Psikoterapi Nedir?

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
57
Yaş
36
Coin
256,936
Psikoterapi nedir? Bilimsel bir aktivite yürütebilmek için ilgili bilim dalının kullanacağı bir teknik dil lazımdır. Belirli disiplinlerde ve alt disiplinlerde bilim adamlarının birbirlerini anlayabilmesi için belirli kelimelere standart bir anlam yüklenmesi gerekir. Bilimsel aktivitenin temel şartı bir kavramın bilinen teknik anlamında kullanılmasıdır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde psikiyatrinin de kendine ait teknik kavramları mevcuttur. Bilimsel aktivite bu teknik kavramlar sayesinde yürütülür, çalışmalar yapılır, tartışılır ve yorumlanır. Belirli bir kavrama farklı anlamlar yüklenirse bunun sonucunda kaos ve karmaşa çıkar. Psikiyatri genç bir bilim dalı olarak bu kavramlaşma sürecini henüz tamamlamamıştır.

A. Psikoterapinin Sözlük Anlamı
Psikoterapinin sözlük anlamı, ruhsal yolla tedavi etmek şeklinde tanımlanabilir. Batı dillerinde kullanılan psikoterapi terimini İngilizcesi olan “psychotherapy” kelimesinden hareketle izah edersek, bu terimin iki kelimeden oluştuğunu görürüz. Buradaki “psycho” kelimesi “psyche’ anlamına olup can ve ruh manasınadır. “Kelimenin kökeni Grekçe de yine can, nefs ve ruh anlamlarına gelen, psukhē olup nefes almak anlamına gelen “psukhein XE "psukhein" ” fiilinden türemiştir. Kelime Latinceye “psỹchē (psişe)” olarak geçmiştir. Terapi kelimesi de (İngilizce Therapy) bir hastalık ya da bozukluğun tedavisi demek olup, kelimenin kökeni Grekçe “tıbbi olarak tedavi etmek” anlamına gelen “threapeuein” fiilinden türeyen “therapeia” kelimesidir. Bu iki kelimenin birleşmesinden meydana gelen psi¬ko¬te¬ra¬pi (psychotherapy) teriminin sözlük anlamı ruhsal tedavi demektir. Burada ruhsal tedaviden kasıt psi¬şik hastalıkların ilaç ve cerrahi yöntemler kullanılmadan tedavi edilmeye çalışılması anlamına gelmektedir.

B. Psikiyatrideki Teknik Anlamı
Yukarıda verilen açıklamalarla birlikte psikiyatrinin, bilim dilinde ortak olarak uzlaşılmış bir anlamı mevcut değildir. Psikoterapiye verilen anlamlar çok geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Bunlar, hasta ile hekim arasındaki her konuşmayı bir psikoterapi olacak şekilde yorumlayarak psikoterapiyi en geniş anlamıyla alan eğilimlerden belirli ruhsal hastalıkları, belirli tedavi teknik ve stratejileriyle, belirli şartlarda uygulamayı standardize etmiş olup, terimi dar anlamıyla kullanan eğilimlere kadar bir dağılım göstermektedir. Bu durumda karşımıza, müphem ve çerçevesi çizilmemiş bir terim çıkmaktadır. Bazı bilim adamlarına göre, her hekimin her hastasına uyguladığı yaklaşım özel bir psikoterapi iken; bazılarına göre ise ancak çok katı kuralların uygulandığı standardize edilmiş programlar psikoterapidir. Psikoterapi teknik bir bilimsel terim olarak ele alınacaksa mutlaka çerçevesi belirlenmeli, programı yapılandırılmalı ve evrensel uygulanabilirliği standardize edilmelidir. Eğer psikoterapiden kastedilen şey; hastanın medikal ve cerrahi tedavi yöntemler dışındaki her yöntemle kendini iyi hissetme hali ise bu çok geniş bir alanı kapsamaktadır.
Bu bağlamda öğretmenin öğrencilere verdiği bilgilendirme, telkin, ikna, modelleme; din adamının cemaatinde uyguladığı benzer uygulamalar, ebeveynin evladına gösterdiği yaklaşımlar, şamanın halkına verdiği tılsımlı ve gizemli bilgi ve malzemeler sonuçta bir etki yaratmaktadır. Bunların hepsine de psiko-terapötik etki demek mümkündür. Bir şeyin etkili olması farklı bir şey; bilimsel olması ise farklı bir şeydir. Bu etkiyi yaratan faktörlerin neler olduğu, etkin tarafın konumu, tavrı, hareketi, statüsü ve mistik gücü gibi faktörler mi yoksa kullanılan malzemenin (konuşma, söz, tılsım, muska, büyü vs.) içeriği veya edilgen tarafın iç dünyasında hazırladığı şablonlar mı olduğu konusu tamamen ayrı bir araştırma konusudur.

