Psikanalizm ekolüne göre; insan, id´in (ilkel ben) doyumuna yönelik bir yaşam enerjisiyle dünyaya gelir. İnsanın doğasında temel olan bu güç, yaklaşık üç yaşına kadar insan yaşamındaki temel belirleyicidir. İnsanın ilk sosyalleşme belirtilerini göstermeye başladığı 3 yaşına kadar belirleyici olan bu temel güç 3 yaşından itibaren soyut işlemler (11-12 yaş) dönemine kadar etkisini giderek azaltır ama yok almaz. 3 yaşından itibaren sosyal çevresinin farkına varan (bilişsel ve duyuşsal olarak) bireyde süperego (vicdan, üstben) ve ego (mantık, ideal ben) oluşur. Süperego id´in aksine bireyin vaziyet alışlarını başkalarına göre (kanun, düzen, kültür, aile, anne-baba ...vb.) belirlemesini sağlar. Ego ise, süperego ile id arasında bireyin yaşantılarını düzenleyen, karar verici mekanizmadır. Bu bağlamda, psikanalizm ekolüne göre; ruh sağlığı id ile süperego arasındaki dengenin sağlanması durumudur. Bireyin id ile süperego arasında denge kurulmasını sağlayan ego; hakemdir. Ego´nun hakemliği bazen id´den yana bazen süperego´dan yanadır. Ego tek başına karar verici mekanizma değildir. Evlilik hazırlığı içindeki bir insanın nasıl bir düğün yapacağına, çoğunlukla kültürden dolayı süperego, egonun desteğini alarak karar verir. Ama diğer yandan, birey açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, id hırsızlığı ego´nun desteğini alarak yapabilir. Görüldüğü gibi ruh sağlığını id ile süperego arasındaki denge kurma süreci olarak açıklamak her zaman yerinde bir tutum değildir (Kılıçcı, 1989; Geçtan, 1981; Uğurel-Şemin, 1979; Cüceloğlu, 1991; Ataç, 1991).
Davranışçı yaklaşıma göre; birey doğuştan getirdiği refleksleri çevre ile uyumlaştırma çabası içindedir. Çevreden bireye yansıtılan vaziyet alışlar, çoğunlukla ya cezalandırma ya da ödüllendirme amacına yöneliktir. Bireyin çevre ile uyumunda ise, çevresinde gördüğü uyarıcıların, vaziyet alışların uygun örnekler olup olmaması büyük önem taşır. Bireyin çevresinde gördüğü uygun örnek vaziyet alışlara uyum gücü, onun ruh sağlığının da bir ölçütüdür. Bireyin çevresinden aldığı uyaranlara karşı uyum düzeyi düşükse, ruh sağlığında da sorun var demektir (Kılıçcı, 1989; Geçtan, 1981; Uğurel-Şemin, 1979; Atkinson Vd., 1995). Bunu bir örnekle açıklamak, ruh sağlığını betimlememizi kolaylaştırabilir. Bir öğretmen olarak görev aldığımız okulda; müdürden müstahdeme kadar herkesin şiddet filmlerini aratmayacak bir yoğunlukla öğrencilere şiddet uyguladığını varsayalım. Bu durumda şiddeti onaylamayan bir tutumla hareket eden öğretmen çevresel uyarıcılara uyum sağlamada güçlük çekecektir. Bu durumda, öğretmenin ruh sağlığından şüphe mi etmemiz gerekir?
Hümanizma yaklaşımına göre, insan doğuştan iyi, doğru amaca yönelmiş, özgür, değerli bir varlıktır. İnsan yaşamının amacı da kendini gerçekleştirme, sınırlarını keşfetme ve yaşamı anlamlandırma çabasıdır. Bu ruh sağlığı belirtisi, bunun tersi ise ruh sağlığının bozulduğuna işarettir. Doğuştan iyi olan bireylerin birer katile, demogoga, dolandırıcıya dönüşmesini neyle açıklamak gerekir? Bir diğer taraftan ruh sağlığı, acaba doğumdan a priori olarak sahip olduğumuz bir nitelik midir? İnsanın yaşamı anlamlandırma çabası kendini gerçekleştirme ise; bunu kim ve nasıl yapacaktır? Görüldüğü ruh sağlığı kavramı burada da içi yeterince doldurulamayan bir kavrama dönüşmektedir.
Varoluşçu yaklaşıma göre; insan bütün varlıkların içinde tek, eşsiz olan yegane varlıktır. Yaşam anlamsız bir hiçliktir. İnsanın keşfetmesi gereken şey, bu hiçliktir. Bu açıdan, yaşamakla ölmek arasında çok fazla bir fark yoktur. Ya da insan ölmek için yaşar. Anlamlandırılması gereken de yaşam değil, ölümdür (Kılıçcı, 1991; Maggee, 1979; Akarsu, 1979). Bu bağlamda, varoluşçulukta, diğer yaklaşımlardan tamamen farklı bir ruh sağlığı kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu da şudur: ruh sağlığı yerinde insan yaşamın hiçliğini fark edebilen insandır. Yaşamın hiçliğini anlamlandırma, ruh sağlığı kavramını açıklamaktan uzak görünmektedir. Ancak, varoluş felsefesinde temel iki yaklaşımın olduğunu da unutmamak gerekir. Buna göre; birinci yaklaşım; kötümser bakıştır: Bunu temsil etme onuru Heidegger´e aittir. O şöyle der: Ölüm olduğuna göre yaşamın anlamı nedir? (Maggee, 1979). İkinci yaklaşıma göre; madem eninde sonunda herkes ölecek, o zaman yaşamı olabildiğince güzelleştirmeli ki; ebedi son gelip çattığında, korkmadan, pişmanlık duymadan ölebilmeli. Ruh sağlığı yerinde insan, ölümle de barışık olması gerektiğini bilen insandır.
Yukarıda temel yaklaşımları göre ele alınan ruh sağlığı kavramı, ne bunların birisi ne de bunların hepsidir. Ruh sağlığı, bireyin kendi yaşantısı üzerinden (başkalarının yaşam alanına müdahale etmeden) inandığı genel geçer kabul görmüş normlar çerçevesinde iç dengesini bulma sürecidir. Öyle ise, burada yapılması gereken şey; her bireyin bunu nasıl gerçekleştireceğine ilişkin bir sistematik geliştirmektir.
Ruh sağlığı yerinde insanın iki temel özelliği
1.Kendini Tanır:
İnsanın kendini tanıması ne demektir? Kuşkusuz bu, insanın kimlik bilgilerinin dökümünü yapması demek değildir. Ya da özgeçmişini hiçbir hata yapmadan kronolojik olarak sıralaması demek değildir. Bir insanın kendini tanıması; kendisine ilişkin olumlu ve olumsuz fiziksel, duyuşsal ve bilişsel özellikleri ile betimleyebilmesidir. Bu betimleme, bireyin kendisini tanıma noktasında atması gereken ilk adımdır. Şimdi sorulması gereken soru: bu adımın ne zaman atılabileceğidir? Normal şartlarda birey, doğduğu andan itibaren, sağlıklı ve mutlu bir sosyal çevrede büyümüş ise, kendini tanıma yönünde verileri de toplamaya başlamış demektir. Biriktirilmiş olan bu bilgiler; ergenlikte, bilişsel ve duyuşsal değişimle birlikte, bireyin kendisine sorduğu (neredeyse içgüdüsel olarak) "Ben Kimim" sorusuyla birlikte ortaya çıkmaya başlar. Sağlıklı bir sosyal çevreden gelen birey, bu noktadan itibaren başlangıçta farkında olmadan kendisini tanımaya başlar. Sağlıklı bir sosyal çevreden gelemeyen birey ise, bu soruya cevap vermeye korkar. Çünkü; daha önceki yaşantılarında kazanması gereken özgüven duygusu, kendisinden şüphe etmesine yol açar. Bu nedenle de; "ben kimim" sorusunun cevabını başkalarında arar. Aldığı cevaplara göre, rolünü ve konumunu belirler. Kendi sorusunu başkalarının cevapları ile biçimlendirdiği için de, kendini tanıma yönünde ilerleme sağlayamaz. Ve gelecekte ortaya çıkacak olan, ruh sağlığı bozukluğu ile ilgili koşullarda bu aşamadan itibaren oluşmaya ve birikmeye başlar.Sağlıklı sosyal çevreden gelen birey ise, zor da olsa "ben kimim" sorusuna kendi cevaplarını oluşturur. Cevapları yetersiz bile olsa, birey şunu öğrenecektir. Ben evreni temsil etmiyorum. Evrenin değerli ve önemli parçasıyım.
Şimdi; kendini tanıma sürecini basit bir örnek üzerinden betimleyelim. Bir insan, kendine ilişkin fiziksel, bilişsel ve duyuşsal olumlu olumsuz özelliklerini şöyle betimlemiş olsun:
Olumlu ÖzelliklerimOlumsuz ÖzelliklerimFizikselUzun boyluyumBurnum büyükEllerim küçükYüzümde sivilceler varGözlerim güzelSaçlarım çok kıvırcıkBoy-kilo oranım idealŞişmanımSağlıklı bir bedenim varKolay hastalanırımBilişselMatematikte başarılıyımYeterince zeki değilimMantıklı düşünürümDersleri zor anlıyorumBir konuyu bir okumada anlarımParçadan hareketle bütünü anlayamamSoyut düşünme becerilerim gelişmiştirSoyut şeyleri anlayamam.DuyuşsalSabırlıyımÇabuk sinirlenirimUysalımSaldırganımBağışlayıcıyımMükemmeliyetçiyimEstetiğe düşkünümEstetik yönüm zayıfEmpati kurabilirimYeterince duyarlı değilimYukarıdaki basitleştirilmiş olarak verilen betimlemeyi yapan bir insan, olumlu ve olumsuz özelliklerini keşfettikten sonra; olumsuz özelliklerini önce nötr (kendine başkalarına zarar vermeme noktasında çekimser) sonra da olumluya çevirmeye çalışmalıdır. Olumlu özelliklerini daha da geliştirilmelidir. Ya da diğer bir deyişle olumsuz özelliklerini azaltmalı, olumlu özelliklerini artırmalıdır.
İnsanın bütün çabalarına rağmen; olumsuz özellikler her zaman azaltılamayabilir, olumlu özellikler de geliştirilemeyebilir. Bu nokta da yapılması gereken bireyin kendini olumlu ve olumsuz özellikleriyle kabullenmesidir. Kendini olumlu ve olumsuz özellikleri ile kabullenen birey kendisiyle barışık ve kendini seven insandır. Kendini kabullenen birey, başkalarını da, daha kolay kabullenebilir, kendini seven insan başkalarını da sevebilir, kendisi ile barışık insan, başkalarıyla da barışıktır.
2.Ruh sağlığı yerinde insan sorunlarıyla baş edebilir.
Bireyin sorunlarıyla baş edebilmesinin yolu; şu sistematiğe uygun olarak sorunlarını çözmeye çalışması ile mümkündür:a-Sorunun kaynağını bulma
b-Sorun çözülünceye kadar geçici çözüm yolu bulma
c-Sorunu çözmede planlama yapma
d-Sorunun çözümü. Sorun çözülmez ise tekrar başa dönme
e-Sorunla yaşamayı öğrenme.
