selçuklu devletinde edebiyat - selçuklu edebiyatının özellikleri - anadolu selçuklularında türkçe
Selçuklu edebiyatı, Arap ve İran edebiyatının etkisi altında kaldı. Selçuklu devletinde resmi dilin Farsça olması, saraylarda Farsça şiir söyleyen şairlere geniş yer verilmesi, İranlı şairlerin daha çok ilgi ve saygı görmesi yüzünden bu dönemde Türkçe edebiyat büyük bir gelişme gösteremedi. Kirman Selçuklularının saraylarında yaşayan, büyük bağışlar gören İranlı şairlerin etkisinde kalan birçok Türk şairi eserlerini Farsça yazdı.
Selçuklular döneminde Türkçenin geri itilmesi, İran şairlerine, İran diline daha çok önem verilmesi Selçukluların Gazne sultanlarının kültür geleneğine bağlanmasından ileri gelir. Bu gelenek Anadolu, Irak ve Suriye Selçuklularında da sürdürüldü. Bu dönemde yetişen ve Türk olduğu halde şiirlerini Farsça yazan bütün Türk şairlerinin Şeyh Attar, Senai, Mevlânâ Celâleddin’in etkisi altında kaldığı, daha önceki dönemlerde yaşayan Mudegi, Menuçehr, Firdevsi, Enveri, Sadi gibi İran şairleri tarafından ortaya konan şiir kavramlarını olduğu gibi aktardıkları görülür.
Ancak Anadolu Selçuklularında Türkçenin, irar. edebiyat geleneğini benimseyen saraya yakın şairlere rağmen bir edebiyat dili niteliği kazanmağa başladığı görülür. Belh’ten gelerek Konya’ya yerleşen Mevlânâ Celâleddin’in hem tarikat kurucusu, hem de şair olması, şiirlerini Faşça yazması Anadolu’da Türkçenin gelişmesini bir süre önledi. Türkçe bir edebiyat dili olarak büyük merkezlerde, illerde tutunamadı. Daha küçük kasabalara, köylere doğru itildi. Bu yüzden, Selçuklular döneminde biri büyük merkezlerde Farsça veya Arap, Fars, Türk dillerinin karışımıyla, öteki, küçük kasabalarda ve köylerde halkın konuştuğu Türkçeyle edebiyat ürünleri veren iki ayrı edebiyat çığırı gelişmeğe başladı: sonraki dönemlerde «divan edebiyatı» adını alan ve İran geleneğini sürdüren akım ile «halk edebiyatı» denen, halkın konuştuğu dile dayanan akım.
Genellikle Attar ve Senai’nin etkisi altında kalan Mevlânâ Celâleddin, Anadolu’da tasavvufi ve hikmetli şiir geleneğinin kurucusu sayılır. Mevlânâ’nın şiir gücüyle eş ölçüde eser veren ve birçok yönleriyle onu aşan bir duyuş ve söyleyiş derinliğine varan Yunus Emre (öl. 1320) Anadolu’da Türkçenin bir şiir dili niteliği kazanmasını sağlayan ve halk tarafından coşkun bir sevgiyle benimsenen ilk büyük Türk şairlerindendir. Gene bu çağda yaşayan, bir Selçuklu şehnamesi yazmakla görevlendirilen Horasanlı Hoca Dehhani, genellikle din dışı konularda şiirler yazdı.
Fakih Ahmed, Şeyyad Hamza, Âşık Paşa (öl. 1333) bu dönemde gene üçüzlü bir dil kullanan, fakat Türkçeye daha çok önem veren şairlerdir. Türkçe’nin zamanla bir edebiyat dili niteliği kazanmağa başlamasına kaşılık Farsçanın etkisi azalmadı. Mevlevi tarikatına kesin biçimini veren Mevlânâ Celâleddin’in oğlu Sultan Veled de eserlerini Farsça ve Arapça yazdı, fakat küçük bir divançe tutacak sayıda Türkçe gazel de yazdı. Ancak bu şiirler bir edebiyat dilini geliştirecek, yaşatacak nitelikte değildir. Sultan Veled’in (öl. 1312) oğlu Ulu Arif Çelebi ise dedesinin izinden yürüyerek bütün eserlerini Farsça yazdı.