C. Bir Disiplin Olarak Psikoterapi
Biz burada çeşitli insan ve kurumların, çeşitli yöntem ve araçlarla yarattığı etkinin nasıl, kime, nerede ve ne zaman etki ettiğini araştırmanın ayrı bir konu olduğunu; bilimsel bir disiplin olarak psikoterapinin çerçevesinin, aracının, hedefinin, etki alanının ve sınırlarının ne olduğunun belirlenmesinin de ayrı bir konu olduğunu belirtmek istiyoruz. Birinci bağlamdaki psiko-terapötik etkiyi başka bir yerde incelemek üzere bir tarafa bırakırken, temel konumuz olan psikoterapiye dönmek istiyorum. Başlangıçta çok muğlâk ve çerçevesi çizilmemiş olan bu kelimenin psiko-terapötik etki yaratan tıp dışı faktörleri bir kenara bıraktığımızda muğlâklığının büyük ölçüde azaldığını görüyoruz. Burada kastettiğimiz psikoterapi, hekimle hasta arasında ilişki bağlamında değerlendirilir. Bunun dışındaki yaklaşımların hiçbiri psikoterapi kelimesiyle ilişkilendirilemez. Hastayla hekimin arasındaki ilaca ve cerrahi müdahaleye başvurmadan yapılan ve hastalığı olumlu yönde etkileyen yaklaşımların tümü psikoterapi midir? Hayır. Tıp bilimi, dâhili ve cerrahi hastalıklar olmak üzere iki ana grupta kümelenmiş onlarca alt disiplini barındıran ve hastalarını medikal ve cerrahi yöntemlerle tedavi eden birçok bilim dalını içerir. Ruhla bedenin iç içe geçtiği, bedensel rahatsızlıkların ruhu etkilediği; ruhsal rahatsızlıkların bedeni bozduğu bir sistem içerisinde hekimlerin hasta ile kurdukları her türlü iletişim pozitif veya negatif bir etki yaratabilir. Bu etkilerin pozitif olanlarına psikoterapi demek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı da yine ‘hayır’dır.
Psikoterapi, hastalığı belirli bir psiko-patolojik anlayış içerisinde, belirli bir kavram dizinine oturtarak ve yapılandırılmış bir program içerisinde tedavi etmek amacıyla planlı bir şekilde yürütülen uygulamalardır. Peki, böyle bir uygulama var mıdır? Evrensel olarak kabul edilmiş, standardize edilmiş tek bir psiko-patolojik anlayışa dayanan böyle bir psikoterapiden bahsetmek henüz zor görünmektedir. O halde psikoterapi ya da psikiyatri bir bilim değil midir? Bunu bu şekilde ifade etmek haddi aşmak olur. Tek bir psikoterapiden bahsetmek de cüretkârlıktır. Tıbbın en kesin en net olarak bildiğimiz hastalıklarında dahi tedavi yaklaşımları, stratejileri ve uygulamaları açısından geniş bir yelpaze söz konusudur. Hatta bu yelpazenin uçları birbirine zıt noktalara kadar gidebilmektedir. Henüz psikiyatrik bozuklukların birçoğu hastalık olarak dahi tanımlanmamışken bunların tedavilerinde standardize edilmiş ve evrensel olarak uygulanabilir bir programın çıkması imkânsıza yakındır veya çok zordur.
Her bilim dalında evrensel gerçekliğin bir alanını deşifre etme çalışmaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Evreni bir yap-boz ’a benzetirsek yap-boz’un parçaları yavaş yavaş birleşerek görüntü ortaya çıkmaktadır. Bu gayretlere bilimsel çalışmalar diyebiliriz. Bir yap-boz parçasının yapısını devasa bir kütleye benzetirsek ve bu yap-boz’un içindeki küçük bir yap-boz parçasının devasa bir yapı olduğunu, o yap-boz parçasının içinde de küçük yap-boz parçacıklarının olduğunu varsayalım. Burada tıp, büyük bir yap-boz iken bilim dalları bu yap-boz’un parçalarıdır. Bunlardan biri olan psikiyatri insanı anlamanın çözmenin bir yolu olan tıp yap-boz’u içindeki yerini alırken bu psikiyatri yap-boz parçasının içindeki hastalıklar, bozukluklar ve tedaviler bu yap-boz’un sınırlarını netleştirmektedirler. Bunların bazısı net ve açık, bazısı sisli, bazısı değişken ve bazı parçalar da eksiktir. İşte bu parçaları anlamlandırabilmek için hipotezler ve teoriler gündeme getirilmektedir. Bunlar sınandıkça ve test edildikçe doğru olanlar kalmakta, yanlış olanlar dışlanmaktadır. Böylece her gün yeni bir yap-boz parçacığı ana yap-bozdaki yerini almaktadır. Psikiyatri içerisinde psikoterapi de sınırları zaman zaman muğlâk, zaman zaman belirsiz, zaman zaman değişken bir yap-boz parçasıdır. Ama yap-boz her gün daha netleşmekte, daha bütünleşmekte ve parçalar bütünleştikçe karşımıza yeni bir resim çıkmaktadır. Biz burada bu resmin oluşum çizgilerini görmeye çalışıp tepeden bakarak bütünü yakalamaya gayret edeceğiz. Gerçeğin parça parça ortaya konduğu bilimsel aktiviteleri olabildiğince kuşatarak, notaların yanında besteyi okumaya çalışacağız.

D. PSİKOTERAPİ GEREKTİĞİNE NASIL KARAR VERİLİR?
Psikiyatrik tedaviler hep diğer hastalıklardan farklı ve değişik görülegelmiştir. Bunun bir nedeni de diğer hastalıklarda uygulanmayan bir yöntemin yani psikoterapinin uygulanmasıdır. Ancak çoğu insanlar psikiyatristler dışı hekimler de dahil olmak üzere bunu pek bilmemektedirler. Bu yöntemle psikiyatrik hastalığın sebebine yönelik bilinçlendirme yapıldığı doğrudur.
Ancak klinik olarak psikiyatrik bir rahatsızlığı olan hastaların hepsinin psikoterapiye ihtiyaçlarının olup olmadığı sorusu sık sık gündeme gelir. Eğer bu soru hastalık hakkında bilgilendirmenin gerekip gerekmediği anlamında soruluyorsa, cevabı evettir. Eğer bazı gizli psikolojik nedenlerin ortaya çıkarılması ve çözümlenmesi için yapılandırılmış bir danışmanlık anlamında soruluyorsa, cevabı hayırdır.
Hastalarda genellikle depresyonun ortaya çıkmasına sebep olabilecek nitelikte psikolojik sorunlar ortaya çıkmaz. Kişiler arası ilişkilerdeki problemler ya da düşük benlik saygısına yönelik formel danışmanlık şeklinde psikoterapi uygulanabilir.
Depresyonu olmak ve böyle bir danışmanlığa ihtiyacı olmak arasında bire bir ilişki yoktur. Depresyonu olan birçok hastada etkili bir ilaç tedavisi uygulandıktan sonra benlik saygısı ya da kişiler arası ilişkilerle ilgili sorun kalmaz. Tersine olarak bu tür sorunları olan fakat hiçbir zaman depresif atak geçirmemiş insanlar da vardır.
Kısaca psikoterapi gereksinimi her hastaya göre değişir. Bazen yalnızca ilaçla tedavi yeterli olurken bazı hastalarda hem psikoterapi hem de ilaç kullanılabilir. Bazen de tek başına psikoterapotik yöntemler kullanılır.