Şimdi yukarıda yer alan sistematiği bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki; bisiklet sürerken düştük ve ayağımız kırıldı.
a-Sorunun kaynağı: bisikletten düştüğüm için ayağımın kırılması.
b-Geçici çözüm yolu: ayağım iyileşinceye kadar alçıda kalması.
c-Ayağım alçıda iken iyileşinceye kadar kalkıp otururken yürürken yavaş hareket etmem ve dikkatli olmam.
d-Sorunun çözümü: öngörülen sürede ayağım iyileşir ya da iyileşmez. İyileşmiş ise sorun çözülmüştür. Çözülmemiş ise, tekrar başa dönmem sorunun kaynağını bulmam ya da yeniden gözden geçirmem gerekir. Ayağımdaki kırık, yanlış yerde tespit edilmiş olabilir. Alçı istenilen niteliklerde yapılmamış olabilir. Öyle ise yeniden çözüm sürecini baştan başlayarak uygulamam gerekir. Eğer bu ve buna benzer denemelerden de çözüm oluşmazsa; sorunla yaşamayı öğrenmem gerekir.
Yukarıdaki örnek basit ve yüzeyseldir. Çünkü bu fiziksel bir sorundur, somuttur, sorunun kaynağını bulmak kolaydır. Ama sosyal yaşamda bütün sorunlar bu kadar kolay betimlenemez. Çünkü; sosyal yaşamdaki sorunlar birbirini tetikler. Bunu bir örnekle açıklamak daha yerinde olur.
20 yaşlarında bir üniversite öğrencisi mutsuz ve hiçbir şeyden zevk almamaktadır. Bunun sebebi olarak da yanlış bölümü tercih etmesi ve okumak zorunda kalmasını göstermektedir. Sorun çözme hiyerarşisi açısından çözümleme yapalım.
a-Bu sorunun temel kaynağı gerçekten de öğrencinin yanlış bölüm tercih etmesi midir? Ülkemizde, rehberlik sisteminin bireyin ilgi ve yeteneklerine uygun olarak yönlendirme yapamadığı bilenen bir gerçektir. Öyle ise, öğrenci gerçekten yanlış bölümde okuyup okumadığını betimleyemez. Bir diğer nokta, öğrenci üniversite tercih formundaki sıralamayı nasıl bir süreçle belirlemiştir. Tercik ettiği üniversite ve bölümleri görmüş müdür? Bu bölümlerden mezun olanların istihdam olanaklarını öğrenmiş midir? Üniversiteye kafasındaki hangi beklentilerle gelmiş ve beklentilerinin ne kadarını bulabilmiştir. Anne-babası tercihlerini etkilemiş midir? Bütün bu soruların cevaplarını betimledikten sonra ancak, birey gerçekten de yanlış bölümde okuyup okumadığına karar vermelidir.
Görüldüğü gibi daha işin başında, sorunun kaynağını bulmada karşımıza güçlükler çıkmaktadır. Öyle ise, öğrencinin sorun olarak gördüğü şeyin, gerçekten de sorun olduğunu anlayabilmek için uzman yardımına gereksinim vardır. Ama biz şimdilik; buradaki sorunun öğrencinin yanlış bölümü tercih etmesi ve o bölümde okumak zorunda olması olarak kabul edelim.
b-Geçici çözüm yolu ne olacaktır. Standart bir geçici çözüm yolu yoktur. Her bir birey ve sorun algısı farklı olduğuna göre; üretilecek geçici çözüm yolu da, bireyin karakteristiklerine uygun olacaktır. Bireyin ekonomik durumu, ailenin bireye karşı vaziyet alışları, bireyin zihinsel aktivite gücü, kendine ilişkin benlik algısı...vb. bireyin geçici çözüm yolunu bulmasını da etkileyecektir. Bu öğrencinin ekonomik olarak kaygısız, aile tarafından aldığı kararları desteklenen biri olduğunu varsayalım. Öyle ise, birey okumak istemediği bölümü bırakıp, yeniden sınava girebilir ve isteğine uygun bir bölüm kazanabilir. O zaman yeni bir bölüm kazanıncaya kadar, mevcut duruma tahammül etme geçici çözüm yolu olacaktır.
c-Birey, amacına ulaşabilmek, sorununu çözmek için bir planlama yapmalıdır. Üniversite sınavına girmek her geçen gün giderek zorlaşmaktadır. Öyle ise, yeniden sınava hazırlanmak için bir takım etkinlikler ve planlamalar yapacaktır. Bunu yapması için, mevcut memnun olmadığı bölümünü fiili olarak bırakacak mı, yoksa bir yandan da ona devam mı edecek? İşte bir zorluk daha... Sınav sonucu istediği üniversite ve bölümü kazanamazsa, mevcut olanı da kaybetmiş olma riski doğmuş olacak. Öyle ise mantıklı olan, bir yandan üniversite sınavına hazırlanırken, bir yandan da okuduğu bölüme olabilecek en minimum düzeyde de olsa, devam etmesi olacaktır. Ve bu karar alındıktan sonra da, kararlılıkla devam ettirilmelidir. Bunun için de, bireylerin kararları kendi başına alması gerekmektedir. Sorumluluğu üstlendiğinde, proje gerçekleşmediğinde kendi ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Aksi durumda, yine birilerine suçu atmak ve suçlamak gibi bir savunma mekanizması kullanacaktır.
d-Çözüm. Öğrenci sınava girer. Ya kazanacak ya da kaybedecektir. Kazandığında sorun çözülmüş olacaktır. Ya kazanamadığında....
Bireyin önünde iki yol vardır. Ya bir sonraki basamağa geçip sorunla yaşamayı öğrenecek ya da tekrar başa dönüp, süreci yeniden yaşayacaktır.
e-Sorunla yaşamasını öğrenme. Birey, sorun çözülmediğinde sorunla yaşamasını öğrenmelidir. Sorunla yaşamasını öğrenmek, bireyin sorunun altında ezilmemesidir. Sorunu kabullenmesidir. Sorunla yaşamasını öğrenen birey, sorundan dolayı, bazı yaşamsal aktivitelerini yerine getiremiyorsa; başkalarından destek alarak yaşamasını öğrenir. Bundan dolayı hüzün duyabilir ama acı çekmez. Örneğin, bir kolunu sonradan kaybeden birey; iki kolla yapılması gereken aktivitelerden kaçınır. Ya bu tür aktiviteleri yapmak için yardım almayı kabullenir. Psikolojik sorununu çözememiş bir insan, düzenli aralıklarla Psikiyatriste gitmeyi kabullenir.
Görüldüğü gibi, sosyal yaşamda, en önemli olan şey gerçekten de, sorun olarak görülen şeyin, sorun olup olmadığıdır. Bunun yolu da, sorunun kaynağını betimlemekten geçmektedir.
Ruh sağlığı yerinde insanın yukarıda betimlenen iki unsura, işlevsel olarak sahip olması, ona, şunu öğretecektir. BEN MÜKEMMEL DEĞİLİM. VE BEN MÜKEMMMEL OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLİM. Bu algıya kavuşan insan karşısındakini de mükemmeliyetçilik düzeyinde betimlemekten vazgeçecektir. Karşısındakini mükemmellik düzeyinde algılamaması gerektiğini öğrenen birey; hataları da daha kolay bağışlayacaktır. Ruh Sağlığı Yerinde İnsanın Yaşama Yansıyan Özellikleri
Yukarıdaki süreçten geçen birey aşağıda betimlenen özelliklere (az veya çok) sahiptir. Bunu bir tamlık olarak algılamamak gerekir. Birey aşağıda betimlenen özelliklerin bazılarına sahip olabilir bazılarına da sahip olmayabilir. Ruh sağlığı, sahip olunan özelliklerin bir toplamı değil, yukarıda yer alan iki niteliği (kendini tanıma, sorunlarla baş etme) yaşamına uygulayabilmesi ile ilgili olarak düşünülmelidir. Öyle ise, ruh sağlığı bir statü durumu değil, yaşamın akışkanlığı içinde ruh sağlığı mekanizmasını kullanabilme yeterliliğine sahip olabilmektir.
Bu kısa girişten sonra ruh sağlığı yerinde insanın, yaşama yansıyan özelliklerini betimleyebiliriz:
Özgüven sahibidir. Özgüven nedir? Özgüvenin iki temel boyutu vardır: "sevilebilir olma duygusu" ve "yeterli olma duygusu" (Humphreys, 1999). Ruh sağlığı yerinde insan kendisini de başkalarını da sevmesi gerektiğini bilir. Ruh sağlığı yerinde insan kendi kendine yetmesi gerektiğini bilir. Bunun içinde; Ruh sağlığı yerinde insan, sınırlarını belirler. Neyi, ne zaman, nasıl ve niçin yapacağını bilir. Sevilmeye değer özellikleri olduğu gibi, başkaları tarafından onaylanmayan özelliklere sahip olabileceğini de bilir. Eğer başkaları tarafından onaylanmayan özelliklerini, olumsuz özellikleri olarak görüyorsa, bunları olumluya dönüştürmeye çalışır. Başkaları tarafından onaylanmayan ama bireyin olumlu olarak algıladığı özellikleri varsa; kendini değiştirmek zorunda hissetmez hatta bu özelliklerini de korumak ve geliştirmek için özen gösterir. Çünkü; yaşam başkalarının vaziyet alışlarına göre biçimlendirilmeyecek kadar özel ve değerlidir. Bu özellikler başkasına zarar vermeyen, iyiyi temsil eden nitelikler ise; birey bunlardan dolayı, başkaları onaylamıyorsa bile mutsuz olmaz.
Örneğin, herkesin işini çözmek için yaygın olarak kabul görmüş "torpil" arayışına girdiği bir dönemde; torpil yapmayı da, torpil aramayı da reddeden bir bireyin davranışı; yakın çevresinden başlayarak, onaylanmayabilir, hatta şöyle bile denilebilir: "Memleketi sen mi kurtaracaksın?" Özgüven sahibi birey, herkes onaylamasa bile iyi bir niteliğe sahip olduğunu bilir ve şöyle cevap verebilir: "inandığım ilkelere göre yaşamaya çalışıyorum. Eğer bir "kurtarma" eyleminden bahsedilecek ise, o da birey olarak sadece kendimi kurtarabildiğimdir. Hiç kimseyi değiştirmeye ya da kurtarmaya çalışmıyorum ve benim gibi davranmayan başkalarını da değersiz görmüyorum. Ama insan isterse yüreği ve aklı ile iyiyi bulabilir, yeter ki arasın. " Özgüven sahibi insan kendine olduğu gibi başkalarına da güvenir. Kendi yeterlilik ve yetersizliklerini bildiği gibi, başkalarının da yeterlilik ve yetersizliklerini betimleyebilir.
