Bu makalede, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne değişme ve süreklilik konusu, toprak ve nüfus, siyasi rejim, hukuk ve kültür başlıkları altında incelenmektedir. Zaman dilimi olarak, Tanzimat’tan (1839), inkılapların tamamlandığı 1930′lara kadar olan dönem alınmış, bu dönemde yapılan reform ve inkılaplar incelenmiştir. Cumhuriyetin kurucuları, Osmanlı’dan devir alınan toprak ve nüfus üzerinde yeni ve modern bir devlet inşaa etmek gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü değişimler yapmışlardır. Kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak nitelendirilen bu değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan yenileşme ve modernleşme çabalarının Cumhuriyet döneminde güçlenerek devam eden uzantıları olduğu görülmektedir.
İçinde bulunduğumuz yıl Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700., Türkiye Cumuhuriyeti’nin kuruluşunun ise 75. yıl dönümüne rast gelmektedir ve her iki yıl dönümü de Türkiye’de çeşitli faaliyetlerle resmen kutlanmaktadır. Bu kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bir devamı olduğunun resmen kabulü anlamına mı gelmektedir? Eğer öyle ise bu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ve daha sonra da uzun süre uygulamada kalan “Osmanlı’dan farklı olma” politikalarına ters değil midir? Bu sorulara verilecek cevap, rahatlıkla “evet”tir.
Burada sorulması gereken asıl önemi soru şudur: peki ne olmuştur da 75 yıl içinde birbirine zıt iki yaklaşım benimsenmiştir? Bu sorunun cevabı “zaman” kavramıyla ilgilidir. Tarih kitaplarında zaman genellikle, birbirini takip eden “anlar” ve bu anlarda meydana gelen “olaylar” olarak kullanılır. Zamanın bu tarz kullanımı sonucu tarih bir “ilk ve tek (biricik) olaylar listesi”, yani bir değişme (change) olarak ortaya çıkar. Böyle bir yaklaşım, çoğu kez, en az değişme kadar önemli bir kavram olan sürekliliği (continuity) tamamıyla ihmal eder. Zaman, birbiri arkasına gelen noktalar olarak ele alındığı gibi, zaman dilimleri (interval) ve dilimler içinde meydana gelen süreçler olarak da ele alınmaktadır. Bu durumda da, olaylar ve olgular, birlikte var oldukları düşünülerek gruplandırılmaktadır. Bu yaklaşımda vurgu, zaman akışında, birbirleriyle ilişkili olan olayların meydana getirdiği örüntüdedir. Başka bir ifadeyle, bir tarihi olay, devam ede gelen olaylar grubu içinde yerine konularak, olayların oluşturduğu varsayılan bütünden veya devamlılıktan yararlanılarak açıklanmaktadır.
İyi bir tarihi analiz, zamanın bu iki tür kullanılışına da yer vermelidir [1] . Ancak, bunun mümkün olmadığı durumlar da vardır. Mesela, tarihçinin yaşadığı zamanın tarihi, yani, yakın dönem tarihi göz önüne alınırsa, burada olaylar henüz yaşanmaktadır ve tamamlanmamıştır. Bu yüzden de burada olayları tamamlanmış süreçler olarak gruplandırmak çoğu kez anlamlı olmaz [2] . Bu durumda, yaşanan olaylar, o olayları yaşayanlara bir değişme olarak görünecektir.
Cumhuriyetin kurucularına ve onların zamanında yaşamış tarihçilere, yaptıkları ve yaşadıkları olayların neden daha çok bir değişme olarak göründüğü, neden kendilerini “Osmanlı’dan tamamen farklı” gördükleri böylece daha anlaşılır olmaktadır. Günümüz yönetici ve tarihçilerinin Osmanlı’ya karşı, neden Cumhuriyet’in kurucularından ve o dönemin tarihçilerinden farklı bir yaklaşım içinde oldukları da aynı şekilde açıklanabilir.
Günümüzün yönetici ve tarihçileri, Cumhuriyet’in kuruluşu, öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara daha geniş bir zaman dilimi içinde bakabilme imkanına sahiptirler. Böylece, o zamanın olaylarını dönemler ve süreçler olarak gruplandırmak ve dolayısıyla da değişmeyle birlikte devamlılığı da görmek mümkün olmaktadır.
Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi bakımlarda Osmanlı geçmişinden bir “kopuş”, yeni bir “başlangıç”, hangi bakımlardan onun bir “devamı” olduğuna ilişkin tartışmalar, çeşitli platformlarda bütün canlılığıyla devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, elbette ki, “yeni ve taze” bir başlangıcı simgeliyordu. İlk kuruluş yıllarında yapılan inkılaplar ve düzenlemeler, bu başlangıcın görünümleriydi. Diğer yandan, Cumhuriyet, selefi Osmanlı’dan, pek çok unsuru da miras almıştı. İşte, bu makalede, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devam eden ve değişen unsurlar, toprak ve nüfus, siyasi rejim, hukuk ve kültür başlıkları altında incelenecektir.
Asıl konuya geçmeden önce, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin yaşandığı ortam ve dönemin tasvir edilmesi faydalı görünmektedir. Osmanlı Devleti’nin dört yıl süren I. Dünya Savaşı’na (1914-1918) girmesi, sonunu getiren sürecin de başlangıcı oldu. Savaşı kazanmasına rağmen, kaybeden tarafta yer alması, O’nu mağluplar arasına koydu. Bu mağlubiyet, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması anlamına geliyordu. Çöken İmparatorluğun mirası anlamına gelen topraklarını paylaşma konusunu, Müttefikler, Paris’te düzenledikleri bir dizi konferansta tartıştılar. Nihayet, 1920′de Osmanlı devlet adamlarının eline Sevr Anlaşması tutuşturulduğunda, elde kalan Anadolu topraklarının büyük bir kısmı Müttefikler arasında pay edilmiş, İç Anadolu’da küçük bir bölge Türklere bırakılmıştı. Türkler için bir “var olma” meselesi halinde dönüşen yabancı işgalleri ve bu işgallerden kurtulmak için verilen silahlı mücadele, aynı zamanda, yeni kurulacak devletin coğrafi mekanını hazırlama çabası anlamına geliyordu. Bu mekan hazırlama işi-Kurtuluş Savaşı (1919-1923) kastediliyor-çekilen büyük sıkıntılardan sonra başarıyla tamamlandığında, yeni kurulacak devletin üzerinde gelişeceği coğrafi saha da belirlenmiş oldu. Bu zemin üzerine, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti inşa edildi. “Var olma” meselesi, şimdi de, modern dünyaya ayak uydurarak, “varlığını devam ettirme” meselesi haline dönüştü. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve toplum hayatının bütün sahalarına yayılan inkılaplar ve düzenlemeler bu amaçla gerçekleştirildi. Ancak, inkılaplar bir yandan Batı modelinde yeniden yapılanmanın birer sembolünü teşkil ederken, diğer yandan da, Osmanlı geçmişi ile bağların kopartılması anlamına geliyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet’in başkentinin Ankara olması da, geçmişten uzaklaşma arzusunun en sembolik göstergesiydi.
Toprak ve Nüfus
Osmanlı Devleti, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’yu içine alan; nüfus bakımından, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Macar, Hırvat, Arapırk, din ve dillere mensup milletlerin bir arada yaşadığı bir ülke idi. 19 yüzyıldan itibaren, dağılma sürecinin başlaması ile, bu milletler teker teker İmparatorluktan ayrıldılar. 1830 yılında bağımsız Yunanistan’ın kurulmasıyla başlayan bu süreç, önce Balkan milletlerinin, daha sonra da, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki Müslüman milletlerin kopması ile I. Dünya Savaşı sonunda tamamlandığında, İmparatorluğun toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti dahil, 16 bağımsız devlet kuruldu. Bahsedilen bu dağılma süreci, İmparatorluğun idarecileri olan Türkler açısından, sahip oldukları İmparatorluğun topraklarını kurtarma mücadelesiydi: Trablusgarb (1911-1912) ve Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı, ve nihayet Kurtuluş Savaşı (1919-1923) bu mücadelenin aşamalarıydı ve, bilindiği gibi, yalnızca sonuncusu başarılı oldu. Bunun nedeni ise, yeni bir devlet kurmak için gerekli olan “nüfus desteği”nin yalnızca Anadolu’da mevcut olması idi. Diğer bölgelerde böyle bir destek olmadığı, ve yerli halkların desteği kaybedildiği için başarılı olunamadı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtarılan topraklar, Anadolu ve Trakya’da yer alan araziye denk gelmektedir. Bu topraklar, Ortaçağ‘dan beri, Batılılar tarafından, Türklerin yaşadığı yer anlamında, Türkiye adıyla anılmaktadır. Yine, Osmanlı İmparatorluğu Batı’da, Türk İmparatorluğu olarak bilinmektedir. Türkiye ve Türk adlarının günümüzde de devam etmesi, sürekliliğin ifadesidir. vs. gibi değişik