E. PSİKOTERAPİ NASIL ÇALIŞIR?
Psikoterapi geçmişte yaşanan sorunlarla şimdikileri anlamlı bir şekilde birleştirerek farklı bir bakış açısı getirir
Psikoterapi insanların yaşamlarındaki problemleri Yorumlayarak yani, kişinin geçmişte yaşadığı sorunlarla bu günde yaşadığı sorunları anlamlı bir şekilde birleştirerek farklı bir bakış açısı kazanmasını sağlarlar.

Bir örnek verelim:
Deniz 21 yaşlarında bir öğrenci. En yakın arkadaşı Melis ile dengesiz bir arkadaşlığı var. Melis ilişkide daha güçlü ve sürekli olarak ikisi adına kararları veren birisi. Deniz kendi güçsüzlüğüne kızıyor ve bu yüzden kendisini aşağı görüyor. Diğer tüm ilişkilerinde de benzeri sorunlar yaşıyor ve daha güçlü olmayı başaramadığı için suçluluk duygusu yaşıyor. Nihayet bir gün yaşamını kendi istediği gibi yaşayabilmek için terapiye geliyor.

Deniz küçükken, ne zaman annesinin istemediği ama kendi arzuları doğrultusunda hareket etse, annesi tarafından cezalandırılır veya azarlanır. Annesinin bu katı yaklaşımları sonucunda kendi duygu ve düşüncelerini açıkça ifade etmemesi gerektiğini öğrenir. Bu duruma karşılık olarak, Deniz yapılması gerekenleri geciktirerek yada erteleyerek, Pasif-Agresif bir tarz ile gerçek duygularını gizli bir şekilde ifade etmeyi öğrenir. 20 yaşına gelene kadar Deniz ve annesi arasındaki bu düzen iyice oturur. Deniz geciktirme yada erteleme tekniğini şimdiki yaşamında da kullanmaya devam eder. Nitekim, Deniz üniversite'ye başlayacağında annesi oturup Deniz ile konuşur ve kendisine üç seçeneği olduğunu söyler. Hayatta iyi bir yaşama sahip olabilmesi için ya Tıp, ya Hukuk, yada Ekonomi okuması gerektiğini ifade eder. Deniz doktor yada avukat olamayacağını düşünür ve Ekonomi okumaya karar verir. Fakat okula başladığında derslerden hiç keyif almadığını farkeder. Esas ilgi alanı gazetecilik olmasına rağmen bu konuda her hangi bir değişiklik yapmayı düşünemez bile. Bir iki defa terapisti, bölümünü değiştirmesi ihtimali üzerinde konuşmaya çalışır ama Deniz, bu konuda konuşmak istemediğini, kararın çoktan verildiğini ve üzerinde tartışmanın hiç bir anlamı olmadığını ifade ederek, farklı seçenekler üzerinde düşünmeyi bile reddeder.

Terapi ilerledikçe, Psikolog, Deniz’in şimdiki davranışları ile çocukken geliştirdiği savunma mekanizmaları arasında bağlantı kurmaya çalışır. Yorumların etkili olabilmesi için, artık işe yaramayan bu savunma mekanizmasının nasıl geliştiğini ve Deniz’in annesine karşı duyduğu kızgınlığı detaylı bir şekilde konuşması gerekir. Zaman içinde, yargısız ama meraklı bir yaklaşım geliştirdikçe, terapisti ile birlikte Deniz, artık işlevi kalmamış olan eski savunma mekanizmalarını, şimdiki ilişkilerinde nasıl kullandığını görmeye başlayabilir.

Aşağıdaki örnek, terapistin yorumlama tekniğini kullanarak nasıl geçmişte yaşanan problemleri, bu günkü zorluklarla ilişkilendirdiğini göstermektedir.
Terapist, Deniz’in arkadaşı ile yaşadığı problemi yorumlamaya çalışır.

Deniz:
Bazen, en yakın arkadaşım olmasına rağmen Melis’den nefret ediyorum. Dün büyük bir kavga ettik. Bu şekilde kavga etmek bütün gecemi mahvediyor.

Terapist:
Senin için anlamı büyük olan bir insan ile sürekli kavga etmek üzücü bir durum. Ne oldu?

Deniz:
Bildiğin gibi birlikte olduğumuz zamanlarda Melis hep ne yapacağımıza karar verir. Son terapi görüşmemizden sonra, bir değişiklik yapmanın zamanı geldiğine karar verdim ve dün akşam benimle birlikte üniversitede verilen gazetecilik seminerine katılmasını istedim. Gazeteciliği çok seviyorum, para yapabileceğimi bilsem kesin bu işi kariyer olarak düşünürdüm.

Melis’e benimle gelmesini sorarken biraz endişeliydim ama ilgileneceğini düşündüm, fakat Melis daha önceden akşama bir partiye gitmek üzere plan yapmış. Hoşlandığı birisi var ve partide o kişide olacakmış. Önce seminere gidip sonra partiye gidebileceğimizi söyledim ama bu fikrime hiç yanaşmadı. Bana sorarsan o gece ayrılıp kendi planlarımızı yapmamızın hiç bir sakıncası yoktu ama Melis bir anda öfkelendi.

Terapist:
Ne söyledi?

Deniz:
Bana güvenilmeyeceğini ve seminerden sonra partiye gitmenin bu gerçeği değiştirmediğini söyledi. İyi bir arkadaş olsaydım, kendi zevklerimi ön plana koymayı bırakıp kendisi ile partiye gideceğimi ve beğendiği kişi ile tanışmasına yardım edeceğimi söyledi. Gerçek bir arkadaş olmadığımı ve bencil sadece kendini düşünen bir insan olduğumu iddia etti.

Terapist:
Bunları sana söylediğinde nasıl hissettin?

Deniz:
Kendimi çok kötü hissettim, semineri iptal edip partiye gittim. İşin ilginç tarafı, isteği olduktan sonra Melis mutlu oldu ve bana iyi davranmaya başladı. Fakat genede kendimi iyi hissetmedim. Bütün gece kafamın içinde kavgayı düşünüp durdum ve uyuyamadım. Hala üzgün hissediyorum (göz yaşları belirir ve bir mendil almak için uzanır.)

Terapist:
Oldukça sıkıntılı bir gece olmuşa benziyor. Melis’e iyi bir arkadaş olmak için yoğun bir çaba sarfediyorsun ama sana özgürlük tanımadığı için bu zor oluyor.

