamının ancak bununla tesis edilebileceği fikri insanlara aşılanmıştır.13
Hat sanatı da kitabet mesleğinin dinî ve ahlâkî boyutunun bir tezahürü olarak gelişme göstermiştir. Osmanlı kalemiye sınıfının en önemli simalarından olan nişancılık makamına kadar yükselen ve Kanunî döneminde bürokrasinin kemale ermesinde çok büyük katkısı bulunan Celâlzâde Mustafa, mesleği ve yazı sanatı hakkında şunları söyler:
“Şüphesiz yazı sanatı rahatlık ve huzurdan kinaye olup, kalemin meyveleri her çeşit elem ve üzüntüyü giderir. Kişide samimiyet ve güveni karakter hâline getirir, şahsî çıkar ve aşırı isteklerden uzaklaştırır. Az-çok verilen rızıkla yetinmeyi öğretir. Şüphesiz ki bunlar mutluluk derecesi ve şeref mertebesini yükseltir. Böylece ganimet arkadaşı olan bu yol Allah’ın yardımı ve aklın önderliğinde tercih edildi.”14 “Kılıç ve kalem ikizdir. Kalem ve hançer idarenin ortağıdır. Davayı ispatta ikisi de sağlam delil, üstün neticenin ortaya çıkışında her biri doğru kaziyelerdir. Onlarsız ülkenin düzeni yıkılma derecesindedir. Fakat kalemde faydalar çoktur. İçi bereketli kalem ülkeyi aydınlatan güneş, zifiri karanlığı gidermede parlak dolunaydır. Kalemle kılıç bulunabilir, kılıçla kalem bulunamaz. Zîrâ kılıcın işi yıkmak, yok etmek ve zulümdür. Kalemin faydası yapma, şenlik ve imardır. O zamana gelince Osmanlı ülkesinin gerçekten güzel düzeni birkaç âsaf görünüşlü vezir ve birkaç büyüleyici kâtiple olmuştur.” 15
Osmanlı bürokrasisi ve maaş
Osmanlı Devleti’nde memuriyet, ‘din ve devlete hizmet’ olarak görülmüş; memurların devlete karşı vazifeleri bir ‘vücubiyet’ olarak idealize edilmiştir. Onun için memurların gelirlerine genel mânâda ‘dirlik’ denirdi. Dirlik, geçimini sağlaması için, devletin memurlara hizmet karşılığı tahsis ettiği gelirdir.
Vezirler, hâkimler ve diğer büyük memurlar, dini ve devleti temsil etmektedirler, onun için oturdukları mekânlar ve giydikleri elbiseler onların büyüklüğüne yakışır olmalıdır. Eğer böyle olmazsa bu insanlar itibar ve izzetlerini muhafaza edemeyeceklerdir. Ölçüyü kaçırmamak rütbe ve derecelere riayet etmek bu konuda da esastır. Devlet erkânından olmayanların ise bu şekildeki giyinmesine müsaade olunmamıştır.16
Konya Mebusu Zeynelabidin Efendi, Mecliste memur maaşları tartışılırken, bu konuyu şöyle ifade etmiştir:
“Bir cemiyette, bir toplumda bir kişiye, gerek ilim ile, gerek vücudu ile, gerekse malı ile bir hizmet ve bir vazife düşüyorsa, o vazifeyi üstlenmek, o kimseye vacip olur. Bizim esas kaidemiz budur. Bu memurlara vereceğimiz para ücret midir, nedir? Benim inancıma göre vazifedâr üzerine gerekli olan vazifeyi yapması için, ücret olarak para alamaz. Bir vücüp (gereklilik) üzerine bu adamlar şu işi yapıyorlar. Biz de onlara idarelerini veririz.
Dr. Hüseyin ÖZDEMİR
Osmanlı Devleti’nde kamu hizmetlerini yürüten personel; mülkiye, kalemiye, ilmiye ve seyfiye olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan mülkiye ve kalemiye daha çok idarî işleri yürütmüştür. Osmanlı’nın cihan devleti hâline gelmesinin ve altı asırdan fazla ayakta kalabilmesinin önemli unsurlarından biri; kanunları, teşkilâtı ve memurları ile verimli bir kamu bürokrasisine sahip olmasıdır.