“Toprak kaybı” ile bir arada ilerleyen “nüfus kaybı” süreci sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye, yalnızca Anadolu ve Trakya bölgesi, ve bu sahada yaşayan insanlar kalmıştır. İmparatorluk genelinde Türkler dağınık gruplar halinde yaşadıkları için, bunların Anadolu’ya göçü, ancak, uzun, meşakkatli ve ızdırablı bir sürecin sonunda mümkün olabilmiştir. [3] Bir yandan, Balkanlarda yaşayan Türklerin Anadolu’ya göçleri, diğer yandan da Anadolu’da yaşayan Rumların, Etabli anlaşması (1926) ile Yunanistan’a, Ermenilerin ise Sovyet Rusya’daki Ermenistan’a göçüyle, Anadolu’da çoğunluğu Türklerden meydana gelen homojen bir nüfus kitlesi oluşmuştur. Böylece, pek çok milletten meydana gelen Osmanlı “teb’a”sının bir kısmını teşkil eden Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’nde, toplumun esasını teşkil ederek, “vatandaş” sıfatıyla hayatlarına devam etmişlerdir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nüfus değişmeleri değerlendirildiğinde, çok ırk din ve dilden meydana gelen İmparatorluğun, büyük çoğunluğu tek ırk, din ve dilden meydana gelen Cumhuriyet nüfusuna indirgendiğini görülmektedir. Çok ulusu İmparatorluktan, ulus-devletine-ümmetten millete-geçiş olarak nitelendirilebilecek bu süreç sonunda, ırk birliği sağlanarak, çoğunluğu Türklerden oluşan bir millet ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun düşman işgalinden kurtarılmasıyla da bu milletin üzerinde yaşayacağı ülkenin sınırları belirlenmiş, böylece, modern anlamda bir ulus devleti (nation state) kurumanın ön şartlarından olan, “millet” ve “vatan” birliği sağlanmıştır. Şimdi de sıra, modern/Batılı örneğinde olduğu gibi, bu millet ve vatan temelinde, yeni bir siyasi rejim yükseltmeye, halka yeni bir “hayat tarzı” sunmaya gelmiştir. Bunlara aşağıda, sırasıyla değinilecektir.
İçinde bulunduğumuz yıl Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700., Türkiye Cumuhuriyeti’nin kuruluşunun ise 75. yıl dönümüne rast gelmektedir ve her iki yıl dönümü de Türkiye’de çeşitli faaliyetlerle resmen kutlanmaktadır. Bu kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bir devamı olduğunun resmen kabulü anlamına mı gelmektedir? Eğer öyle ise bu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ve daha sonra da uzun süre uygulamada kalan “Osmanlı’dan farklı olma” politikalarına ters değil midir? Bu sorulara verilecek cevap, rahatlıkla “evet”tir.
Burada sorulması gereken asıl önemi soru şudur: peki ne olmuştur da 75 yıl içinde birbirine zıt iki yaklaşım benimsenmiştir? Bu sorunun cevabı “zaman” kavramıyla ilgilidir. Tarih kitaplarında zaman genellikle, birbirini takip eden “anlar” ve bu anlarda meydana gelen “olaylar” olarak kullanılır. Zamanın bu tarz kullanımı sonucu tarih bir “ilk ve tek (biricik) olaylar listesi”, yani bir değişme (change) olarak ortaya çıkar. Böyle bir yaklaşım, çoğu kez, en az değişme kadar önemli bir kavram olan sürekliliği (continuity) tamamıyla ihmal eder. Zaman, birbiri arkasına gelen noktalar olarak ele alındığı gibi, zaman dilimleri (interval) ve dilimler içinde meydana gelen süreçler olarak da ele alınmaktadır. Bu durumda da, olaylar ve olgular, birlikte var oldukları düşünülerek gruplandırılmaktadır. Bu yaklaşımda vurgu, zaman akışında, birbirleriyle ilişkili olan olayların meydana getirdiği örüntüdedir. Başka bir ifadeyle, bir tarihi olay, devam ede gelen olaylar grubu içinde yerine konularak, olayların oluşturduğu varsayılan bütünden veya devamlılıktan yararlanılarak açıklanmaktadır.