Deniz:
Evet! Gerçektende bu durum beni aşırı derecede zorluyor. Ama insanların farklı düşünceleri olması ve bunu konuşmak istemesi normal değil mi?

Terapist:
Elbetteki normal, ama bu soruyu soruyor olman senin kendi tercihlerini ifade etmenin ve aynı zamanda iyi bir arkadaş olmanın mümkün olabileceğinden emin olmadığını gösteriyor.

Deniz:
Evet. Melis söz konusu olunca kendimden emin olamıyorum. Sanki benden hoşlanması için her şeyi onun istediği gibi yapmalıymışım gibi hissediyorum.

Terapist:
Bu gerçekten zor ve baskı yaratan bir durum, çünkü Melis’den farklı olan her hangi bir isteğini ifade etme imkanı bulamıyorsun. Bu durumda olmanı nasıl açıklıyorsun?

Deniz:
Nasıl yani?

Terapist:
Mesela ilişkilerinde bu türden bir baskıyı daha önce hiç yaşamış mıydın?

Deniz:
Bilmiyorum, belki... Sanırım daha önce Sinem ve Arzu’dan bahsetmiştim sana. Çocukken benim en iyi arkadaşımdılar. Hiç bir zaman Melis kadar kötü olmadılar ama bazen onun gibi beni yönetmeye kalktılar. Ama bunda benimde suçum var. Kendimi savunamıyorum.

Terapist:
Ailenden birisi ile hiç böyle hissettin mi?

Deniz:
Sanmıyorum, bilmem...

Terapist:
Benim bir fikrim var, ama sana doğru gelecek mi bilmiyorum. Bu konuda ne hissettiğini bana söyle lütfen.

Deniz:
Tamam, nedir?

Terapist:
Sence Melis, Sinem ve Arzu ile olan ilişkin biraz annenle olan ilişkine benzemiyor mu?

Deniz:
Nasıl yani?

Terapist:
Daha önce annenin meslek seçimin üzerinde ne kadar etkili olduğundan bahsetmiştin. Bir taraftan annen ile aranda özel bir bağ var ve onu çok seviyorsun dolayısıyla anneni üzmek istemiyorsun ama diğer taraftan farklı bir meslek konusunda kendi tercihlerini ifade edebilmen için gereken özgürlüğü bulamıyorsun.

Deniz:
Ve eğer annem bana kızarsa, kendimi gerçekten çok kötü hissediyorum.

Terapist:
Çok kötü? Biraz daha hissettiklerinden bahseder misin?

Deniz:
Onunla kavga etmek istemiyorum, çünkü değmez. Benim için en iyi olanı bildiğine eminim. Ekonomi okumak o kadarda kötü değil.

Terapist:
Oldukça zor bir durum. Annen ile daha açık bir şekilde konuşabilmeyi ve duygularını ifade edebilmeyi istediğini anlıyorum ama tıpkı Melis gibi sana öfkelenmesinden çekiniyorsun.

Deniz:
Doğru

Terapist:
En büyük sıkıntı, senin önemli bir ilişkiyi sürdürebilmek için kendi arzularını ve düşüncelerini bastırmaya çalıştığında ortaya çıkıyor.

Deniz:
Evet biliyorum ama buna alıştım artık. Annemle ilişkimiz, onun istediği gibi davrandığım sürece çok iyi.

Terapist:
Bu senin Melis ile olan ilişkinin kaynağını ve nasıl geliştiğini gösteriyor. Küçük bir çocuk iken, duygularını bastırmak ve annenin istediği şekilde davranmak kolaydır ama artık büyüdün ve kendine ait farklı arzulara ve düşüncelere sahipsin. Dolayısıyla bunları bastırmak çok daha zorlaşmış durumda. Bu da senin kendi içinde çelişki yaşamana ve mutsuz olmana sebep oluyor.

Yukarıdaki örnekte terapist Deniz’in arkadaşı ile yaşadığı problemi, annesi karşısında kendi isteklerini ve fikirlerini savunmaktan duyduğu korku ile birleştiriyor. Gerçekte, Deniz'in sürekli kendisine ne yapacağını söyleyen ve patronluk taslayan arkadaşlar seçmesinin temelinde Tekrarlama Dürtüsü yatmaktadır. Freud tarafından ortaya konulan bu terim (Repetition Compulsion), kişinin eskiden yaşadığı ve bir türlü çözüme ulaşamayan bir sorunu yeni ilişkilerinde tekrarlayarak yeniden yaşamaya çalışmasını ifade eder. Tıpkı oturmuş bir kalıp gibi, kişinin tüm ilişkilerini aynı kalıp içinde yaşaması anlamına gelir.

Bu açıdan bakınca Melis’in, duygusal olarak Deniz’in annesinin yerini aldığı düşünülebilir. Bu nedenle tıpkı annesi gibi yeri değiştirilmez gibi hissedilir. Dolayısıyla Deniz kendisine kötü davranmasına rağmen bu insan ile ilişkisini sürdürmeye devam eder ve bir türlü bırakmayı başaramaz.

Terapi süresince, annesi konusuna yoğunlaştıkça, Deniz, annesinin üzerine kurmuş olduğu kontrole karşı (annesinin sevgi ve ilgisini Deniz'in davranışlarına göre geri çekmesi yada vermesine karşı) bilinçaltından tepki verdiğini anlamaya başlayabilir. Büyük ihtimalle Deniz’in annesine duyduğu öfke zaman içinde kendisine dönüşerek kendisini küçük görmesine, güvenini kaybetmesine ve suçluluk duygusu hissetmesine yol açtı. Deniz annesine duyduğu öfke ve kızgınlığı kendi içine yöneltmek yerine terapinin güvenli ortamında dışarı çıkarmayı başarabilirse, kendine olan güveni geri gelmeye başlayabilir.