Özeleştiri ve Eleştiri yapabilir. Tanzimat´la birlikte düşün dünyamıza giren bir kavramdır eleştiri (tenkid); ancak Osmanlı eleştirmemiş "şerh" etmiştir. Uzun yıllar eleştiri kelimesi yerine kullanılan "tenkid" kavramının kökenine gidildiğinde, bu kavramın "gagalamak, ayıplamak, kusurunu göstermek" anlamına da geldiği görülmektedir. Ve bu anlayış neredeyse günümüze kadar devam ede gelmiştir (Uçan, 2003). Bu yüzden de; toplumumuzda eleştiri hep korkulan bir şey olmuştur. Çünkü; eleştiriden hep olumsuzu anlamışız ve bu nedenle de özeleştiri mekanizması da oluşmamıştır. Eğer, yukarıdaki eleştiri mekanizması kendimizi de kapsasa; yaptığımız tek şey özeleştiri adına, kendimizi aşağılamak olurdu. Bu ise, insanın kendi iç dengesini bozmaktan başka işe yaramazdı. Öyle ise, bizde özeleştirinin olmaması, eleştirinin de olmamasının bir sonucudur. Ya da bir diğer söyleyişle, eleştiri başkasının kusurlarını bulmak, kötülemek, olumsuzlarını öne çıkarma çabası ise, insanın kendisini eleştirmemesi de (özeleştiri) doğal bir sonuç olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ruh sağlığı yerinde insan, öncelikle kendisini sonra başkalarını eleştirir. Eleştiriye kendisinden başladığı için, eleştirisi yıkıcı değil yapıcıdır. Yargılayıcı, yok edici değil besleyicidir. Kendini ve başkalarını eleştirirken olumlulardan başlaması gerektiğini bilir. Sokakta gereğinden fazla oynayan çocuğa; bunu anlatmanın yolu, önce onun sokaktaki aktivitelerini ne kadar ustalıkla yaptığını söylemek ama sonra da, geç saatlere kadar sokakta oyun oynamanın yanlışlıklarını anlatmak olmalıdır. Olumsuzdan başlamak yıkıcı ya da yargılayıcı eleştiri, olumlulardan başlamak, besleyici ya da olumlu davranış ve tutum kazandırma eleştirisidir. Bizde, genellikle eleştiriden anlaşılan, karşımızdaki insanı yargılamaya yönelik, sadece olumsuzları betimleyen hastalıklı bir tutumdur. Üniversitedeki "Eğitim Psikolojisi (Gelişim Ve Öğrenme)" dersimde, eleştiri kavramı üzerine yapılan irdelemelerde; çoğu öğrencinin olumlu betimlemeleri eleştiriden saymadıklarını ve bunu ortaöğretim kurumlarındaki derslerinden (genellikle Türkçe) öğrendiklerini ifade ettiklerine yıllardır tanık olmaktayım. Üniversiteye kadar bu anlayışla gelen öğrencinin bu önyargısını yıkmanın çok zor olduğunu söyleyebilirim.
Kendisini eleştiremeyen başkalarını da tutarlı bir şekilde eleştiremez. Çoğunlukla, özeleştiri mekanizmasından yoksun olan bireyler, kendilerini mükemmel olarak algılayan bireylerdir. Kendi hatalarını göremezler. Ya da hatalarını örtmek için savunma mekanizmalarına başvururlar. Ama aynı şeyi, karşılarındaki insanlara uygulamazlar. Onların da mükemmel olmasını beklerler. Hata yaptıklarında ise, kendileri için geliştirdikleri savunma mekanizmalarını, karşılarındaki insanlar için kullanmazlar. Eleştiri adı altında yok edici, yargılayıcı eleştirilerde bulunurlar. Bu da, sağlıklı insan ilişkilerinin (genelden özele kadar) oluşmasını engeller. Kendi benlik sınırlarını çizemedikleri için başkalarının da benlik sınırlarını ihlal ederler. Başkaları adına düşünmeyi ve karar almayı, hakları gibi görürler ve bunlara uyulmasını beklerler. Bu tür insanlar, bir kurumda statü elde ettiklerinde, kurumsal gelenekleri değil, kendi algılarını kurumun felsefesi haline getirirler. Ülkemizde kurumlardan önce insanların gelmesinin temel nedenlerinden birisi; özeleştiri-eleştiri mekanizmasına sahip olunmamasıdır.
Sabırlıdır. Ruh sağlığı yerinde insan olgu ve olaylar karşısında düşünmeden harekete geçmez. Öncelikle, olgu ve olayı yeterince, bütün boyutları ile algılayıp algılayamadığını anlamak için bekler, sabreder. Sonra da harekete geçer. Ergenlik çağındaki çocuğu eve geç kaldığı için endişelenip üzülen bir anne-baba; çocuğu kapıdan içeri girer girmez şöyle derse; "bu saate kadar neredeydin; sorumsuz, bencil çocuk" ve çocuk şu cevabı verirse: "bir arkadaşım kaza geçirdi, acil servise götürdük, telaştan haber veremedim. Ne yazık ki arkadaşım öldü". Böyle bir cevapla karşılaşan bir anne-baba kendisini nasıl hissedecek ve kendini nasıl bağışlatacak. Oysa biraz daha sabredip, neler olduğunu öğrenmeye çalışsaydı. Çocuğun yaşamının sonuna kadar unutamayacağı bir acının yanına, anne-babası ile ilgili bir olumsuz tutum da katılmamış olacaktı.
Bütün yaşamımız boyunca, hep bir yerlere yetişme telaşı içindeyiz. Hep acelemiz var. Oysa, hızla geçip gittiğimiz yollardan, evlerden, insanlardan elde edeceğimiz bir sürü güzelliği; sabırsızlığımız ve aceleciliğimiz yüzünden, güzellikleri göremeden yaşamı geçiştiriyoruz.
Hoşgörülüdür (bağışlayıcıdır). Ruh sağlığı yerinde insan hoşgörülüdür. Kendini tanıdığı için başkalarını da daha kolay tanır. Kendisi nasıl mükemmel değilse, olmak zorunda da değilse; başkaları da mükemmel değildir ve olmak zorunda da değildir. Kendisini mükemmel algılayan insanlar, başlarının da mükemmel olmasını bekler ve hataları bağışlamayı beceremezler. Oysa, kendi hatasını görebilen ve kendisini bağışlayan insan başkalarını da daha kolay bağışlar.
Hoşgörü başkasına göstereceğimiz bir özelliğimiz değildir. Hoşgörü kendimize göstereceğimiz bir özelliğimizdir. Kendini hoş görmeyi öğrenemeyen bir insan, başkasını da hoş görmeyi öğrenemez. Hoş görmeyi (bağışlamayı, bağışlanmayı) doğduğumuz andan itibaren, sosyal çevremizden öğreniriz. Kendi hataları ile yüzleşerek, kendini bağışlayan yetişkinler (annemiz, babamız, kardeşimiz, akrabalarımız, öğretmenimiz, sosyal önderlerimiz) bize de; farkında bile olmadan hoşgörüyü öğretmiş olurlar.
Mizah yönü gelişmiştir. Ruh sağlığı yerinde insan gülmesini ve güldürmesini de bilir. Ama öncelik kendisinden yanadır. Kendisi gülmeyenin, başkalarını da güldüremeyeceğini bilir. Bu nedenle de; kendisi ile de başkaları ile de alay etmez. Kendini "ti"ye alabilir. Kendi yaptıklarına gülebilir. Kendi yaptıklarına gülebilen, başkalarında da neye, ne zaman gülebileceğini bilir. Çoğu insanın sokakta düşünce (çoğunlukla kışın) başkaları tarafından alaya alınıp, gülme krizlerine girildiğini çok gördüm. Düşenlerin ise gülemediklerini çünkü canlarının acıdığını gördüm. Öyle ise insan, kendinde gülemediğine, başkalarında da gülmemelidir. Çünkü bu, alaya almak, küçümsemek gibi algılanır. Düşen bir insanı gördüğümüzde yapmamız gereken şey, öncelikle kalkmasına yardım etmek olmalıdır.
Objektiftir. Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylara objektif yaklaşır. Çünkü, evrenin merkezinde olmadığını bilir. Çevresinde gördüğü insanlara ilişkin değer yargılarında, olgu ve olayları bir yönü ile almaz. Bir çok noktadan olgu ve olayı ele alarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Diyelim ki; birisi bize gelmiş ve şöyle söylemiş olsun: "... insanlar, senin çok sert, asık suratlı, sevimsiz, insanların iyiliğini istemeyen ruh sağlığı bozuk biri olduğunu konuşuyor". Böyle bir betimleme ile karşılaşan her insanın ilk algıladığı şey; elbette ki üzüntüdür. Ama objektif insan, vaziyet alışlarını hemen oluşturmaz. Anlamaya, neden diye sormaya çalışır. Gerçekten söylenip söylenmediğini, ne zaman, nerede ve nasıl söylendiğini anlamaya çalışır ve ondan sonra vaziyet alışlarını belirler. Bunun dışında; hiç umursamaz ve "yüzüme söylendiği zaman ancak açıklama yaparım" deyip kestirip atabilir. Görüldüğü gibi, objektif insan, olgu olayları kendini merkeze alarak çözmeye ya da anlamaya çalışmaz.
Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylar karşısında işine geldiği gibi yorumlar yapmaz. Kendini mutlu etse de etmese de, onaylansa da onaylanmasa da, olgu ve olayları rasyonel olarak anlamaya çalışır. Örneğin, İsrail-Filistin çatışmasında dinsel kimliği ile değil, hakkaniyet ve insanlık noktasında olgu ve olayları değerlendirir. Hatayı kim yapıyorsa yapsın, duygularını bir kenara bırakarak eleştiri yapmasını bilir. Sokrates´e atfedilen aşağıdaki konuşma, insanın nasıl objektif olacağına ilişkin güzel bir örnektir:
Eski Yunan´da, Sokrates bilgiyi saklaması nedeniyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün büyük filozof bir tanıdığına rastladı ve adam ona "Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?" dedi.
"Bir dakika bekle" diye yanıt verdi Sokrates.
"Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir testten geçirmek istiyorum. Buna ´Üçlü Filtre Testi´deniyor."
"Üçlü Filtre?"
"Doğru" diye devam etti Sokrates. "Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir düşünce olabilir. ´Üçlü Filtre Testi´ dememin nedenini birazdan anlayacaksın. Şimdi birinci filtre, ´Gerçek Filtresi´. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
"Hayır" dedi adam. "Aslında bunu yalnızca duydum ve..."
"Tamam" dedi Sokrates. "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, ´İyilik Filtresi´. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?"
"Hayır, tam tersi..."
"Öyleyse" diye devam etti Sokrates, "Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. ´Yararlılık Filtresi´. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
"Hayır, pek değil."
"İyi" diye tamamladı Sokrates. "Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana niye söyleyesin ki?"
Ruh sağlığı yerinde insan; üçlü filtre testini yaşamının her alanında (aile yaşamında, kamusal yaşamda, günlük ilişkilerden politik ilişkilere kadar) kullanmalıdır.
Kıskanç değildir. Ruh sağlığı yerinde insan kıskanç değildir. Çünkü; kıskançlık, kendinde olmayanı, hakkı olmadığı halde istemektir. Çoğunlukla; imrenmek ve kıskanmak birbirine karıştırılır. Ruh sağlığı yerinde insan imrenir ama kıskanmaz. İmrenen insan; keşke der... Örneğin, Ali´nin çok güzel bir arabası var, keşke benimde olsa... Böyle hissetmek ne başkasına ne de bize zarar verir. Ama kıskançlıkta durum tersinedir. Kıskançlık bize de başkasına da zarar verir. Örnek: "Ayşe Ali´nin arabası ne kadar güzel; acaba o arabayı nasıl aldı. Zaten Ali karanlık işlerle uğraşır durur." Burada görüldüğü gibi süreç üç kişi arasında geçiyor. Ve üçüne de zarar veriyor. Ve sürece güvensizlik egemen...
Bizim kültürümüzde; "seven kıskanır" gibi anlamsız bir kalıp yargı vardır. Seven kıskanır mı? Yoksa seven özgüven duygusuna sahip olmadığı için, karşısındakine güvenmez mi? Bana, sanki bu kalıp yargının altında güvensizlik var gibi geliyor. Bir diğer açıdan, genellikle bu tür bir anlayış ergenlik döneminde ve ilk gençlik dönemlerinde görülür. Bunun da nedeni; bireyin henüz kendisini tanımaması ve bu yönde çaba harcamamış olmasıdır.