Mülkiye sınıfı
Osmanlı Devleti’nde idarî yapı, merkez ve taşra teşkilâtı şeklinde organize edilmişti. Mülkî idare sistemi içinde memleket; vilâyetlere, livalara (sancaklara) ve kazalara ayrılmıştı. Kazaları idare eden kadılar, yürütme ve adliye hizmetlerini yerine getiriyordu. Sancakların idaresinden alaybeyleri, vilâyetlerin idaresinden beylerbeyleri mesûldü. İlk kuruluş ve gelişme dönemlerinde mülkî idare hizmeti, askeriye ile beraberdi. Sancakbeyleri ve beylerbeyleri, zamanın icabına göre bağlı bulundukları yerlerin mülkî idaresini yürüttükleri gibi, aynı zamanda birer kumandandı ve kendilerine bağlı askerî kuvvetlerle sefere gidiyorlardı. Bu dönem için yönetici sınıf personeline ‘askerî’ denildiği gibi, kamu hizmetlerine binaen mülkiye personeli demek de mümkündür.
Üst bürokrasinin yetişmesi
Ricâl-i devlet (genel idare elemanları) denilen yönetici sınıf, İstanbul’un fethine kadar medreselerde okumayan veya hususi öğrenim görmüş kişilerden seçilmekteydi. 1453 yılından itibaren devlet yönetiminde büyük değişikliklere gidilmesiyle, yeni müesseseler teşekkül edince, çok sayıda personele ihtiyaç duyulmuştu. Bunun üzerine tarihte kendi türünün ilk örneği olarak 1460’tan sonra, Topkapı Sarayı’nda genel idare elemanı yetiştirmek için Enderun Mektebi açıldı. Bu mektep; harp okulu, siyasal bilgiler, güzel sanatlar, hukuk, edebiyat vb. fakültelerin bütün fonksiyonlarını içine alan ve 14 yıllık öğretim süresi olan yüksek bir öğretim kurumuydu.1
Enderun’da bu temel bilgilerin yanında öğrencilerin (gılman) dinî eğitim ve terbiyelerine de ihtimam gösterilirdi. Enderun odalarında namaz kılınır, Kur’ân okunur ve dinî bilgiler öğrenilirdi. Her koğuşta sabah namazından iki saat önce nöbetçiler, koğuşun ortasında bulunan kapı tokmağına benzer büyük demir tokmağa üç defa hızlıca vurarak öğrencilere vaktin geldiğini haber verirlerdi. Sabah namazına kadar Hazreti Peygamber’e (sas), Hulefây-i Raşidin’e, geçmiş Osmanlı padişahlarına ve vefat eden bütün Müslümanların ruhlarına dua okunurdu. Yatsı hâriç, diğer namazlar Ağalar Camii’nde kılınırdı. Yatsı namazı ise koğuşlarda kılınırdı; çünkü akşam ezanından sonra hiçbir acemi enderunlunun dışarı çıkmaması gerekirdi. Her pazartesi ve cuma yatsıdan sonra hatim okumak âdet hâline gelmişti.2
Konu ile alakalı resim için tıklayınız.