Zaman içinde bölüm tercihi ve diğer konularda annesi ile bir erişkin gibi konuşabileceğini hayal edebilecek kadar cesaret kazanabilir. Hatta kendi ilgi alanı doğrultusunda yaşayabileceği, kendi yeteneklerini geliştirebileceği ve aynı zamanda annesinin ilgisini ve sevgisini de koruyabileceği ihtimalini de düşünmeye başlayabilir. Terapi boyunca, psikoloğun yardımları ile bu şekilde olayları önceden zihninde canlandırmaya başlayabilir ve daha sonra gerçek hayatta bu adımları uygulayabilmek ve annesi ile konuşabilmek için kendini hazırlayabilir. Böylece Deniz’in annesi ile olan ilişkisi sağlıklı bir hale dönüştürülebilir. Deniz ve annesi meslek seçimi konusunda aynı fikirde olmasalar bile, açıkça ve dürüstçe konuşabildikleri için birbirlerine daha yakın hissetmeye başlayabilirler.

Diğer taraftan Deniz’in kendine olan güveni arttıkça ve kendi duygularını bastırmanın istediği türden tatmin edebilecek bir arkadaşlığı garantilemediğini görmeye başlayabilir ve Melis ile daha dürüst bir ilişki geliştirmeyi başarabilir. Eğer Melis bu tür bir eşitliği tolere edemezse, Deniz yeni arkadaşlar edinmek için aramaya başlayabilir.