Önyargılı değildir. Latince kökenli önyargı (praejudicium) Antik yunandan günümüze kadar değişerek gelen bir terimdir. Bugün bu terimi; sosyal psikoloji şöyle tanımlamaktadır: çoğunlukla bir gruba ya da onun üyelerine yönelik haklılığı kanıtlanmamış tutum (Harlak, 2000).
Yaşama gözümüzü açtığımız ilk andan itibaren; yoğun bir uyarıcı bombardımanın etkisine gireriz. Bu yoğun uyarıcı bombardımanı; zamanla uyarıcılara alışarak, uyumlaşmamızı sağlar. Bütün uyumlaşma süreci ön yargılarımızı da oluşmasına sağlar. Örneğin; doğduğu andan itibaren belirli bir ideolojik çevre içinde yaşayan insanlar; yetişkin olduklarında, uyarıcı bombardımanı altında oldukları ideolojik yargılar konusunda nesnel vaziyet alışlar sergileyemezler. Çünkü, bu ortamda taraf olunan ideolojik değer, bütün unsurları ile sürekli olumlulanmış, karşıt ideoloji ise, bütün unsurları ile olumsuzlanmıştır. Bu tür bir uyarıcı çevre içinde yetişen bireylerin kendi ideolojilerine ve karşıt ideolojilere karşı vaziyet alışları; önyargı düzeyinin ötesine geçememiştir. Bu nedenle, bizim toplumumuzda; ideoloji, yaşamı güzelleştirmede kullanılması gereken bir araç olarak değil; yaşama egemen olması gereken tanrısal bir amaç olarak algılanmaktadır.
Kültürel vaziyet alışlarımızı da; doğduğumuz andan itibaren içinde bulunduğumuz uyarıcılar belirler. Kız çocuklarının bir yetişkin olduklarında bile; bir birey olarak kendilerini algılayamamalarının nedeni; babanın vaziyet alışı ve annenin bu vaziyet alışı desteklemesidir. Oğlumuzun cinsel organını amcalara teşhir edip; kızımızınkini yok varsaymamız, bunun en tipik örneğidir. Bu, erkeğin kadından daha değerli olduğu gibi bir önyargının doğduğumuz andan itibaren kişiliğimizin bir parçası haline gelmesine neden olmaktadır.
Önyargılar, doğduğumuz andan itibaren ailede ve sonrasında (ne yazık ki) okul kurumunda oluşur. Ruh sağlığı yerinde olma; önyargılardan arınık olma çabası olduğuna göre; yapılması gereken şey; aile de ve okul da, çocuğun doğruları kendi aklı ile bulmasına olanak tanımak ve bu yönde desteklemektir.
Önyargı olumlu ya da olumsuz bir tutum olabilir. Her ikisi aynı oran da kişiliğimizi köleleştirir. A´ya ilişkin olarak bize doğduğumuz andan verilen uyarıcılar sürekli olumlu ise, A´ya ilişkin olarak her şeyi olumlu görmek gibi bir tutum kazanırız. Eğer A´nın mükemmel olduğuna tutum düzeyinde inanıyorsam; A´ya ilişkin en sıradan yanlışlama bile, beni mutsuz eder ve savunma mekanizmalarına başvururum. Aslında, A´yı savunmak gibi görünen bu tepki, aslında A´ya ilişkin oluşturduğum aitliğimi tehdit eden, dolayısıyla kişiliğimi örseleyen bir saldırıya karşı bilinçsizce ya da bilinç altında göstermiş olduğum bir tepkidir. Bunun farkında değilim. Kendini tanıma sürecinde bunun farkına varan birey, önyargılarından arınmak için çaba göstermeye, araştırmaya, okumaya, dinlemeye, anlamaya başlar. Bu, Ruh sağlığı yerinde insanın önyargılarından arınma savaşıdır. Ve bu, kendini tanıma sürecinin en zor cephelerinden biridir. Çünkü; bu cephe, toplum, gelenek, örf, hukuk, sosyal statü, aile, okul ve devlet tarafından sürekli bombardımana uğrar.
Hümanisttir. Ruh sağlığı yerinde insan; insanları (insanlığı) koşulsuz sever. İnsan değerlidir. İnsanın değerli olduğuna ilişkin herhangi bir ön koşul geliştirmez. Ön koşul geliştirmek, insanın farklı olduğu gerçeğini reddetmektir. Bir insanın, insanları koşulsuz sevmesi; kendiliğinden gelişebilecek bir şey değildir. İnsan, doğduğu sosyal çevre de, genel olarak insana ve insanlığa karşı bir olumlu tutum varsa, doğduğu andan itibaren bunu tutum düzeyinde, doğaçlama olarak öğrenir. Ya da, ergenlik döneminden itibaren kendini ve yaşamı sorgulamaya başladığında çevresindeki modellerin olumlu yönlendirmeleri ile insanlığa karşı olumlu tutum geliştirmeye başlar. Ancak, ikincisi zordur. Doğaçlama değildir. Bireyin bunu başarabilmesi, bunun üzerinde emek harcaması, zaman ayırması ile bağlantılıdır. İdeal olan; çocuğun doğduğu andan itibaren, ailenin, insanlığa karşı olumlu tutum sergilemesi ile kaynaşarak büyümesidir. Bunun için ailenin yapması gereken; insanlarla ilgili olumlu özellikleri öncelikle sergilemek, konuşmak ve teşvik etmektir.
Sorumluluk sahibidir. Ruh sağlığı yerinde insan sorumluluklarının bilincindedir. Sorumluluk onun kendine yüklediği bir roldür. Sorumluluklarını başkasının yüklemesini beklemez. Sorumluluklarının gerektirdiği etkinlikleri yapmak, onun için yaşamda nefes almak, yemek yemek gibi doğal bir fonksiyondur. Bu nedenle de, başkalarına sorumluluk yüklemekten kaçınır. Bu gerektiği zamanda, ne zaman nerede, kime, ne kadar sorumluluk yükleyebileceğini ayırt edebilir.
Sorumluluk sahibi olmanın en iyi yolu; çocuğa sorumluluk eğitimi vermektir.
Çocuk düzeyine uygun konuşmaları anlamaya başladıktan sonra yani ortalama olarak 1-1,5 yaşından itibaren, çocukla oynanan oyunlarla birlikte bu eğitim de başlatılabilir. Elbette ki buradaki eğitim kavramından yola çıkılarak; programlı, sistematik, planlı bir etkinlik anlaşılmamalıdır. Diyelim ki, çocuğunuzu biberonla besliyorsunuz, çocuk iç güdüsel olarak biberonu tutmaya çalışacaktır. Onun biberonu sizinle birlikte tutmasına izin vermeli ve bunu desteklemelisiniz. Bu çocuğun hoşuna gidecektir. Çocuğunuz, ayakkabısını tek başına giymeye çalıştığında, bunu destekleyin. Yanlışlıklarını nasıl yapılması gerektiğini anlatarak düzeltin. Sözcükleri anlayıp anlamaması, eylemi bir sonraki defada doğru yapıp yapmaması önemli değildir. Önemli olan; ondan bir şeyleri yapabileceğine ilişkin bir beklenti olduğunu anlayabilmesidir. Üstelik de, yanlış yaptığında da eğlenerek düzeltilebilen, takdir sözcükleri duyarak düzeltilebilen bir etkinlik ve oyun. Bu çocuk, düzenli ve istikrarlı bir doğal eğitim süreciyle birlikte zamanla sorumluluklarının bilincine varacak ve neyin sorumluluğunu alıp almayacağını da öğrenmiş olacaktır.
Paylaşımcıdır. Yaşamda; acının paylaşarak azalacağının, sevginin paylaşarak çoğalacağının farkındadır. Ancak, burada temel hedef bu değildir. Burada asıl önemli olan; kiminle neyi ne kadar paylaşacağının farkında olmaktır. Nasıl kendisinin benlik sınırları var ise, başkalarının da benlik sınırları olduğunun farkındadır. İlişkide olduğu bireylerle sosyallik derecesine göre; neyi ne kadar paylaşacağını bilir. Meslektaşları ile paylaşacaklarının, anne-babası ile paylaşacaklarından farklı olduğunu; çocukları ile paylaşacaklarının eşi ile paylaşacaklarından farklı olduğunu bilir.
Paylaşmayı öğreniriz. Bu doğamızda kendiliğinden olan bir şey değildir. Aynı şekilde paylaşmayı da öğreniriz. 2-3 yaşında bir çocuk düşünün: Annesi herhangi bir neden olmadan; çocuğun sevdiği oyuncaklarını ortadan kaldırıyor. Çocuk doğal olarak alışmış olduğu oyuncaklarının ortadan kaldırılmasına tepki gösterir. Ve Anne-baba şöyle cevap verir: "Bugün evimize ....teyze ile....amca gelecek, onların da seninle aynı yaşta bir çocukları var. Eğer, oyuncaklarını saklamasan, ....... bütün oyuncaklarını kırar, kaybeder, kendisinin olmasını ister." Çocuk, bu "gizleme operasyonuna" istemeye istemeye razı olur. Bir çocuk, paylaşmamayı böyle öğrenir. Ama sadece bununla kalmaz, güvenmemeyi de şüphe etmeyi de öğrenir. Diyelim ki, aynı çocuk, bu kez oyuncak gizlenen eve misafirliğe gitmiş olsun. Orada yapacağı ilk iş, saklanmış! olan oyuncakları aramak olacaktır. Çünkü; o sakladıysa başkaları da saklamıştır.
Çocuğumuzun ruh sağlığı oyuncaklardan daha değerlidir.
İyi bir dinleyicidir. Ruh sağlığı yerinde insan iyi bir konuşmacı olmanın ön koşulunun iyi bir dinleyici olmaktan geçtiğini bilir. Dinlenmeyi hak etmenin yolunun dinlemekten geçtiğini bilir. İnsan değerli olduğu için dinlenmeyi hak eden bir varlıktır. Bu nedenle de; dinleme etkinliğini gerçekleştirirken dinleyeceği içeriğin kendisini ilgilendirip ilgilendirmediğini, inanıp inanmadığını, sevip sevmediğini düşünmez. İnsan değerli ise, söyledikleri de değerli ve dinlenmelidir.
Çocukların, en büyük problemleri kendilerini dinleyecek büyükler arayıp bulabilmektir. Dinlenmeyen bir çocuk dinlememeyi öğrenecektir. Dinlemeyi bilmeyen bir çocuk konuşmayı da öğrenemeyecektir.
Çocuklarımızı dinlemek için zaman ayırmalıyız. Üstelik planlanmış bir zaman.
Empatik düşünür. Yaşanan olgu ve olaylara sadece kendi penceresinden bakmaz. Başkalarının yerine kendini koyarak olgu ve olayları anlamaya çalışır. Empati kurma becerisini kazanmış bir insan; insanı anlamada ve anlamlandırmada daha rasyonel ve daha yetkindir. Çünkü; yaşamın merkezinde, insanın kendisini görmesinin, bütün sorun ve çatışmaların kaynağını beslediğini bilir. Sorun ve çatışmaları çözmek istiyorsa, uzlaşmanın ve barışın yaşama egemen olmasını istiyorsa; empati kurması gerektiğini de bilir.