İyi bir tarihi analiz, zamanın bu iki tür kullanılışına da yer vermelidir [1] . Ancak, bunun mümkün olmadığı durumlar da vardır. Mesela, tarihçinin yaşadığı zamanın tarihi, yani, yakın dönem tarihi göz önüne alınırsa, burada olaylar henüz yaşanmaktadır ve tamamlanmamıştır. Bu yüzden de burada olayları tamamlanmış süreçler olarak gruplandırmak çoğu kez anlamlı olmaz [2] . Bu durumda, yaşanan olaylar, o olayları yaşayanlara bir değişme olarak görünecektir.
Cumhuriyetin kurucularına ve onların zamanında yaşamış tarihçilere, yaptıkları ve yaşadıkları olayların neden daha çok bir değişme olarak göründüğü, neden kendilerini “Osmanlı’dan tamamen farklı” gördükleri böylece daha anlaşılır olmaktadır. Günümüz yönetici ve tarihçilerinin Osmanlı’ya karşı, neden Cumhuriyet’in kurucularından ve o dönemin tarihçilerinden farklı bir yaklaşım içinde oldukları da aynı şekilde açıklanabilir.
Günümüzün yönetici ve tarihçileri, Cumhuriyet’in kuruluşu, öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara daha geniş bir zaman dilimi içinde bakabilme imkanına sahiptirler. Böylece, o zamanın olaylarını dönemler ve süreçler olarak gruplandırmak ve dolayısıyla da değişmeyle birlikte devamlılığı da görmek mümkün olmaktadır.
Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi bakımlarda Osmanlı geçmişinden bir “kopuş”, yeni bir “başlangıç”, hangi bakımlardan onun bir “devamı” olduğuna ilişkin tartışmalar, çeşitli platformlarda bütün canlılığıyla devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, elbette ki, “yeni ve taze” bir başlangıcı simgeliyordu. İlk kuruluş yıllarında yapılan inkılaplar ve düzenlemeler, bu başlangıcın görünümleriydi. Diğer yandan, Cumhuriyet, selefi Osmanlı’dan, pek çok unsuru da miras almıştı. İşte, bu makalede, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devam eden ve değişen unsurlar, toprak ve nüfus, siyasi rejim, hukuk ve kültür başlıkları altında incelenecektir.
Asıl konuya geçmeden önce, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin yaşandığı ortam ve dönemin tasvir edilmesi faydalı görünmektedir. Osmanlı Devleti’nin dört yıl süren I. Dünya Savaşı’na (1914-1918) girmesi, sonunu getiren sürecin de başlangıcı oldu. Savaşı kazanmasına rağmen, kaybeden tarafta yer alması, O’nu mağluplar arasına koydu. Bu mağlubiyet, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması anlamına geliyordu. Çöken İmparatorluğun mirası anlamına gelen topraklarını paylaşma konusunu, Müttefikler, Paris’te düzenledikleri bir dizi konferansta tartıştılar. Nihayet, 1920′de Osmanlı devlet adamlarının eline Sevr Anlaşması tutuşturulduğunda, elde kalan Anadolu topraklarının büyük bir kısmı Müttefikler arasında pay edilmiş, İç Anadolu’da küçük bir bölge Türklere bırakılmıştı. Türkler için bir “var olma” meselesi halinde dönüşen yabancı işgalleri ve bu işgallerden kurtulmak için verilen silahlı mücadele, aynı zamanda, yeni kurulacak devletin coğrafi mekanını hazırlama çabası anlamına geliyordu. Bu mekan hazırlama işi-Kurtuluş Savaşı (1919-1923) kastediliyor-çekilen büyük sıkıntılardan sonra başarıyla tamamlandığında, yeni kurulacak devletin üzerinde gelişeceği coğrafi saha da belirlenmiş oldu. Bu zemin üzerine, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti inşa edildi. “Var olma” meselesi, şimdi de, modern dünyaya ayak uydurarak, “varlığını devam ettirme” meselesi haline dönüştü. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve toplum hayatının bütün sahalarına yayılan inkılaplar ve düzenlemeler bu amaçla gerçekleştirildi. Ancak, inkılaplar bir yandan Batı modelinde yeniden yapılanmanın birer sembolünü teşkil ederken, diğer yandan da, Osmanlı geçmişi ile bağların kopartılması anlamına geliyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet’in başkentinin Ankara olması da, geçmişten uzaklaşma arzusunun en sembolik göstergesiydi.