F. Psikoterapi Türleri
Psikoterapi iki kişi arasında geçen sıradan bir sohbet değildir. Psikoterapi insanı izah eden, insanın gelişimini açıklayan felsefi ve bilimsel bir arka plana, bir insan modeline dayalı bir sistemi kabul ettikten sonra bu sistemden belirli nedenlerle sapma gösteren yapıların belirli stratejilerle düzeltilmesini amaçlayan bir bilimsel disiplindir. Peki, bu psikoterapi tek bir yöntem midir? Hayır. Bugün dünyada sekiz yüzün üzerinde psiko-terapötik teknik uygulandığı iddia edilmektedir. Bunların çoğunu biz de bilmemekteyiz. Ama bunları ana başlıklar altında incelersek bunların dört ana kümede toplandığını görürüz:
Bunlar:
1- Kaynağını Pavlov ’un hayvanlar üzerinde yapmış olduğu çalışmalardan alan ve koşullu şartlanmayı temel kabul eden Davranışçı Psikoterapi tekniği.
2- İnsanı hayvandan ayıran temel yapının düşünce olduğunu iddia eden ve algılama farklılığı üzerinde duran Bilişsel Psikoterapiler.
3- İnsanın problemlerini kesitsel olarak almayıp geçmişle bütünleştirerek, geçmişin ana şablonlarının bugünkü izdüşümleri yarattığına inanan Dinamik Psikoterapiler.
4- İnsanın en temel varlık nedenlerini irdeleyen ve cevap bulunamayan sorularla ilintili olarak insanın kriz yaşadığını iddia eden Varoluşçu Psikoterapiler.
Buna göre ilk psikoterapi çalışmaları davranışı ele alan davranışçı psikoterapi teknikleridir. Davranışçı psikoterapi insanı mutsuz ve huzursuz eden, sıkıntıya neden olan davranışları düzeltmeyi amaçlayan psikoterapi tekniğidir. Bu teknik kişiye rahatsızlık veren belirli davranışları bir anlam çerçevesi içerisinde değerlendirmiş, standardize etmiş, nasıl geliştiğini anlatmış, bunu bilimsel çalışmalarla ispat etmiş ve bunların belirli tekniklerle değiştirilebileceğini kanıtlamış olan tedavi tekniğidir. Kaynağını daha çok Pavlov XE "Pavlov" ’un köpekler üzerindeki deneylerinden almıştır. Hayvan deneylerinde, Pavlov, Torndike XE "Torndike" , Skinner ’in yaptığı hayvan davranışları model alınarak insan davranışları izah edilmiş ve davranışların oluşum sürecine bakılarak tedavi teknikleri geliştirilmiştir. Görüldüğü gibi burada bir insan anlayışı ve modeli vardır. Davranışlar laboratuarda test edilmiş, incelenmiş ve bunlara uygun tedavi yöntemleri geliştirilmiştir. İnsanı davranışçı ekolün bakış açısıyla izah etmek, insan yap-boz XE "yap-boz" ’unun bir parçasını açığa çıkarmaktır. Canlılar belirli etkilere maruz kalınca belirli tepkiler vermektedir. Belirli uyaranlar bazı uyarıcılarla eşleştirildiğinde benzer sonuçlara ulaşılmaktadır.
Pavlov ’un klasik koşullu refleks olarak isimlendirdiği bu davranışsal öğrenme modeli insanların da birçok davranışını izah etmektedir. Bunun detaylarıyla ilgili birçok çalışma yapılmış, uyaranların insan davranışlarında ne tür etki yarattığı, bunların nasıl oluştuğu, nasıl ortadan kalktığı ve nasıl tekrar aktive edildiği bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır. Sosyal öğrenme ve modelleme teorileriyle ilgili bilgilerimiz geliştikçe insanların davranışlarını anlamamız ve izah etmemiz daha kolay olmaktadır. Bu model insanın iç dünyasına girmeden onu dıştan gözlemleyerek hareketlerin neden ve niçinlerini araştıran, tüm davranışları belirli kalıplarda izah etmeye çalışan ve daha çok bir öğrenme modeline dayanan bir yaklaşım tarzıdır.
İnsan, hayvana göre daha gelişmiş şartlı reflekslerden ibaret, daha komplike bir hayvan mıdır? Yoksa insan belirli uyarıcılara karşı belirli tepkileri verme mecburiyetinde olan, robota benzer bir hayvan mıdır? Ya da insan etrafında modellediği davranışları otomatik olarak yapmaya mahkûm, aciz bir organizma mıdır? İnsanın tüm varlığını şartlı refleksler ve sosyal öğrenme modeliyle izah etmek mümkün değildir. İnsanın bir takım davranışlarını bu kalıplara sokmak uygun iken birçok davranışın arkasında öğrenme ilkelerinin çok ötesinde bir takım karmaşık sistemler mevcuttur. Elli tane köpeği alıp bir laboratuara koyduğumuzu varsayalım. Her öğle yemeğinde yemekleri hayvanların önüne koyduğumuzda bir zili çalalım yemekle zil uyaranını eşleştirelim. Pavlov ’un yaptığı bu deneyi biz de uyguladığımızda bir süre sonra önüne yemek koymadığımız halde köpeklerin salyalarının aktığını hep birlikte hayretle tespit edeceğiz.
Aynı deneyi insanlara uyguladığımızı düşünelim. Elli insanı bir lokantaya koyup, her gün aynı saatte yemek verelim ve her yemek vakti zile basalım. Bir müddet sonra zili çaldığımızda ne tür tepkiler alacağız. Muhtemelen insanların bir kısmının salyası akacak. Bir kısmı bu şakaya sinirlenecek, bir kısmı ise küfredecek ve bir kısmı da camı çerçeveyi indirecektir. Bunun böyle olacağını ispat etmek için elli insanı böyle bir ortama sokmaya gerek yoktur. Çünkü bu her gün tezahür etmektedir. Büyük bir depreme maruz kalan insanlar aynı bölgede, aynı şartlarda, aynı depreme, yani aynı uyarana maruz kaldıkları halde o insanların aynı tepkilerde bulunması beklenirken hepsi farklı tepki vermektedir. Depreme maruz kalanların bir kısmı korku ve panik içine düşmekte, bir kısmı depresyona girmekte, bir kısmı öfkelenmekte; bir kısmının inanç ve değer yargıları değişmekte, dindar olanlar dinsiz, dinsiz olanlar dindar olabilmektedir. Bunun gibi farklı sonuçlar ortaya çıkabilmektedir. Uyaran aynı olduğunda tepkilerin aynı olması beklenirken farklı tepkiler ortaya çıkmaktadır. Burada davranışçı ekol çaresiz kalır. İnsanların davranışının ön plana çıktığı patolojik durumlarda, davranışçı terapi teknik ve stratejileri çok yararlı sonuçlar sağlamıştır. Özellikle fobilerin tedavisinde, yüzleştirme, cevap engelleme ve kaçınma, davranışı ortadan kaldırmaya yönelik davranışçı tedavi ilkeleri, taklit, modelleme, rol provası gibi diğer davranışçı tekniklerle birleştirilerek çok yararlı sonuçlar elde edilmiştir. Fobilerin bir grubunda (özellikle soysal öğrenme ve modellemeye göre öğrenilmiş fobilerde) davranışçı terapi teknikleri işe yararken daha karmaşık ve kompleks nedenlere dayalı fobilerde davranışçı terapi yetersiz kalmaktadır.