İletişimcidir. Ruh sağlığı yerinde insan, başkaları ile kolay iletişim kurar. Çünkü; iletişimi başlatmak için gerekli basit adımları bilir ve önemser. Sağlıklı bir sosyal iletişim; selamlama ile başlar. İş yerimize giderken, kapıdaki görevli ile "günaydın" ve "iyi akşamlar" diyerek selamlaşmamız, sosyal iletişimi başlatan en önemli anahtardır. Üstelik bunu yaparken; karşımızdakinin selamımıza karşılık verip vermeyeceğini düşünmeden, iletişimi başlatmamız gerekir. Ne yazık ki, bazı insanlar, selamlaşmayı karşıdakine endeksledikleri için, iletişim sağlıklı başlamaz ve sürmez.
Ruh sağlığı doğumdan ölüme kadar olan bir süreçtir. Bu, sürecin bazı noktalarında ruh sağlığı yönünde bazı iniş çıkışlar yaşanabilir. Süreklilik arz etmediği süreci, sorunlarının altında ezilmeyen insan ruh sağlığı yerinde insan olarak kabul edilmelidir.
Davranışçı yaklaşıma göre; birey doğuştan getirdiği refleksleri çevre ile uyumlaştırma çabası içindedir. Çevreden bireye yansıtılan vaziyet alışlar, çoğunlukla ya cezalandırma ya da ödüllendirme amacına yöneliktir. Bireyin çevre ile uyumunda ise, çevresinde gördüğü uyarıcıların, vaziyet alışların uygun örnekler olup olmaması büyük önem taşır. Bireyin çevresinde gördüğü uygun örnek vaziyet alışlara uyum gücü, onun ruh sağlığının da bir ölçütüdür. Bireyin çevresinden aldığı uyaranlara karşı uyum düzeyi düşükse, ruh sağlığında da sorun var demektir (Kılıçcı, 1989; Geçtan, 1981; Uğurel-Şemin, 1979; Atkinson Vd., 1995). Bunu bir örnekle açıklamak, ruh sağlığını betimlememizi kolaylaştırabilir. Bir öğretmen olarak görev aldığımız okulda; müdürden müstahdeme kadar herkesin şiddet filmlerini aratmayacak bir yoğunlukla öğrencilere şiddet uyguladığını varsayalım. Bu durumda şiddeti onaylamayan bir tutumla hareket eden öğretmen çevresel uyarıcılara uyum sağlamada güçlük çekecektir. Bu durumda, öğretmenin ruh sağlığından şüphe mi etmemiz gerekir?
Hümanizma yaklaşımına göre, insan doğuştan iyi, doğru amaca yönelmiş, özgür, değerli bir varlıktır. İnsan yaşamının amacı da kendini gerçekleştirme, sınırlarını keşfetme ve yaşamı anlamlandırma çabasıdır. Bu ruh sağlığı belirtisi, bunun tersi ise ruh sağlığının bozulduğuna işarettir. Doğuştan iyi olan bireylerin birer katile, demogoga, dolandırıcıya dönüşmesini neyle açıklamak gerekir? Bir diğer taraftan ruh sağlığı, acaba doğumdan a priori olarak sahip olduğumuz bir nitelik midir? İnsanın yaşamı anlamlandırma çabası kendini gerçekleştirme ise; bunu kim ve nasıl yapacaktır? Görüldüğü ruh sağlığı kavramı burada da içi yeterince doldurulamayan bir kavrama dönüşmektedir.
Varoluşçu yaklaşıma göre; insan bütün varlıkların içinde tek, eşsiz olan yegane varlıktır. Yaşam anlamsız bir hiçliktir. İnsanın keşfetmesi gereken şey, bu hiçliktir. Bu açıdan, yaşamakla ölmek arasında çok fazla bir fark yoktur. Ya da insan ölmek için yaşar. Anlamlandırılması gereken de yaşam değil, ölümdür (Kılıçcı, 1991; Maggee, 1979; Akarsu, 1979). Bu bağlamda, varoluşçulukta, diğer yaklaşımlardan tamamen farklı bir ruh sağlığı kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu da şudur: ruh sağlığı yerinde insan yaşamın hiçliğini fark edebilen insandır. Yaşamın hiçliğini anlamlandırma, ruh sağlığı kavramını açıklamaktan uzak görünmektedir. Ancak, varoluş felsefesinde temel iki yaklaşımın olduğunu da unutmamak gerekir. Buna göre; birinci yaklaşım; kötümser bakıştır: Bunu temsil etme onuru Heidegger´e aittir. O şöyle der: Ölüm olduğuna göre yaşamın anlamı nedir? (Maggee, 1979). İkinci yaklaşıma göre; madem eninde sonunda herkes ölecek, o zaman yaşamı olabildiğince güzelleştirmeli ki; ebedi son gelip çattığında, korkmadan, pişmanlık duymadan ölebilmeli. Ruh sağlığı yerinde insan, ölümle de barışık olması gerektiğini bilen insandır.
Yukarıda temel yaklaşımları göre ele alınan ruh sağlığı kavramı, ne bunların birisi ne de bunların hepsidir. Ruh sağlığı, bireyin kendi yaşantısı üzerinden (başkalarının yaşam alanına müdahale etmeden) inandığı genel geçer kabul görmüş normlar çerçevesinde iç dengesini bulma sürecidir. Öyle ise, burada yapılması gereken şey; her bireyin bunu nasıl gerçekleştireceğine ilişkin bir sistematik geliştirmektir.
Ruh sağlığı yerinde insanın iki temel özelliği
1.Kendini Tanır:
İnsanın kendini tanıması ne demektir? Kuşkusuz bu, insanın kimlik bilgilerinin dökümünü yapması demek değildir. Ya da özgeçmişini hiçbir hata yapmadan kronolojik olarak sıralaması demek değildir. Bir insanın kendini tanıması; kendisine ilişkin olumlu ve olumsuz fiziksel, duyuşsal ve bilişsel özellikleri ile betimleyebilmesidir. Bu betimleme, bireyin kendisini tanıma noktasında atması gereken ilk adımdır. Şimdi sorulması gereken soru: bu adımın ne zaman atılabileceğidir? Normal şartlarda birey, doğduğu andan itibaren, sağlıklı ve mutlu bir sosyal çevrede büyümüş ise, kendini tanıma yönünde verileri de toplamaya başlamış demektir. Biriktirilmiş olan bu bilgiler; ergenlikte, bilişsel ve duyuşsal değişimle birlikte, bireyin kendisine sorduğu (neredeyse içgüdüsel olarak) "Ben Kimim" sorusuyla birlikte ortaya çıkmaya başlar. Sağlıklı bir sosyal çevreden gelen birey, bu noktadan itibaren başlangıçta farkında olmadan kendisini tanımaya başlar. Sağlıklı bir sosyal çevreden gelemeyen birey ise, bu soruya cevap vermeye korkar. Çünkü; daha önceki yaşantılarında kazanması gereken özgüven duygusu, kendisinden şüphe etmesine yol açar. Bu nedenle de; "ben kimim" sorusunun cevabını başkalarında arar. Aldığı cevaplara göre, rolünü ve konumunu belirler. Kendi sorusunu başkalarının cevapları ile biçimlendirdiği için de, kendini tanıma yönünde ilerleme sağlayamaz. Ve gelecekte ortaya çıkacak olan, ruh sağlığı bozukluğu ile ilgili koşullarda bu aşamadan itibaren oluşmaya ve birikmeye başlar.Sağlıklı sosyal çevreden gelen birey ise, zor da olsa "ben kimim" sorusuna kendi cevaplarını oluşturur. Cevapları yetersiz bile olsa, birey şunu öğrenecektir. Ben evreni temsil etmiyorum. Evrenin değerli ve önemli parçasıyım.
Şimdi; kendini tanıma sürecini basit bir örnek üzerinden betimleyelim. Bir insan, kendine ilişkin fiziksel, bilişsel ve duyuşsal olumlu olumsuz özelliklerini şöyle betimlemiş olsun:
Olumlu ÖzelliklerimOlumsuz ÖzelliklerimFizikselUzun boyluyumBurnum büyükEllerim küçükYüzümde sivilceler varGözlerim güzelSaçlarım çok kıvırcıkBoy-kilo oranım idealŞişmanımSağlıklı bir bedenim varKolay hastalanırımBilişselMatematikte başarılıyımYeterince zeki değilimMantıklı düşünürümDersleri zor anlıyorumBir konuyu bir okumada anlarımParçadan hareketle bütünü anlayamamSoyut düşünme becerilerim gelişmiştirSoyut şeyleri anlayamam.DuyuşsalSabırlıyımÇabuk sinirlenirimUysalımSaldırganımBağışlayıcıyımMükemmeliyetçiyimEstetiğe düşkünümEstetik yönüm zayıfEmpati kurabilirimYeterince duyarlı değilimYukarıdaki basitleştirilmiş olarak verilen betimlemeyi yapan bir insan, olumlu ve olumsuz özelliklerini keşfettikten sonra; olumsuz özelliklerini önce nötr (kendine başkalarına zarar vermeme noktasında çekimser) sonra da olumluya çevirmeye çalışmalıdır. Olumlu özelliklerini daha da geliştirilmelidir. Ya da diğer bir deyişle olumsuz özelliklerini azaltmalı, olumlu özelliklerini artırmalıdır.
İnsanın bütün çabalarına rağmen; olumsuz özellikler her zaman azaltılamayabilir, olumlu özellikler de geliştirilemeyebilir. Bu nokta da yapılması gereken bireyin kendini olumlu ve olumsuz özellikleriyle kabullenmesidir. Kendini olumlu ve olumsuz özellikleri ile kabullenen birey kendisiyle barışık ve kendini seven insandır. Kendini kabullenen birey, başkalarını da, daha kolay kabullenebilir, kendini seven insan başkalarını da sevebilir, kendisi ile barışık insan, başkalarıyla da barışıktır.
2.Ruh sağlığı yerinde insan sorunlarıyla baş edebilir.
Bireyin sorunlarıyla baş edebilmesinin yolu; şu sistematiğe uygun olarak sorunlarını çözmeye çalışması ile mümkündür:a-Sorunun kaynağını bulma
b-Sorun çözülünceye kadar geçici çözüm yolu bulma
c-Sorunu çözmede planlama yapma
d-Sorunun çözümü. Sorun çözülmez ise tekrar başa dönme
e-Sorunla yaşamayı öğrenme.
Şimdi yukarıda yer alan sistematiği bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki; bisiklet sürerken düştük ve ayağımız kırıldı.
a-Sorunun kaynağı: bisikletten düştüğüm için ayağımın kırılması.
b-Geçici çözüm yolu: ayağım iyileşinceye kadar alçıda kalması.
c-Ayağım alçıda iken iyileşinceye kadar kalkıp otururken yürürken yavaş hareket etmem ve dikkatli olmam.
d-Sorunun çözümü: öngörülen sürede ayağım iyileşir ya da iyileşmez. İyileşmiş ise sorun çözülmüştür. Çözülmemiş ise, tekrar başa dönmem sorunun kaynağını bulmam ya da yeniden gözden geçirmem gerekir. Ayağımdaki kırık, yanlış yerde tespit edilmiş olabilir. Alçı istenilen niteliklerde yapılmamış olabilir. Öyle ise yeniden çözüm sürecini baştan başlayarak uygulamam gerekir. Eğer bu ve buna benzer denemelerden de çözüm oluşmazsa; sorunla yaşamayı öğrenmem gerekir.