Enderun’da gılmanların eğitim-öğretimi kadar âdâb-ı muaşeret kurallarına uymalarına da dikkat edilirdi. Bu kuralların bazıları şunlardı: Padişahın huzurunda iken lâubali, edebe aykırı ve serbest hareketlerde bulunmamak; halkın arasında geğirmemek, gerinmemek, esnememek, hapşırmamak, aksırıp-tıksırmamak, iğrendirici hareketlerde bulunmamak; bir toplantıda otururken arkadaşlarını kıracak davranışlarda bulunmamak; pastırma, sarımsak gibi kokularıyla çevreye rahatsızlık veren gıdalar yedikten sonra, toplum içine çıkmamak; perşembe veya cuma günleri, el ve vücut temizliği yapmak, tırnaklarını kesmek; sofrada büyüklerden önce yemeğe el uzatmamak, yemek yerken sofradakileri iğrendirecek davranışlarda bulunmamak; arkadaşları arasında kaşınmamak; kirli, buruşuk ve kadınlara has renk ve biçimde elbise giymemek; her sabah ıslak tülbentle kulakları temizlemek; haftada iki defa traş olmak; dâima muntazam ve temiz bulunmak.3
Gılmanlara, meslek hayatlarında nasıl davranacakları da anlatılırdı: Memuriyette vazife başında iken, ihtiyacı olan vatandaşlara yardımda bulunmak, kibirli hâllerden sakınmak, lüzumlu lüzumsuz her şeye atılmamak, maiyetinde bulunanların izzeti nefsini kırmamak, kendinden büyüklere gereken saygıyı göstermek, kimsenin malına göz dikmemek, borç ile mal alıp şikâyete sebep olmamak, verilen emir ve vaziyeyi harfi harfine yerine getirmek.4
Askerî ve yönetici sınıf elemanı yetiştiren bu okul hakkında Lybyer şunları söylemektedir: “Bir savaş ve yönetim okulu olması sebebiyle sistem, öğrencilerin bütün özelliklerini geliştirirdi. Talebenin beyinleri nasıl eğitiliyorsa, bedenleri de öyle özenle eğitilirdi. Öğrencilerin tamamına, Müslüman hayat tarzını ihtiva eden belli bir zihin eğitimi verilirken, içlerinde en kabiliyetli olanlara Doğu dilleri, İslâm ve Osmanlı hukuku hakkında çok ağır dersler verilirdi. Böylece, talebelerin hem beden ve beyinleri, hem de dinî inançları geliştirilirdi. Osmanlı eğitim sistemi, insan hayatının bütün yönlerine hitap edecek şekilde çeşitli konuları içine almasından dolayı, dönemi itibarıyla Batı öğrenim sisteminden daha üstündü.” 5
Hükümdarlar Enderun öğrencileriyle yakından ilgilenmişler ve onlara en yüksek rütbeye kadar yükselmenin yolunu açmışlardır. Enderun mezunlarından askerlik bilgisi iyi olanlar yeniçeri ağalığı; siyasette ileri olanlar ise vezirlik, valilik gibi önemli mevkilere yükselebilmişlerdir.
Kalemiye sınıfı
Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak yazılı kayıtlara duyulan ihtiyaç neticesinde, resmî olarak teşkilâtlanmış profesyonel kâtiplerden oluşan kalem daireleri kurulmuştur. Bu hizmet kurumlarının başlıcaları Defter-i Hâkâni, Hazine-i Âmire ve Divân-ı Hümâyun kalemleridir.6
Osmanlı memurlarının yetişmesi ve memuriyete intisap
Osmanlı Devleti’nde ‘kalemler’ ismiyle bilinen kurumlar, aynı zamanda ihtiyacı olan memurları yetiştirmekteydi. Dairelere daha çok memur çocukları 10-12 yaşlarındayken devam etmeye başlar, çocuklar burada her türlü okuyup yazmayı, usul ve âdabı öğrenirlerdi. Bu çocuklara daha sonra bugünkü soyadının yerini tutan bir ‘mahlas’ verilir ve bu kişiler mahlaslarıyla çağrılırdı. ‘Şefkatî’, ‘safvetî’ gibi çeşitleri olan bu mahlasların verilmesi de bir merasime tâbiydi. Bu kalemlere hiçbir şey bilmeden başlayan genç memurlara ‘mülâzım’ veya ‘şakird’ denirdi. Mülâzımlar ev, cami veya kalemlerde yetiştiriliyordu, yeterli görülmediği taktirde ayrıca hocalar tayin edilirdi.7
Medrese gibi standart bir mektebi olmayan kitâbet, zor bir meslek olarak görüldüğü için kâtiplerin temel eğitimden sonra hususî surette kendilerini yetiştirmeleri gerekirdi. Kâtiplerin öğrenmesi gereken ilim ve fenler; başta sarf, nahiv ve lûgat olmak üzere, meâni, beyan, bedii, şiir, inşa, edebiyat, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerif; atasözleri (durûb-ı emsal), terimler, tarih, coğrafya ve örfî hukuku ihtiva etmekteydi.