Anadolu Selçukluları döneminde, Anadolu’da halka dayanan, özünü halk masallarıyla dolduran ayrı bir edebiyat türünün doğduğu, hızla gelişmeğe başladığı görülür. Daha çok yiğitlik, din yolunda kahramanlık gibi konuları işleyen ve halk edebiyatının geliştirdiği sanat ürünleri dini-destani nitelik taşır. Danismendname, Battalname (Battalgazi Destanı), Muslimname (Ebu Müslim Horasanı Destanı) gibi daha çok halk tarafından yaratılan, zamanla şiire geçen destanlar bu türdendir.
Anadolu’da daha çok din konularını işleyerek destanlaşan bu edebiyat ürünlerinin yanı sıra kaynağını Hoca Ahmed Yesevi’nin «hikmet»lerinde bulan bir edebiyat türünün de gelişmeğe başladığı, daha çok tasavvuf kavramlarıyla işlenen bir şiir çığırının doğduğu görülür. En çok Yunus Emre tarafından geliştirilen, zamanla geniş halk topluluklarına yayılan bu tasavvuf konulu şiirler, Anadolu’da tekke şiirinin temeli oldu.
Selçuklularda saray çevresinde gelişen bir edebiyat çığırı da Iran şairi Firdevsi’nin etkisi altında kalan hamasi destan edebiyatıdır, özellikle Gazne saraylarına, Gazneli Mahmud’a özenen Selçuklu sultanları (Sultan Sencer gibi) Türkçenin, Türk edebiyatının gelişmesi konusunda yararlı olamadılar. Bu dönemde edebiyat ve dil bakımından Anadolu ve Azeri ayrımları ortaya çıktı. Gene bu dönemde gerek büyük merkezlerde, gerek küçük kasaba ve köylerde gelişmeğe başlayan edebiyatta değişik insan tasavvurları ortaya çıktı.
Yiğit (alp), derviş ve gazi gibi adlar alan bu tipler, çok eski dönemlere kadar giden bir toplum anlayışının Anadolu’daki belirtilendir. Genellikle her çağda ortaya çıkan, toplum tarafından örnek insan olarak nitelenen tipler, İslam dini inançlarıyla kaynaşan Anadolu’da, özellikle Selçuklular döneminde kaynağı Asya sanılan alp, derviş, abdal, gazi gibi değişik adlar aldılar. Bunların ortaya çıkmasını sağlayan üç temel olay vardır: bir ülkeyi, bir düşman yurdunu almak; yeni bir yurt edinmek için savaşa atılmak, kahramanlık göstermek, başarı sağlamak; kol ve silâh gücüyle sivrilmek.
Bu etkilerle yetişen kahramanlardan özellikle din için yapılan savaşlara katılan, başarı gösteren, sivrilen, yaralanan kimselere gazi; savaşsız, silâhsız yalnız inancı yaymayı kendine görev edinenlere de eren, derviş, abdal gibi adlar verildi. Bunlara, Dede Korkut Hikâyeleri’nde rastlanır. Anadolu’da, toprağa bağlılık inancıyla, ilk destanlaşma, destan yaratma eğilimi de Selçuklular döneminde başladı, önce, gazilerin başarılarını, savaşlarını anlatan, din ulularının, şeyhlerin, dervişlerin hayatlarını, masallara karışan olaylar içinde işleyen bu tür, daha sonra gene İran şiirinin etkisiyle kasideciliğe yöneldi.