Yukarıdaki örnek basit ve yüzeyseldir. Çünkü bu fiziksel bir sorundur, somuttur, sorunun kaynağını bulmak kolaydır. Ama sosyal yaşamda bütün sorunlar bu kadar kolay betimlenemez. Çünkü; sosyal yaşamdaki sorunlar birbirini tetikler. Bunu bir örnekle açıklamak daha yerinde olur.
20 yaşlarında bir üniversite öğrencisi mutsuz ve hiçbir şeyden zevk almamaktadır. Bunun sebebi olarak da yanlış bölümü tercih etmesi ve okumak zorunda kalmasını göstermektedir. Sorun çözme hiyerarşisi açısından çözümleme yapalım.
a-Bu sorunun temel kaynağı gerçekten de öğrencinin yanlış bölüm tercih etmesi midir? Ülkemizde, rehberlik sisteminin bireyin ilgi ve yeteneklerine uygun olarak yönlendirme yapamadığı bilenen bir gerçektir. Öyle ise, öğrenci gerçekten yanlış bölümde okuyup okumadığını betimleyemez. Bir diğer nokta, öğrenci üniversite tercih formundaki sıralamayı nasıl bir süreçle belirlemiştir. Tercik ettiği üniversite ve bölümleri görmüş müdür? Bu bölümlerden mezun olanların istihdam olanaklarını öğrenmiş midir? Üniversiteye kafasındaki hangi beklentilerle gelmiş ve beklentilerinin ne kadarını bulabilmiştir. Anne-babası tercihlerini etkilemiş midir? Bütün bu soruların cevaplarını betimledikten sonra ancak, birey gerçekten de yanlış bölümde okuyup okumadığına karar vermelidir.
Görüldüğü gibi daha işin başında, sorunun kaynağını bulmada karşımıza güçlükler çıkmaktadır. Öyle ise, öğrencinin sorun olarak gördüğü şeyin, gerçekten de sorun olduğunu anlayabilmek için uzman yardımına gereksinim vardır. Ama biz şimdilik; buradaki sorunun öğrencinin yanlış bölümü tercih etmesi ve o bölümde okumak zorunda olması olarak kabul edelim.
b-Geçici çözüm yolu ne olacaktır. Standart bir geçici çözüm yolu yoktur. Her bir birey ve sorun algısı farklı olduğuna göre; üretilecek geçici çözüm yolu da, bireyin karakteristiklerine uygun olacaktır. Bireyin ekonomik durumu, ailenin bireye karşı vaziyet alışları, bireyin zihinsel aktivite gücü, kendine ilişkin benlik algısı...vb. bireyin geçici çözüm yolunu bulmasını da etkileyecektir. Bu öğrencinin ekonomik olarak kaygısız, aile tarafından aldığı kararları desteklenen biri olduğunu varsayalım. Öyle ise, birey okumak istemediği bölümü bırakıp, yeniden sınava girebilir ve isteğine uygun bir bölüm kazanabilir. O zaman yeni bir bölüm kazanıncaya kadar, mevcut duruma tahammül etme geçici çözüm yolu olacaktır.
c-Birey, amacına ulaşabilmek, sorununu çözmek için bir planlama yapmalıdır. Üniversite sınavına girmek her geçen gün giderek zorlaşmaktadır. Öyle ise, yeniden sınava hazırlanmak için bir takım etkinlikler ve planlamalar yapacaktır. Bunu yapması için, mevcut memnun olmadığı bölümünü fiili olarak bırakacak mı, yoksa bir yandan da ona devam mı edecek? İşte bir zorluk daha... Sınav sonucu istediği üniversite ve bölümü kazanamazsa, mevcut olanı da kaybetmiş olma riski doğmuş olacak. Öyle ise mantıklı olan, bir yandan üniversite sınavına hazırlanırken, bir yandan da okuduğu bölüme olabilecek en minimum düzeyde de olsa, devam etmesi olacaktır. Ve bu karar alındıktan sonra da, kararlılıkla devam ettirilmelidir. Bunun için de, bireylerin kararları kendi başına alması gerekmektedir. Sorumluluğu üstlendiğinde, proje gerçekleşmediğinde kendi ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Aksi durumda, yine birilerine suçu atmak ve suçlamak gibi bir savunma mekanizması kullanacaktır.
d-Çözüm. Öğrenci sınava girer. Ya kazanacak ya da kaybedecektir. Kazandığında sorun çözülmüş olacaktır. Ya kazanamadığında....
Bireyin önünde iki yol vardır. Ya bir sonraki basamağa geçip sorunla yaşamayı öğrenecek ya da tekrar başa dönüp, süreci yeniden yaşayacaktır.
e-Sorunla yaşamasını öğrenme. Birey, sorun çözülmediğinde sorunla yaşamasını öğrenmelidir. Sorunla yaşamasını öğrenmek, bireyin sorunun altında ezilmemesidir. Sorunu kabullenmesidir. Sorunla yaşamasını öğrenen birey, sorundan dolayı, bazı yaşamsal aktivitelerini yerine getiremiyorsa; başkalarından destek alarak yaşamasını öğrenir. Bundan dolayı hüzün duyabilir ama acı çekmez. Örneğin, bir kolunu sonradan kaybeden birey; iki kolla yapılması gereken aktivitelerden kaçınır. Ya bu tür aktiviteleri yapmak için yardım almayı kabullenir. Psikolojik sorununu çözememiş bir insan, düzenli aralıklarla Psikiyatriste gitmeyi kabullenir.
Görüldüğü gibi, sosyal yaşamda, en önemli olan şey gerçekten de, sorun olarak görülen şeyin, sorun olup olmadığıdır. Bunun yolu da, sorunun kaynağını betimlemekten geçmektedir.
Ruh sağlığı yerinde insanın yukarıda betimlenen iki unsura, işlevsel olarak sahip olması, ona, şunu öğretecektir. BEN MÜKEMMEL DEĞİLİM. VE BEN MÜKEMMMEL OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLİM. Bu algıya kavuşan insan karşısındakini de mükemmeliyetçilik düzeyinde betimlemekten vazgeçecektir. Karşısındakini mükemmellik düzeyinde algılamaması gerektiğini öğrenen birey; hataları da daha kolay bağışlayacaktır. Ruh Sağlığı Yerinde İnsanın Yaşama Yansıyan Özellikleri
Yukarıdaki süreçten geçen birey aşağıda betimlenen özelliklere (az veya çok) sahiptir. Bunu bir tamlık olarak algılamamak gerekir. Birey aşağıda betimlenen özelliklerin bazılarına sahip olabilir bazılarına da sahip olmayabilir. Ruh sağlığı, sahip olunan özelliklerin bir toplamı değil, yukarıda yer alan iki niteliği (kendini tanıma, sorunlarla baş etme) yaşamına uygulayabilmesi ile ilgili olarak düşünülmelidir. Öyle ise, ruh sağlığı bir statü durumu değil, yaşamın akışkanlığı içinde ruh sağlığı mekanizmasını kullanabilme yeterliliğine sahip olabilmektir.
Bu kısa girişten sonra ruh sağlığı yerinde insanın, yaşama yansıyan özelliklerini betimleyebiliriz:
Özgüven sahibidir. Özgüven nedir? Özgüvenin iki temel boyutu vardır: "sevilebilir olma duygusu" ve "yeterli olma duygusu" (Humphreys, 1999). Ruh sağlığı yerinde insan kendisini de başkalarını da sevmesi gerektiğini bilir. Ruh sağlığı yerinde insan kendi kendine yetmesi gerektiğini bilir. Bunun içinde; Ruh sağlığı yerinde insan, sınırlarını belirler. Neyi, ne zaman, nasıl ve niçin yapacağını bilir. Sevilmeye değer özellikleri olduğu gibi, başkaları tarafından onaylanmayan özelliklere sahip olabileceğini de bilir. Eğer başkaları tarafından onaylanmayan özelliklerini, olumsuz özellikleri olarak görüyorsa, bunları olumluya dönüştürmeye çalışır. Başkaları tarafından onaylanmayan ama bireyin olumlu olarak algıladığı özellikleri varsa; kendini değiştirmek zorunda hissetmez hatta bu özelliklerini de korumak ve geliştirmek için özen gösterir. Çünkü; yaşam başkalarının vaziyet alışlarına göre biçimlendirilmeyecek kadar özel ve değerlidir. Bu özellikler başkasına zarar vermeyen, iyiyi temsil eden nitelikler ise; birey bunlardan dolayı, başkaları onaylamıyorsa bile mutsuz olmaz.
Örneğin, herkesin işini çözmek için yaygın olarak kabul görmüş "torpil" arayışına girdiği bir dönemde; torpil yapmayı da, torpil aramayı da reddeden bir bireyin davranışı; yakın çevresinden başlayarak, onaylanmayabilir, hatta şöyle bile denilebilir: "Memleketi sen mi kurtaracaksın?" Özgüven sahibi birey, herkes onaylamasa bile iyi bir niteliğe sahip olduğunu bilir ve şöyle cevap verebilir: "inandığım ilkelere göre yaşamaya çalışıyorum. Eğer bir "kurtarma" eyleminden bahsedilecek ise, o da birey olarak sadece kendimi kurtarabildiğimdir. Hiç kimseyi değiştirmeye ya da kurtarmaya çalışmıyorum ve benim gibi davranmayan başkalarını da değersiz görmüyorum. Ama insan isterse yüreği ve aklı ile iyiyi bulabilir, yeter ki arasın. " Özgüven sahibi insan kendine olduğu gibi başkalarına da güvenir. Kendi yeterlilik ve yetersizliklerini bildiği gibi, başkalarının da yeterlilik ve yetersizliklerini betimleyebilir.
Özeleştiri ve Eleştiri yapabilir. Tanzimat´la birlikte düşün dünyamıza giren bir kavramdır eleştiri (tenkid); ancak Osmanlı eleştirmemiş "şerh" etmiştir. Uzun yıllar eleştiri kelimesi yerine kullanılan "tenkid" kavramının kökenine gidildiğinde, bu kavramın "gagalamak, ayıplamak, kusurunu göstermek" anlamına da geldiği görülmektedir. Ve bu anlayış neredeyse günümüze kadar devam ede gelmiştir (Uçan, 2003). Bu yüzden de; toplumumuzda eleştiri hep korkulan bir şey olmuştur. Çünkü; eleştiriden hep olumsuzu anlamışız ve bu nedenle de özeleştiri mekanizması da oluşmamıştır. Eğer, yukarıdaki eleştiri mekanizması kendimizi de kapsasa; yaptığımız tek şey özeleştiri adına, kendimizi aşağılamak olurdu. Bu ise, insanın kendi iç dengesini bozmaktan başka işe yaramazdı. Öyle ise, bizde özeleştirinin olmaması, eleştirinin de olmamasının bir sonucudur. Ya da bir diğer söyleyişle, eleştiri başkasının kusurlarını bulmak, kötülemek, olumsuzlarını öne çıkarma çabası ise, insanın kendisini eleştirmemesi de (özeleştiri) doğal bir sonuç olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ruh sağlığı yerinde insan, öncelikle kendisini sonra başkalarını eleştirir. Eleştiriye kendisinden başladığı için, eleştirisi yıkıcı değil yapıcıdır. Yargılayıcı, yok edici değil besleyicidir. Kendini ve başkalarını eleştirirken olumlulardan başlaması gerektiğini bilir. Sokakta gereğinden fazla oynayan çocuğa; bunu anlatmanın yolu, önce onun sokaktaki aktivitelerini ne kadar ustalıkla yaptığını söylemek ama sonra da, geç saatlere kadar sokakta oyun oynamanın yanlışlıklarını anlatmak olmalıdır. Olumsuzdan başlamak yıkıcı ya da yargılayıcı eleştiri, olumlulardan başlamak, besleyici ya da olumlu davranış ve tutum kazandırma eleştirisidir. Bizde, genellikle eleştiriden anlaşılan, karşımızdaki insanı yargılamaya yönelik, sadece olumsuzları betimleyen hastalıklı bir tutumdur. Üniversitedeki "Eğitim Psikolojisi (Gelişim Ve Öğrenme)" dersimde, eleştiri kavramı üzerine yapılan irdelemelerde; çoğu öğrencinin olumlu betimlemeleri eleştiriden saymadıklarını ve bunu ortaöğretim kurumlarındaki derslerinden (genellikle Türkçe) öğrendiklerini ifade ettiklerine yıllardır tanık olmaktayım. Üniversiteye kadar bu anlayışla gelen öğrencinin bu önyargısını yıkmanın çok zor olduğunu söyleyebilirim.