Bu durumda yap-bozun yeni parçalarını ortaya çıkarmak ve anlamlandırmak gerekmektedir. Bu kez karşımıza yeni bir teori ile bilişsel (kognitif) psikoterapi çıkmaktadır. Bunlar bir taraftan davranışçı sosyal öğrenme ve modellemeyi kabul ederken, diğer yandan insanın tüm davranışlarını izah etmek için bu yaklaşım tarzının yetersiz olduğunu ileri sürerler. Bilişsel ekol insanın bir hayvan olmadığını, hayvandan farklı olarak algılama araçlarıyla dışardan algı alan, bunu bilgi olarak değerlendiren, beyinde insan olmanın temel özelliği olan yorumlama kavramıyla algılanan bilgiye şekil veren ve bu bilgiyi yorumlayan, yoruma bağlı olarak da tepki gösteren bir varlık olduğuna inanmaktadırlar. Her şey beyindeki komuta kontrol bölgesindeki yorumlama merkezi tarafından idare edilmektedir. Beş duyu ile alınan algılarımız özel, bireysel ve sübjektif filtre sistemlerinden geçirilerek merkeze alınmakta, merkeze alınan bu bilgiler orijinal yapılarının dışında bir anlama büründürülebilmekte ve bu anlamlandırmaya bağlı olarak da cevaplar üretilmektedir. Sistem basittir: girdi=> yorum=> çıktı.
Bu bağlamda her türlü dışsal algı, her türlü değişime tabi tutularak her türlü sonucu mümkün kılmaktadır. Burada tam bir kaos, karmaşa veya rölativite vardır. Bir telefon santralindeki sekreterin telefon hatlarını istediği hatta bağlayabilmesi gibi bir model çıkarılabilir. Fakat bilişsel ekol bu sistemin kaotik, kompleks ve rasgele çalışmadığını göstermiştir. Bilginin algılanmasından başlayarak, cevabın oluşmasına kadar geçen süredeki bilgi işleme sürecinin belirli bir model-yapıyla oluştuğunu bize göstermiştir. Eğer bir bilgi, yanlış bilgilendirmeye tabi tutulacaksa, değiştirilecekse, bozulacaksa ve yok sayılacaksa bunun için beynimiz özel yöntemler uygulamaktadır. Mesela beyin, seçici algılama, abartma, küçümseme, bireyselleşme, genelleştirme, ya hep ya hiç tarzında düşünme veya keyfi çıkarsama gibi yöntemlerin birini veya birkaçını uygulamaktadır. İnsan beyninin bilgiyi nasıl işleme tabi tuttuğu ve nasıl yorumladığı ile ilgili üç katmandan oluşan bir izah getirilmektedir. Bunlar, bir Hindistan cevizi gibi üç katmandan oluşur. En dış katman, kabuk kısmı, patolojiye neden olan öğrenilmiş olumsuz düşünceler katmanıdır. Orta katman, kişinin temel kabulleri veya ayıltılarıdır. En alt katman ise çekirdek kısım veya Hindistan cevizinin öz suyunun bulunduğu yer, temel şemalardır. Bunu her insanın bir mevzuat hiyerarşisi olarak kabul edersek, tüzük ve yönetmelikleri olumsuz otomatik düşüncelere; kanunları, temel kabullere; ana yasa maddelerini de temel şemalara benzetebiliriz. Bu metaforik örneklerden yola çıkarak, Hindistan cevizinin dış kısmına ulaşmak kolaydır. Tüzük ve yönetmelikleri bir bakanın ve genel müdürün değiştirmesi mümkün olduğu gibi bu bağlamda olumsuz otomatik düşünceleri değiştirmek, düzeltmek, yakalamak, yüzeydeki bir alanda daha mümkündür. Bunların arkasındaki gizil ve görünmeyen temel kabulleri yakalayabilmek için Hindistan cevizinin kabuğunu geçip orta katmanına ulaşmak lazımdır. Bu husus, olumsuz otomatik düşünceleri yakalamaktan daha zor ve daha çok dikkat gerektirir. Bunları yakaladıktan sonra değiştirmek ise, tüzük ve yönetmeliklere göre yasaları değiştirmenin zorluğu gibidir. Temel kabullerin ve sayıtlıların üzerine bina edildiği temel şemaları yakalamak ve kavramak, Hindistan cevizinin öz suyuna ulaşmak kadar zordur. Temel şemalara ulaşıldığında ki bunlar bebekliğimizden ve çocukluğumuzdan getirdiğimiz ana kimlik ve kişilik iskeletleridir, bunları değiştirmek anayasanın maddelerini değiştirmek kadar güçtür.
Bilişsel insan anlayışı bu üçlü katmana bağlı olarak insanın bir kimlik geliştirdiğini, bir kendilik ve dünya algısının olduğunu, kendini ve dünyayı bu üçlü filtre sisteminden veya merceğinden geçirdikten sonra bir anlam yükleyerek kabul ettiğini ve buna bağlı olarak da tepki/cevap ortaya koyduğunu göstermektedir. Hastalıkların oluşum zincirinde bu yapıyı ortaya çıkarmak mümkündür. Yapının oluşum ve gelişim modelini bu şekilde izah edebiliyorsak, bunu değiştirmenin de mümkün olabileceğini varsayabiliriz. Bilişsel çarpıtmalarla, bu üçlü katmandaki hatalarla oluşmuş olan hastalıklar, bunlara göre uygun olarak geliştirilmiş olan bilişsel tedavi stratejileriyle düzeltilebilmektedir. Davranışsal tedavi tekniklerinin yetersiz kaldığı birçok durumda hastaya bilişsel tekniklerle yaklaşıldığında bilişsel psiko-terapötik tekniklerin olumlu sonuçlar doğurduğunu görmekteyiz.
Bu bilgilerin ışığında yap-bozun ikinci parçası da netleşmektedir. Notalar ortaya çıktıkça bestenin ahenkli melodileri de duyulmaya başlamaktadır. Fakat hastaların bir kısmı hala karşımızda direnmekte, davranışçı gayretler, bilişsel tekniklerle açığa çıkarılan otomatik olumsuz düşünceler, temel kabuller ve şemalar hasta tarafından garip bir şekilde bertaraf edilmekte, dışlanmakta ve kabul edilmemektedir. Hasta size iyileşmek için gelmekte, ancak verdiğiniz programları uygulamamakta, kısaca direnç göstermektedir. Direnç için bilişsel terapinin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Çünkü direnç bilinçdışı dinamiklerle işleyen psiko-dinamik yapının temel bir kavramıdır. Hastayı ne kadar bilgilendirirseniz bilgilendirin, hastaya ne kadar bilişsel iç görü kazandırırsanız kazandırın, hasta çocukluk dönemindeki yaşantıladığı anne, baba, çocuk üçgenindeki temel yapıları bugünkü yaşantısında hep tekrarlamaktadır. Bu yapıyı bilişsel tekniklerin yöntemi doğrultusunda akılla, mantıkla ve bilgiyle değiştirmek mümkün değildir. Bu yaşantılama tekrar sahneye konmalı, bir üst kalıp üzerinden geçilerek yeni bir biçime/kalıba dökülmelidir. Tedavi ancak o zaman mümkün olabilmektedir. İşte bu yeni tarz yaklaşıma psiko-dinamik yaklaşım modeli denmektedir.