Büyük merkezlerde, medrese öğrenimi yapılan çevrelerde kaside; köylerde, bilgilerini daha çok gelenekler aracılığıyla edinen yörelerde birer halk masalı niteliğinde gelişmeğe başladı. Böylece, Anadolu Selçukluları zamanında, Anadolu’da biri halka, biri büyük merkezlerde yaşayan topluma, seçkinlere dönük iki ayrı edebiyat çığırı doğdu. Bunlardan biri divan edebiyatını, öteki halk edebiyatını oluşturdu.
alıntı
Selçuklu edebiyatı, Arap ve İran edebiyatının etkisi altında kaldı. Selçuklu devletinde resmi dilin Farsça olması, saraylarda Farsça şiir söyleyen şairlere geniş yer verilmesi, İranlı şairlerin daha çok ilgi ve saygı görmesi yüzünden bu dönemde Türkçe edebiyat büyük bir gelişme gösteremedi. Kirman Selçuklularının saraylarında yaşayan, büyük bağışlar gören İranlı şairlerin etkisinde kalan birçok Türk şairi eserlerini Farsça yazdı.
Selçuklular döneminde Türkçenin geri itilmesi, İran şairlerine, İran diline daha çok önem verilmesi Selçukluların Gazne sultanlarının kültür geleneğine bağlanmasından ileri gelir. Bu gelenek Anadolu, Irak ve Suriye Selçuklularında da sürdürüldü. Bu dönemde yetişen ve Türk olduğu halde şiirlerini Farsça yazan bütün Türk şairlerinin Şeyh Attar, Senai, Mevlânâ Celâleddin’in etkisi altında kaldığı, daha önceki dönemlerde yaşayan Mudegi, Menuçehr, Firdevsi, Enveri, Sadi gibi İran şairleri tarafından ortaya konan şiir kavramlarını olduğu gibi aktardıkları görülür.
Ancak Anadolu Selçuklularında Türkçenin, irar. edebiyat geleneğini benimseyen saraya yakın şairlere rağmen bir edebiyat dili niteliği kazanmağa başladığı görülür. Belh’ten gelerek Konya’ya yerleşen Mevlânâ Celâleddin’in hem tarikat kurucusu, hem de şair olması, şiirlerini Faşça yazması Anadolu’da Türkçenin gelişmesini bir süre önledi. Türkçe bir edebiyat dili olarak büyük merkezlerde, illerde tutunamadı. Daha küçük kasabalara, köylere doğru itildi. Bu yüzden, Selçuklular döneminde biri büyük merkezlerde Farsça veya Arap, Fars, Türk dillerinin karışımıyla, öteki, küçük kasabalarda ve köylerde halkın konuştuğu Türkçeyle edebiyat ürünleri veren iki ayrı edebiyat çığırı gelişmeğe başladı: sonraki dönemlerde «divan edebiyatı» adını alan ve İran geleneğini sürdüren akım ile «halk edebiyatı» denen, halkın konuştuğu dile dayanan akım.
Genellikle Attar ve Senai’nin etkisi altında kalan Mevlânâ Celâleddin, Anadolu’da tasavvufi ve hikmetli şiir geleneğinin kurucusu sayılır. Mevlânâ’nın şiir gücüyle eş ölçüde eser veren ve birçok yönleriyle onu aşan bir duyuş ve söyleyiş derinliğine varan Yunus Emre (öl. 1320) Anadolu’da Türkçenin bir şiir dili niteliği kazanmasını sağlayan ve halk tarafından coşkun bir sevgiyle benimsenen ilk büyük Türk şairlerindendir. Gene bu çağda yaşayan, bir Selçuklu şehnamesi yazmakla görevlendirilen Horasanlı Hoca Dehhani, genellikle din dışı konularda şiirler yazdı.
Fakih Ahmed, Şeyyad Hamza, Âşık Paşa (öl. 1333) bu dönemde gene üçüzlü bir dil kullanan, fakat Türkçeye daha çok önem veren şairlerdir. Türkçe’nin zamanla bir edebiyat dili niteliği kazanmağa başlamasına kaşılık Farsçanın etkisi azalmadı. Mevlevi tarikatına kesin biçimini veren Mevlânâ Celâleddin’in oğlu Sultan Veled de eserlerini Farsça ve Arapça yazdı, fakat küçük bir divançe tutacak sayıda Türkçe gazel de yazdı. Ancak bu şiirler bir edebiyat dilini geliştirecek, yaşatacak nitelikte değildir. Sultan Veled’in (öl. 1312) oğlu Ulu Arif Çelebi ise dedesinin izinden yürüyerek bütün eserlerini Farsça yazdı.