Kendisini eleştiremeyen başkalarını da tutarlı bir şekilde eleştiremez. Çoğunlukla, özeleştiri mekanizmasından yoksun olan bireyler, kendilerini mükemmel olarak algılayan bireylerdir. Kendi hatalarını göremezler. Ya da hatalarını örtmek için savunma mekanizmalarına başvururlar. Ama aynı şeyi, karşılarındaki insanlara uygulamazlar. Onların da mükemmel olmasını beklerler. Hata yaptıklarında ise, kendileri için geliştirdikleri savunma mekanizmalarını, karşılarındaki insanlar için kullanmazlar. Eleştiri adı altında yok edici, yargılayıcı eleştirilerde bulunurlar. Bu da, sağlıklı insan ilişkilerinin (genelden özele kadar) oluşmasını engeller. Kendi benlik sınırlarını çizemedikleri için başkalarının da benlik sınırlarını ihlal ederler. Başkaları adına düşünmeyi ve karar almayı, hakları gibi görürler ve bunlara uyulmasını beklerler. Bu tür insanlar, bir kurumda statü elde ettiklerinde, kurumsal gelenekleri değil, kendi algılarını kurumun felsefesi haline getirirler. Ülkemizde kurumlardan önce insanların gelmesinin temel nedenlerinden birisi; özeleştiri-eleştiri mekanizmasına sahip olunmamasıdır.
Sabırlıdır. Ruh sağlığı yerinde insan olgu ve olaylar karşısında düşünmeden harekete geçmez. Öncelikle, olgu ve olayı yeterince, bütün boyutları ile algılayıp algılayamadığını anlamak için bekler, sabreder. Sonra da harekete geçer. Ergenlik çağındaki çocuğu eve geç kaldığı için endişelenip üzülen bir anne-baba; çocuğu kapıdan içeri girer girmez şöyle derse; "bu saate kadar neredeydin; sorumsuz, bencil çocuk" ve çocuk şu cevabı verirse: "bir arkadaşım kaza geçirdi, acil servise götürdük, telaştan haber veremedim. Ne yazık ki arkadaşım öldü". Böyle bir cevapla karşılaşan bir anne-baba kendisini nasıl hissedecek ve kendini nasıl bağışlatacak. Oysa biraz daha sabredip, neler olduğunu öğrenmeye çalışsaydı. Çocuğun yaşamının sonuna kadar unutamayacağı bir acının yanına, anne-babası ile ilgili bir olumsuz tutum da katılmamış olacaktı.
Bütün yaşamımız boyunca, hep bir yerlere yetişme telaşı içindeyiz. Hep acelemiz var. Oysa, hızla geçip gittiğimiz yollardan, evlerden, insanlardan elde edeceğimiz bir sürü güzelliği; sabırsızlığımız ve aceleciliğimiz yüzünden, güzellikleri göremeden yaşamı geçiştiriyoruz.
Hoşgörülüdür (bağışlayıcıdır). Ruh sağlığı yerinde insan hoşgörülüdür. Kendini tanıdığı için başkalarını da daha kolay tanır. Kendisi nasıl mükemmel değilse, olmak zorunda da değilse; başkaları da mükemmel değildir ve olmak zorunda da değildir. Kendisini mükemmel algılayan insanlar, başlarının da mükemmel olmasını bekler ve hataları bağışlamayı beceremezler. Oysa, kendi hatasını görebilen ve kendisini bağışlayan insan başkalarını da daha kolay bağışlar.
Hoşgörü başkasına göstereceğimiz bir özelliğimiz değildir. Hoşgörü kendimize göstereceğimiz bir özelliğimizdir. Kendini hoş görmeyi öğrenemeyen bir insan, başkasını da hoş görmeyi öğrenemez. Hoş görmeyi (bağışlamayı, bağışlanmayı) doğduğumuz andan itibaren, sosyal çevremizden öğreniriz. Kendi hataları ile yüzleşerek, kendini bağışlayan yetişkinler (annemiz, babamız, kardeşimiz, akrabalarımız, öğretmenimiz, sosyal önderlerimiz) bize de; farkında bile olmadan hoşgörüyü öğretmiş olurlar.
Mizah yönü gelişmiştir. Ruh sağlığı yerinde insan gülmesini ve güldürmesini de bilir. Ama öncelik kendisinden yanadır. Kendisi gülmeyenin, başkalarını da güldüremeyeceğini bilir. Bu nedenle de; kendisi ile de başkaları ile de alay etmez. Kendini "ti"ye alabilir. Kendi yaptıklarına gülebilir. Kendi yaptıklarına gülebilen, başkalarında da neye, ne zaman gülebileceğini bilir. Çoğu insanın sokakta düşünce (çoğunlukla kışın) başkaları tarafından alaya alınıp, gülme krizlerine girildiğini çok gördüm. Düşenlerin ise gülemediklerini çünkü canlarının acıdığını gördüm. Öyle ise insan, kendinde gülemediğine, başkalarında da gülmemelidir. Çünkü bu, alaya almak, küçümsemek gibi algılanır. Düşen bir insanı gördüğümüzde yapmamız gereken şey, öncelikle kalkmasına yardım etmek olmalıdır.
Objektiftir. Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylara objektif yaklaşır. Çünkü, evrenin merkezinde olmadığını bilir. Çevresinde gördüğü insanlara ilişkin değer yargılarında, olgu ve olayları bir yönü ile almaz. Bir çok noktadan olgu ve olayı ele alarak anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Diyelim ki; birisi bize gelmiş ve şöyle söylemiş olsun: "... insanlar, senin çok sert, asık suratlı, sevimsiz, insanların iyiliğini istemeyen ruh sağlığı bozuk biri olduğunu konuşuyor". Böyle bir betimleme ile karşılaşan her insanın ilk algıladığı şey; elbette ki üzüntüdür. Ama objektif insan, vaziyet alışlarını hemen oluşturmaz. Anlamaya, neden diye sormaya çalışır. Gerçekten söylenip söylenmediğini, ne zaman, nerede ve nasıl söylendiğini anlamaya çalışır ve ondan sonra vaziyet alışlarını belirler. Bunun dışında; hiç umursamaz ve "yüzüme söylendiği zaman ancak açıklama yaparım" deyip kestirip atabilir. Görüldüğü gibi, objektif insan, olgu olayları kendini merkeze alarak çözmeye ya da anlamaya çalışmaz.
Ruh sağlığı yerinde insan, olgu ve olaylar karşısında işine geldiği gibi yorumlar yapmaz. Kendini mutlu etse de etmese de, onaylansa da onaylanmasa da, olgu ve olayları rasyonel olarak anlamaya çalışır. Örneğin, İsrail-Filistin çatışmasında dinsel kimliği ile değil, hakkaniyet ve insanlık noktasında olgu ve olayları değerlendirir. Hatayı kim yapıyorsa yapsın, duygularını bir kenara bırakarak eleştiri yapmasını bilir. Sokrates´e atfedilen aşağıdaki konuşma, insanın nasıl objektif olacağına ilişkin güzel bir örnektir:
Eski Yunan´da, Sokrates bilgiyi saklaması nedeniyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün büyük filozof bir tanıdığına rastladı ve adam ona "Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?" dedi.
"Bir dakika bekle" diye yanıt verdi Sokrates.
"Bana bir şey söylemeden önce seni küçük bir testten geçirmek istiyorum. Buna ´Üçlü Filtre Testi´deniyor."
"Üçlü Filtre?"
"Doğru" diye devam etti Sokrates. "Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir düşünce olabilir. ´Üçlü Filtre Testi´ dememin nedenini birazdan anlayacaksın. Şimdi birinci filtre, ´Gerçek Filtresi´. Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
"Hayır" dedi adam. "Aslında bunu yalnızca duydum ve..."
"Tamam" dedi Sokrates. "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, ´İyilik Filtresi´. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?"
"Hayır, tam tersi..."
"Öyleyse" diye devam etti Sokrates, "Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. ´Yararlılık Filtresi´. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
"Hayır, pek değil."
"İyi" diye tamamladı Sokrates. "Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana niye söyleyesin ki?"
Ruh sağlığı yerinde insan; üçlü filtre testini yaşamının her alanında (aile yaşamında, kamusal yaşamda, günlük ilişkilerden politik ilişkilere kadar) kullanmalıdır.
Kıskanç değildir. Ruh sağlığı yerinde insan kıskanç değildir. Çünkü; kıskançlık, kendinde olmayanı, hakkı olmadığı halde istemektir. Çoğunlukla; imrenmek ve kıskanmak birbirine karıştırılır. Ruh sağlığı yerinde insan imrenir ama kıskanmaz. İmrenen insan; keşke der... Örneğin, Ali´nin çok güzel bir arabası var, keşke benimde olsa... Böyle hissetmek ne başkasına ne de bize zarar verir. Ama kıskançlıkta durum tersinedir. Kıskançlık bize de başkasına da zarar verir. Örnek: "Ayşe Ali´nin arabası ne kadar güzel; acaba o arabayı nasıl aldı. Zaten Ali karanlık işlerle uğraşır durur." Burada görüldüğü gibi süreç üç kişi arasında geçiyor. Ve üçüne de zarar veriyor. Ve sürece güvensizlik egemen...
Bizim kültürümüzde; "seven kıskanır" gibi anlamsız bir kalıp yargı vardır. Seven kıskanır mı? Yoksa seven özgüven duygusuna sahip olmadığı için, karşısındakine güvenmez mi? Bana, sanki bu kalıp yargının altında güvensizlik var gibi geliyor. Bir diğer açıdan, genellikle bu tür bir anlayış ergenlik döneminde ve ilk gençlik dönemlerinde görülür. Bunun da nedeni; bireyin henüz kendisini tanımaması ve bu yönde çaba harcamamış olmasıdır.
Önyargılı değildir. Latince kökenli önyargı (praejudicium) Antik yunandan günümüze kadar değişerek gelen bir terimdir. Bugün bu terimi; sosyal psikoloji şöyle tanımlamaktadır: çoğunlukla bir gruba ya da onun üyelerine yönelik haklılığı kanıtlanmamış tutum (Harlak, 2000).