Şakirdlikten, çıraklığa oradan da kâtiplik kadrosuna 10-15 yıllık uzun bir sürede dâhil olunurdu. Hüküm yazabilmek için kâtiplere kadronun yanı sıra yetki mânâsına gelen ‘icazet’ verilirdi. Resmî yazışmalarda, yalnız dilin âdâb ve kaidelerine vâkıf olmak yeterli değildi. ‘Usûl-i kalem’ denen birtakım incelikleri bilmek ve bunlara uymak gerekirdi.
Kalemiye kadroları, aşağıdan yukarıya doğru mülâzım, şakird, kâtip, halife, serhalife, mübeyyiz, şerhli; mensup olduğu kalemin özelliğine göre, ilâmcı, tezkireci, rûznâmeci, kesedar gibi isimler alıyordu. Başarılı olanlar kâtip, kalem şefliği, reisü’l-küttablık, nişancılık ve hattâ sadrazamlığa kadar yükselmekteydi. Osmanlılarda bilhassa 17. yüzyıldan sonra kalemden yetişerek sadarete yükselenler bulunmaktaydı. Dirayet sahibi kâtip ve münşilerin bazen padişahlara bile yol gösterdikleri ve onları ikaz ettikleri görülürdü. Nitekim Celalzâde’nin kâtipliği sırasında Yavuz’u zaman zaman ikaz etmesi, Koçi Bey’in 4. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risalelerindeki tutumu bunu açıkça ortaya koymaktadır.8
16. yüzyılın ilk yarısında, medrese eğitimi görmüş, kadılık kadrosu bulamamış veya merkez bürokrasiye intisabı daha avantajlı görülmüş kadı ve müderris adıyla anılan kâtipler de bulunmaktaydı. Bu kişiler kalem mesleğine yabancı olsalar bile ‘münşîlik’ vasfını hâiz olmaları sebebiyle tercih edilmekteydi.9
Kâtiplik mesleği sadece yazı yazmaktan ibaret değildi. Devlet işlerini kâtiplikteki bürokratlar yürütürdü. Özellikle reisü’l-küttap her konuda sadrazamı bilgilendirirdi, bütün bürokratik faaliyetler onun mesuliyeti altındaydı. Eski ve yeni bütün ahitnâmeler, elçilerin bütün günlük faaliyetlerinin bilindiği ve bütün sırlarının kaydedildiği yerler, başta Divân-ı Hümâyûn kalemi olmak üzere bu kalemlerdi. Ketum olmak ve devlet sırlarını ifşa etmemek, kâtiplerin en önemli özelliklerindendi. Fakat gerileme döneminde kalemlerde gizliliğe riayet edilmediği, kalem şeflerinin yazdığı bazı lâyihalardan anlaşılmaktadır.
Bir kalem şefinin yazdığı lâyihada, ecnebilerin ve kim olduğu bilinmeyen kimselerin kalemlere giriş çıkışlarının külliyen yasaklanması ve kaleme giriş çıkışların nizama bağlanması teklif edilmektedir.10 1125/1713 tarihli başka bir lâyihada, “meçhulü’l-ahval kimseye, ecnebiye ve na-ehil olanlara şakirdlik verilmeye” denmektedir.11
Kalemiye mesleğinde hizmet vermiş Celâlzâde de devlette gizliliğin önemine şöyle işaret etmektedir: “Bunların hakikatini vezir-i âzam, tuğra hizmetine bakan nişancı ve divân kâtibinden başka kimse bilmezdi. Saltanat sırları ve hilâfet işleri son derece korunmuş ve sağlamdı. Toplantılarda esas gâye gizli tutulurdu.” 12
Kitâbet mesleğinin dinî ve ahlâkî boyutu