Toprak ve Nüfus
Osmanlı Devleti, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’yu içine alan; nüfus bakımından, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Macar, Hırvat, Arapırk, din ve dillere mensup milletlerin bir arada yaşadığı bir ülke idi. 19 yüzyıldan itibaren, dağılma sürecinin başlaması ile, bu milletler teker teker İmparatorluktan ayrıldılar. 1830 yılında bağımsız Yunanistan’ın kurulmasıyla başlayan bu süreç, önce Balkan milletlerinin, daha sonra da, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki Müslüman milletlerin kopması ile I. Dünya Savaşı sonunda tamamlandığında, İmparatorluğun toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti dahil, 16 bağımsız devlet kuruldu. Bahsedilen bu dağılma süreci, İmparatorluğun idarecileri olan Türkler açısından, sahip oldukları İmparatorluğun topraklarını kurtarma mücadelesiydi: Trablusgarb (1911-1912) ve Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı, ve nihayet Kurtuluş Savaşı (1919-1923) bu mücadelenin aşamalarıydı ve, bilindiği gibi, yalnızca sonuncusu başarılı oldu. Bunun nedeni ise, yeni bir devlet kurmak için gerekli olan “nüfus desteği”nin yalnızca Anadolu’da mevcut olması idi. Diğer bölgelerde böyle bir destek olmadığı, ve yerli halkların desteği kaybedildiği için başarılı olunamadı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtarılan topraklar, Anadolu ve Trakya’da yer alan araziye denk gelmektedir. Bu topraklar, Ortaçağ‘dan beri, Batılılar tarafından, Türklerin yaşadığı yer anlamında, Türkiye adıyla anılmaktadır. Yine, Osmanlı İmparatorluğu Batı’da, Türk İmparatorluğu olarak bilinmektedir. Türkiye ve Türk adlarının günümüzde de devam etmesi, sürekliliğin ifadesidir. vs. gibi değişik
“Toprak kaybı” ile bir arada ilerleyen “nüfus kaybı” süreci sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye, yalnızca Anadolu ve Trakya bölgesi, ve bu sahada yaşayan insanlar kalmıştır. İmparatorluk genelinde Türkler dağınık gruplar halinde yaşadıkları için, bunların Anadolu’ya göçü, ancak, uzun, meşakkatli ve ızdırablı bir sürecin sonunda mümkün olabilmiştir. [3] Bir yandan, Balkanlarda yaşayan Türklerin Anadolu’ya göçleri, diğer yandan da Anadolu’da yaşayan Rumların, Etabli anlaşması (1926) ile Yunanistan’a, Ermenilerin ise Sovyet Rusya’daki Ermenistan’a göçüyle, Anadolu’da çoğunluğu Türklerden meydana gelen homojen bir nüfus kitlesi oluşmuştur. Böylece, pek çok milletten meydana gelen Osmanlı “teb’a”sının bir kısmını teşkil eden Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’nde, toplumun esasını teşkil ederek, “vatandaş” sıfatıyla hayatlarına devam etmişlerdir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nüfus değişmeleri değerlendirildiğinde, çok ırk din ve dilden meydana gelen İmparatorluğun, büyük çoğunluğu tek ırk, din ve dilden meydana gelen Cumhuriyet nüfusuna indirgendiğini görülmektedir. Çok ulusu İmparatorluktan, ulus-devletine-ümmetten millete-geçiş olarak nitelendirilebilecek bu süreç sonunda, ırk birliği sağlanarak, çoğunluğu Türklerden oluşan bir millet ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun düşman işgalinden kurtarılmasıyla da bu milletin üzerinde yaşayacağı ülkenin sınırları belirlenmiş, böylece, modern anlamda bir ulus devleti (nation state) kurumanın ön şartlarından olan, “millet” ve “vatan” birliği sağlanmıştır. Şimdi de sıra, modern/Batılı örneğinde olduğu gibi, bu millet ve vatan temelinde, yeni bir siyasi rejim yükseltmeye, halka yeni bir “hayat tarzı” sunmaya gelmiştir. Bunlara aşağıda, sırasıyla değinilecektir.