Yaşama gözümüzü açtığımız ilk andan itibaren; yoğun bir uyarıcı bombardımanın etkisine gireriz. Bu yoğun uyarıcı bombardımanı; zamanla uyarıcılara alışarak, uyumlaşmamızı sağlar. Bütün uyumlaşma süreci ön yargılarımızı da oluşmasına sağlar. Örneğin; doğduğu andan itibaren belirli bir ideolojik çevre içinde yaşayan insanlar; yetişkin olduklarında, uyarıcı bombardımanı altında oldukları ideolojik yargılar konusunda nesnel vaziyet alışlar sergileyemezler. Çünkü, bu ortamda taraf olunan ideolojik değer, bütün unsurları ile sürekli olumlulanmış, karşıt ideoloji ise, bütün unsurları ile olumsuzlanmıştır. Bu tür bir uyarıcı çevre içinde yetişen bireylerin kendi ideolojilerine ve karşıt ideolojilere karşı vaziyet alışları; önyargı düzeyinin ötesine geçememiştir. Bu nedenle, bizim toplumumuzda; ideoloji, yaşamı güzelleştirmede kullanılması gereken bir araç olarak değil; yaşama egemen olması gereken tanrısal bir amaç olarak algılanmaktadır.
Kültürel vaziyet alışlarımızı da; doğduğumuz andan itibaren içinde bulunduğumuz uyarıcılar belirler. Kız çocuklarının bir yetişkin olduklarında bile; bir birey olarak kendilerini algılayamamalarının nedeni; babanın vaziyet alışı ve annenin bu vaziyet alışı desteklemesidir. Oğlumuzun cinsel organını amcalara teşhir edip; kızımızınkini yok varsaymamız, bunun en tipik örneğidir. Bu, erkeğin kadından daha değerli olduğu gibi bir önyargının doğduğumuz andan itibaren kişiliğimizin bir parçası haline gelmesine neden olmaktadır.
Önyargılar, doğduğumuz andan itibaren ailede ve sonrasında (ne yazık ki) okul kurumunda oluşur. Ruh sağlığı yerinde olma; önyargılardan arınık olma çabası olduğuna göre; yapılması gereken şey; aile de ve okul da, çocuğun doğruları kendi aklı ile bulmasına olanak tanımak ve bu yönde desteklemektir.
Önyargı olumlu ya da olumsuz bir tutum olabilir. Her ikisi aynı oran da kişiliğimizi köleleştirir. A´ya ilişkin olarak bize doğduğumuz andan verilen uyarıcılar sürekli olumlu ise, A´ya ilişkin olarak her şeyi olumlu görmek gibi bir tutum kazanırız. Eğer A´nın mükemmel olduğuna tutum düzeyinde inanıyorsam; A´ya ilişkin en sıradan yanlışlama bile, beni mutsuz eder ve savunma mekanizmalarına başvururum. Aslında, A´yı savunmak gibi görünen bu tepki, aslında A´ya ilişkin oluşturduğum aitliğimi tehdit eden, dolayısıyla kişiliğimi örseleyen bir saldırıya karşı bilinçsizce ya da bilinç altında göstermiş olduğum bir tepkidir. Bunun farkında değilim. Kendini tanıma sürecinde bunun farkına varan birey, önyargılarından arınmak için çaba göstermeye, araştırmaya, okumaya, dinlemeye, anlamaya başlar. Bu, Ruh sağlığı yerinde insanın önyargılarından arınma savaşıdır. Ve bu, kendini tanıma sürecinin en zor cephelerinden biridir. Çünkü; bu cephe, toplum, gelenek, örf, hukuk, sosyal statü, aile, okul ve devlet tarafından sürekli bombardımana uğrar.
Hümanisttir. Ruh sağlığı yerinde insan; insanları (insanlığı) koşulsuz sever. İnsan değerlidir. İnsanın değerli olduğuna ilişkin herhangi bir ön koşul geliştirmez. Ön koşul geliştirmek, insanın farklı olduğu gerçeğini reddetmektir. Bir insanın, insanları koşulsuz sevmesi; kendiliğinden gelişebilecek bir şey değildir. İnsan, doğduğu sosyal çevre de, genel olarak insana ve insanlığa karşı bir olumlu tutum varsa, doğduğu andan itibaren bunu tutum düzeyinde, doğaçlama olarak öğrenir. Ya da, ergenlik döneminden itibaren kendini ve yaşamı sorgulamaya başladığında çevresindeki modellerin olumlu yönlendirmeleri ile insanlığa karşı olumlu tutum geliştirmeye başlar. Ancak, ikincisi zordur. Doğaçlama değildir. Bireyin bunu başarabilmesi, bunun üzerinde emek harcaması, zaman ayırması ile bağlantılıdır. İdeal olan; çocuğun doğduğu andan itibaren, ailenin, insanlığa karşı olumlu tutum sergilemesi ile kaynaşarak büyümesidir. Bunun için ailenin yapması gereken; insanlarla ilgili olumlu özellikleri öncelikle sergilemek, konuşmak ve teşvik etmektir.
Sorumluluk sahibidir. Ruh sağlığı yerinde insan sorumluluklarının bilincindedir. Sorumluluk onun kendine yüklediği bir roldür. Sorumluluklarını başkasının yüklemesini beklemez. Sorumluluklarının gerektirdiği etkinlikleri yapmak, onun için yaşamda nefes almak, yemek yemek gibi doğal bir fonksiyondur. Bu nedenle de, başkalarına sorumluluk yüklemekten kaçınır. Bu gerektiği zamanda, ne zaman nerede, kime, ne kadar sorumluluk yükleyebileceğini ayırt edebilir.
Sorumluluk sahibi olmanın en iyi yolu; çocuğa sorumluluk eğitimi vermektir.
Çocuk düzeyine uygun konuşmaları anlamaya başladıktan sonra yani ortalama olarak 1-1,5 yaşından itibaren, çocukla oynanan oyunlarla birlikte bu eğitim de başlatılabilir. Elbette ki buradaki eğitim kavramından yola çıkılarak; programlı, sistematik, planlı bir etkinlik anlaşılmamalıdır. Diyelim ki, çocuğunuzu biberonla besliyorsunuz, çocuk iç güdüsel olarak biberonu tutmaya çalışacaktır. Onun biberonu sizinle birlikte tutmasına izin vermeli ve bunu desteklemelisiniz. Bu çocuğun hoşuna gidecektir. Çocuğunuz, ayakkabısını tek başına giymeye çalıştığında, bunu destekleyin. Yanlışlıklarını nasıl yapılması gerektiğini anlatarak düzeltin. Sözcükleri anlayıp anlamaması, eylemi bir sonraki defada doğru yapıp yapmaması önemli değildir. Önemli olan; ondan bir şeyleri yapabileceğine ilişkin bir beklenti olduğunu anlayabilmesidir. Üstelik de, yanlış yaptığında da eğlenerek düzeltilebilen, takdir sözcükleri duyarak düzeltilebilen bir etkinlik ve oyun. Bu çocuk, düzenli ve istikrarlı bir doğal eğitim süreciyle birlikte zamanla sorumluluklarının bilincine varacak ve neyin sorumluluğunu alıp almayacağını da öğrenmiş olacaktır.
Paylaşımcıdır. Yaşamda; acının paylaşarak azalacağının, sevginin paylaşarak çoğalacağının farkındadır. Ancak, burada temel hedef bu değildir. Burada asıl önemli olan; kiminle neyi ne kadar paylaşacağının farkında olmaktır. Nasıl kendisinin benlik sınırları var ise, başkalarının da benlik sınırları olduğunun farkındadır. İlişkide olduğu bireylerle sosyallik derecesine göre; neyi ne kadar paylaşacağını bilir. Meslektaşları ile paylaşacaklarının, anne-babası ile paylaşacaklarından farklı olduğunu; çocukları ile paylaşacaklarının eşi ile paylaşacaklarından farklı olduğunu bilir.
Paylaşmayı öğreniriz. Bu doğamızda kendiliğinden olan bir şey değildir. Aynı şekilde paylaşmayı da öğreniriz. 2-3 yaşında bir çocuk düşünün: Annesi herhangi bir neden olmadan; çocuğun sevdiği oyuncaklarını ortadan kaldırıyor. Çocuk doğal olarak alışmış olduğu oyuncaklarının ortadan kaldırılmasına tepki gösterir. Ve Anne-baba şöyle cevap verir: "Bugün evimize ....teyze ile....amca gelecek, onların da seninle aynı yaşta bir çocukları var. Eğer, oyuncaklarını saklamasan, ....... bütün oyuncaklarını kırar, kaybeder, kendisinin olmasını ister." Çocuk, bu "gizleme operasyonuna" istemeye istemeye razı olur. Bir çocuk, paylaşmamayı böyle öğrenir. Ama sadece bununla kalmaz, güvenmemeyi de şüphe etmeyi de öğrenir. Diyelim ki, aynı çocuk, bu kez oyuncak gizlenen eve misafirliğe gitmiş olsun. Orada yapacağı ilk iş, saklanmış! olan oyuncakları aramak olacaktır. Çünkü; o sakladıysa başkaları da saklamıştır.
Çocuğumuzun ruh sağlığı oyuncaklardan daha değerlidir.
İyi bir dinleyicidir. Ruh sağlığı yerinde insan iyi bir konuşmacı olmanın ön koşulunun iyi bir dinleyici olmaktan geçtiğini bilir. Dinlenmeyi hak etmenin yolunun dinlemekten geçtiğini bilir. İnsan değerli olduğu için dinlenmeyi hak eden bir varlıktır. Bu nedenle de; dinleme etkinliğini gerçekleştirirken dinleyeceği içeriğin kendisini ilgilendirip ilgilendirmediğini, inanıp inanmadığını, sevip sevmediğini düşünmez. İnsan değerli ise, söyledikleri de değerli ve dinlenmelidir.
Çocukların, en büyük problemleri kendilerini dinleyecek büyükler arayıp bulabilmektir. Dinlenmeyen bir çocuk dinlememeyi öğrenecektir. Dinlemeyi bilmeyen bir çocuk konuşmayı da öğrenemeyecektir.
Çocuklarımızı dinlemek için zaman ayırmalıyız. Üstelik planlanmış bir zaman.
Empatik düşünür. Yaşanan olgu ve olaylara sadece kendi penceresinden bakmaz. Başkalarının yerine kendini koyarak olgu ve olayları anlamaya çalışır. Empati kurma becerisini kazanmış bir insan; insanı anlamada ve anlamlandırmada daha rasyonel ve daha yetkindir. Çünkü; yaşamın merkezinde, insanın kendisini görmesinin, bütün sorun ve çatışmaların kaynağını beslediğini bilir. Sorun ve çatışmaları çözmek istiyorsa, uzlaşmanın ve barışın yaşama egemen olmasını istiyorsa; empati kurması gerektiğini de bilir.
İletişimcidir. Ruh sağlığı yerinde insan, başkaları ile kolay iletişim kurar. Çünkü; iletişimi başlatmak için gerekli basit adımları bilir ve önemser. Sağlıklı bir sosyal iletişim; selamlama ile başlar. İş yerimize giderken, kapıdaki görevli ile "günaydın" ve "iyi akşamlar" diyerek selamlaşmamız, sosyal iletişimi başlatan en önemli anahtardır. Üstelik bunu yaparken; karşımızdakinin selamımıza karşılık verip vermeyeceğini düşünmeden, iletişimi başlatmamız gerekir. Ne yazık ki, bazı insanlar, selamlaşmayı karşıdakine endeksledikleri için, iletişim sağlıklı başlamaz ve sürmez.
Ruh sağlığı doğumdan ölüme kadar olan bir süreçtir. Bu, sürecin bazı noktalarında ruh sağlığı yönünde bazı iniş çıkışlar yaşanabilir. Süreklilik arz etmediği süreci, sorunlarının altında ezilmeyen insan ruh sağlığı yerinde insan olarak kabul edilmelidir.