Psikodinamik model kaynağını Sigmund Freud ’dan alarak bugüne kadar birçok değişim, gelişim ve farklılaşma göstermiş dahası geniş ve dinamik bir yelpazede birçok ekolün kurulmasına öncülük etmiştir. Bu model, insanı en geniş bir şekilde tanımlamaya çalışmakta, insanın ruhsal yapısının gelişim evrelerini ortaya koymakta, bu gelişim evrelerinde meydana gelebilecek zararlı etkilere bağlı olarak ortaya çıkabilecek hastalıklı sonuçlar hakkında öngörülerde bulunabilmektedir. Böyle bir insan modeli bu evreleri detaylı bir şekilde izah etmekte, bu evrelerde meydana gelebilecek hata, arıza, bozukluk ve yanlışlıkların nasıl ortadan kaldırılıp tedavi edilebileceği ile ilgili bir standart program ortaya koymaktadır. Bu programın uygulanmasında değişik psiko-dinamik modeller arasında çeşitli teknik farklılıkların bulunmasına rağmen, insanın ruhsal modeli anlayışları açısından aynı, fakat tedavi stratejileri bakımından yaklaşımları farklıdır. Davranışçı ve bilişsel modellerle izah edemediğimiz, izah etmeye çalışsak bile tedavi edemediğimiz vakalarımıza dinamik bir formülasyonla yaklaştığımızda olayın çözümlendiğini görmekteyiz. psiko-dinamik yaklaşım, insanı sadece bir davranış, bir bilişsel süreç olarak değil; onu, davranışı, düşüncesi, duygulanımı, sosyal yapısı, ailesi, coğrafi yapısı ve kültürel özellikleri ile bir bütün olarak ele almakta, buradaki dinamik yapının ve etkileşim sistemlerinin nasıl oluştuğunu ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda da normal bir bireyin gelişiminden bireysel patolojinin oluşumuna, tarihsel belirleyicilikten dinî inançların oluşumuna, siyasetten edebiyata geniş bir yelpazede kendisine ilgi alanları bulmuş, tartışmaya açılmış ve böylece psiko-dinamik yapı birçok alana eklemlenmiştir. Siyaseti, sanatı, edebiyatı, kısacası insanı ve insanın ürettiklerini etkilemiştir.
Tüm bu bilinenlere rağmen insan ruhsal yap-bozunda bilinmeyen o kadar çok şey vardır ki yüzyıl önce bildiklerimize baktığımızda, bugün bildiklerimiz muhteşem ve harikulade bir noktadadır. Bildiklerimiz arttıkça cehaletimizin boyutunu ve derinliğini kavramaktayız. Bilinmedik o kadar çok şey var ki! Psikoterapi ve psikoterapistler cahilliğin cesurluğunu yaşamaktadırlar. Uğraştığımız ve düzeltmeye çalıştığımız yapı o kadar komplike, karmaşık, kaotik ve ama bir o kadar da kendi içinde düzenli, tutarlı, determinal (zorunlu nedensel) bir yapı içermektedir. Milyonlarca faktörün bir araya getirdiği ruhsal aygıtın bir faktörünün değişmesiyle diğer faktörlerin hepsi etkilenmekte ve ortaya çok farklı sonuçlar çıkmaktadır. Ruhsal yapıda müthiş bir rölativite (görecelik) vardır. Ruhsal yapı zaman kavramını geçmişi ve geleceği bugüne taşıyarak yaşayabildiği gibi, bugünün yapısını geçmişi örtmek ve geleceği belirlemek için de kullanabilmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi insanın ruhsal yapısı katman katmandır. Bazı bilim adamlarına göre ruhsal aygıtın en basit, en anlaşılabilir kısmı ve katmanı dışta gözlemlediğimiz davranışsal kalıplardır. Davranışsal kalıplar en kolay çözümlenebilen, anlaşılabilen, bozukluğu varsa tedavi edilebilen yapılardır. Onun altındaki katman bilişsel katmandır. Burada işler biraz daha karmaşıklaşmakta; davranışla etkileşerek, davranışı etkilemekte ve davranıştan etkilenmektedir. Daha derin katmana indiğimizde psiko-dinamik bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burada işler daha da karışmakta sistem daha da komplike olmakta, girdiler çoğalmakta, girdilerin şekil değişikliği çeşitli kılıklara bürünebilmektedir. Bu temel girdiler bilişsel süreçleri, bilişsel süreçler de davranışı etkilemekte, davranış ve bilişsel süreçler dinamik yapıyı değiştirebilmekte ve farklı kılıklara sokabilmektedir. Çekirdeğe indiğimizde en derin katmana ulaşıyoruz. İnsanın varoluşsal katmanı. Bu katman tüm şekil şartlarından uzak, dışsal gerçekliğin zorunluluklarından uzak, kendi içsel varoluşunu sorgulayan bir zihnin yarattığı bir insan anlayışıdır. Bu katmanı konu edinen varoluşçu psikoterapi, insanın bu içsel varoluşunda yaşadığı varoluşsal krizlerini irdelemeye çalışmaktadır.
Her insan tüm yaşantılarının arkasında temel birkaç sorudan kaçmakta ve bu sorulara cevap aramaktadır. Hepimizi ürküten bu sorular zaman zaman patolojilerimizin temel kaynağını oluşturabilmektedir. Hayatın anlamı nedir? Geleceği bilmek ve belirlemek bugünden mümkün müdür? Geleceğin belirsizliği karşısında ne yapabilirim? Bugünkü mevcut konumumu ben mi oluşturdum, bu konumda olmamın nedeni ben miyim, yoksa başkaları mı? Geleceğim ile ilgili bildiğim tek şey ölüm gerçeği iken niçin bir ömür boyu bunu yadsıyorum, inkâr ediyorum. Göbek kordonumun kesildiği andan itibaren anneden ayrıldığım gerçeği yani yalnız olduğum, duygularımın, düşüncelerimin, acılarımın kederlerimin ve sevinçlerimin sadece bana ait olduğu ve benim içimde yaşantılandığı gerçeğini yani yalnız olduğum gerçeğini kabul mü edeceğim, yoksa kendimi mi kandıracağım? İşte bunlar temel sorulardır. Ya bu soruları inkâr edeceğiz. Bir yanılsamanın içinde kaybolup gideceğiz, ya da bizim irademiz dışında varolduğumuz bir dünyada bilmediğimiz bir süre içerisinde, bize verilen enstrümanı en güzel bir ahenkle çalıp varoluşumuzun keyfini mi yaşayacağız. İşte varoluşçuların insanı ve dünyayı anlama, kavrama ve yorumlama şekli budur.
Bu bakış tarzından yola çıkan varoluşçu terapistler insanın bir takım sıkıntı ve problemlerini bu varoluşsal sorulara atfetmekte, kişinin ölüm , yalnızlık, belirsizlik ve anlamsızlık karşısında yaşadığı çaresizliği patolojik bir varoluşla yatıştırmaya çalıştığını, anksiyeteyi ve sıkıntıyı hissettikleri hiçlik ve yokluk karşısında bir ödün olarak verip varoluşu hissettiklerini savunmaktadırlar. Varoluşçu terapistler bu soruların cevaplarını anksiyete oluşturmadan çözümleyecek cevaplar araş¬tır¬mak¬ta¬dır¬lar. Hastalarına bu yolla yardımcı olmaya çalışarak varoluşçu psikoterapi uygulamaları yürütmektedirler. Hastaları etkilemekte, teşhis koymamakta, onları anlamaya çalışmakta ve her bir vakayı özgün kabul etmektedirler.
Yap-bozun diğer bir parçası da açığa çıkmaya başladı. Her bir yaklaşım, her bir bilimsel aktivite insanı anlamamızda ve yorumlamamızda bize yeni bir ışık tutmakta ve yap-bozun yeni bir parçasını bize sunmaktadır. Dört katmanda izah ettiğimiz insana bakış tarzı, birbiriyle uyumsuz görünse de bu sistemler bir bütün olarak varlığını sürdürmektedir. Bu katmanların herhangi bir zaman diliminde herhangi bir fenomene istinaden aktive olması ile birlikte görünür tablo tamamen değişebilmektedir. Bir yangının başlangıcı bir kıvılcım olduğu gibi aynı ateşi su söndürebilmektedir. Bu da insanın ruhsal yapısının bireye özgü göreceli bir yapı olduğunu göstermektedir. Bu yapı zamana, mekâna ve şartlara göre her an değişebilen, uyum sağlama yeteneği olan ve farklılaşan bir yapıdır. Bu bizlere muğlâklık, müphemlik, sınırsızlık ve karmaşayı çağrıştırsa bile değişebilen dinamik yapı değişebilmeyi, müdahaleyi, düzenlemeyi ve tedaviyi mümkün kılmaktadır. Bu da bizim kazancımızdır. İnsan etkileyen ve etkilenen bir varlıktır.
 
Üst Alt