Osmanlı memurlarının, meslekî ve diplomatik özelliklerinin yanında, ahlâkî donanımı da güçlüydü. Memurların eğitimi, esnafın usta-çırak münasebetine benziyordu. Kâtiplik ile ‘kalem’ arasında bir mânâ münasebeti vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın ‘kalem’ üzerine yemin etmesi (68/1) ve Levh-i Mahfûz’un yazılması için ilk yaratılanın ‘kalem’ olması, Osmanlı’da kâtipliğe kutsiyet ve şeref kazandıran en önemli sebeptir. Kalemiye mesleğindeki ‘âdab’ terimiyle karşılanan kendisine has ahlâkî değerler, ıslâhat öncesi dönemlere kadar kutsiyetini korumuş ve bu meslekle ilgili eğitimde esas unsur olmuştur. Kâtiplerin esas varlıklarından olan ‘defter’, ‘Levh-i Mahfuz’a; ‘kalem’ ve ‘kâğıt’ da doğruluk ve yüz aklığına benzetilmiştir. Böylece kâtipliğin kutsiyeti vurgulanmış; devletin en değerli hazinesinin kâtipler tarafından tutulan kayıtlar olduğu, devlet nizamının ancak bununla tesis edilebileceği fikri insanlara aşılanmıştır.13
Hat sanatı da kitabet mesleğinin dinî ve ahlâkî boyutunun bir tezahürü olarak gelişme göstermiştir. Osmanlı kalemiye sınıfının en önemli simalarından olan nişancılık makamına kadar yükselen ve Kanunî döneminde bürokrasinin kemale ermesinde çok büyük katkısı bulunan Celâlzâde Mustafa, mesleği ve yazı sanatı hakkında şunları söyler:
“Şüphesiz yazı sanatı rahatlık ve huzurdan kinaye olup, kalemin meyveleri her çeşit elem ve üzüntüyü giderir. Kişide samimiyet ve güveni karakter hâline getirir, şahsî çıkar ve aşırı isteklerden uzaklaştırır. Az-çok verilen rızıkla yetinmeyi öğretir. Şüphesiz ki bunlar mutluluk derecesi ve şeref mertebesini yükseltir. Böylece ganimet arkadaşı olan bu yol Allah’ın yardımı ve aklın önderliğinde tercih edildi.”14 “Kılıç ve kalem ikizdir. Kalem ve hançer idarenin ortağıdır. Davayı ispatta ikisi de sağlam delil, üstün neticenin ortaya çıkışında her biri doğru kaziyelerdir. Onlarsız ülkenin düzeni yıkılma derecesindedir. Fakat kalemde faydalar çoktur. İçi bereketli kalem ülkeyi aydınlatan güneş, zifiri karanlığı gidermede parlak dolunaydır. Kalemle kılıç bulunabilir, kılıçla kalem bulunamaz. Zîrâ kılıcın işi yıkmak, yok etmek ve zulümdür. Kalemin faydası yapma, şenlik ve imardır. O zamana gelince Osmanlı ülkesinin gerçekten güzel düzeni birkaç âsaf görünüşlü vezir ve birkaç büyüleyici kâtiple olmuştur.” 15
Osmanlı bürokrasisi ve maaş
Osmanlı Devleti’nde memuriyet, ‘din ve devlete hizmet’ olarak görülmüş; memurların devlete karşı vazifeleri bir ‘vücubiyet’ olarak idealize edilmiştir. Onun için memurların gelirlerine genel mânâda ‘dirlik’ denirdi. Dirlik, geçimini sağlaması için, devletin memurlara hizmet karşılığı tahsis ettiği gelirdir.
Vezirler, hâkimler ve diğer büyük memurlar, dini ve devleti temsil etmektedirler, onun için oturdukları mekânlar ve giydikleri elbiseler onların büyüklüğüne yakışır olmalıdır. Eğer böyle olmazsa bu insanlar itibar ve izzetlerini muhafaza edemeyeceklerdir. Ölçüyü kaçırmamak rütbe ve derecelere riayet etmek bu konuda da esastır. Devlet erkânından olmayanların ise bu şekildeki giyinmesine müsaade olunmamıştır.16
Konya Mebusu Zeynelabidin Efendi, Mecliste memur maaşları tartışılırken, bu konuyu şöyle ifade etmiştir:
“Bir cemiyette, bir toplumda bir kişiye, gerek ilim ile, gerek vücudu ile, gerekse malı ile bir hizmet ve bir vazife düşüyorsa, o vazifeyi üstlenmek, o kimseye vacip olur. Bizim esas kaidemiz budur. Bu memurlara vereceğimiz para ücret midir, nedir? Benim inancıma göre vazifedâr üzerine gerekli olan vazifeyi yapması için, ücret olarak para alamaz. Bir vücüp (gereklilik) üzerine bu adamlar şu işi yapıyorlar. Biz de onlara idarelerini veririz.