Anadolu Selçukluları döneminde, Anadolu’da halka dayanan, özünü halk masallarıyla dolduran ayrı bir edebiyat türünün doğduğu, hızla gelişmeğe başladığı görülür. Daha çok yiğitlik, din yolunda kahramanlık gibi konuları işleyen ve halk edebiyatının geliştirdiği sanat ürünleri dini-destani nitelik taşır. Danismendname, Battalname (Battalgazi Destanı), Muslimname (Ebu Müslim Horasanı Destanı) gibi daha çok halk tarafından yaratılan, zamanla şiire geçen destanlar bu türdendir.
Anadolu’da daha çok din konularını işleyerek destanlaşan bu edebiyat ürünlerinin yanı sıra kaynağını Hoca Ahmed Yesevi’nin «hikmet»lerinde bulan bir edebiyat türünün de gelişmeğe başladığı, daha çok tasavvuf kavramlarıyla işlenen bir şiir çığırının doğduğu görülür. En çok Yunus Emre tarafından geliştirilen, zamanla geniş halk topluluklarına yayılan bu tasavvuf konulu şiirler, Anadolu’da tekke şiirinin temeli oldu.
Selçuklularda saray çevresinde gelişen bir edebiyat çığırı da Iran şairi Firdevsi’nin etkisi altında kalan hamasi destan edebiyatıdır, özellikle Gazne saraylarına, Gazneli Mahmud’a özenen Selçuklu sultanları (Sultan Sencer gibi) Türkçenin, Türk edebiyatının gelişmesi konusunda yararlı olamadılar. Bu dönemde edebiyat ve dil bakımından Anadolu ve Azeri ayrımları ortaya çıktı. Gene bu dönemde gerek büyük merkezlerde, gerek küçük kasaba ve köylerde gelişmeğe başlayan edebiyatta değişik insan tasavvurları ortaya çıktı.
Yiğit (alp), derviş ve gazi gibi adlar alan bu tipler, çok eski dönemlere kadar giden bir toplum anlayışının Anadolu’daki belirtilendir. Genellikle her çağda ortaya çıkan, toplum tarafından örnek insan olarak nitelenen tipler, İslam dini inançlarıyla kaynaşan Anadolu’da, özellikle Selçuklular döneminde kaynağı Asya sanılan alp, derviş, abdal, gazi gibi değişik adlar aldılar. Bunların ortaya çıkmasını sağlayan üç temel olay vardır: bir ülkeyi, bir düşman yurdunu almak; yeni bir yurt edinmek için savaşa atılmak, kahramanlık göstermek, başarı sağlamak; kol ve silâh gücüyle sivrilmek.
Bu etkilerle yetişen kahramanlardan özellikle din için yapılan savaşlara katılan, başarı gösteren, sivrilen, yaralanan kimselere gazi; savaşsız, silâhsız yalnız inancı yaymayı kendine görev edinenlere de eren, derviş, abdal gibi adlar verildi. Bunlara, Dede Korkut Hikâyeleri’nde rastlanır. Anadolu’da, toprağa bağlılık inancıyla, ilk destanlaşma, destan yaratma eğilimi de Selçuklular döneminde başladı, önce, gazilerin başarılarını, savaşlarını anlatan, din ulularının, şeyhlerin, dervişlerin hayatlarını, masallara karışan olaylar içinde işleyen bu tür, daha sonra gene İran şiirinin etkisiyle kasideciliğe yöneldi.
Büyük merkezlerde, medrese öğrenimi yapılan çevrelerde kaside; köylerde, bilgilerini daha çok gelenekler aracılığıyla edinen yörelerde birer halk masalı niteliğinde gelişmeğe başladı. Böylece, Anadolu Selçukluları zamanında, Anadolu’da biri halka, biri büyük merkezlerde yaşayan topluma, seçkinlere dönük iki ayrı edebiyat çığırı doğdu. Bunlardan biri divan edebiyatını, öteki halk edebiyatını oluşturdu.
alıntı