selçuklu felsefesi - selçuklularda tasavvuf - selçuklu devletinde felsefe
Düşünce ve dünya görüşü bakımından kesin bir ortaçağ niteliği taşıyan İslam felsefesi, Selçuklular çağında (1041-1308) herhangi bir yenilik göstermez. Bütün düşünce kurumlarında din görüşlerinin, din ilkelerinin hâkim olduğu bir dönemde felsefe daha önceki çağlarda olduğu gibi yeni-Eflatun’cu çığırı sürdürür. Suriye, Kirman, Anadolu ve Irak’ta kurulan dört Selçuklu devletinde de felsefe bakımından önceki çağlara göre yeni sayılabilecek bir atılım, bir gelişme yoktur.
Aristoteles felsefesiyle İslam düşüncesini bağdaştırmağa çalışan Farabi, İbni Sina gibi İslam filozoflarının ardından gelerek akılcı, deneyci düşünceye karşı çıkan, felsefenin gereksizliğini, aklın insanı yanılttığını ileri süren imam Gazzali de Selçuklu devletinin yaşadığı dönemin en ilgi çekici düşünürüdür. Onun etkisiyle felsefe dine yöneldi, aklın yerini şaşmaz bir ilke olduğu ileri sürülen «iman» aldı. imanın kaynağı din olduğu için, bu dönemde, akla dayanan, bağımsız düşünce çok gelişemedi.
Felsefenin yerine tasavvuf geçti. Kendinden önce gelen bütün İslam filozoflarına karşı çıkan, akla dayanan düşüncenin gereksizliğini, insanı her zaman yanılttığını ortaya atan Gazzali’nin görüşleri Selçukluların hâkim olduğu bütün çevrelerde hızla yayıldı. Selçuklu devletinin başlangıçtan itibaren sünni inancı benimsemesi, bütün öğretim ve eğitim kurumlarının sünni inançlara göre düzenlenmesi, ona aykırı gelen görüşlerin gelişmesini, tutunmasını önledi. Buna karşılık düşünce alanında Farabi ve İbni Sina’ya dayanan, kaynağını yunan düşüncesinde bulan felsefe görüşleri, daha çok, Selçuklu devletinin sınırları dışında gelişme gösterdi, özellikle Endülüs’te İbni Rüşd’ün (öl. 1198) geliştirdiği Aristoteles’çi felsefe akımı ancak XIII. yy. oltalarında Selçuklu devleti sınırları içinde yayıldı.
Felsefe alanında genellikle Muhiddin Arabi (öl. 1240), Sadreddin Konevi (öl. 1274), Fahreddin Iraki (öl. 1287), Müeyyedül Cendi (öl. 1291), Sadeddin Fergani (öl. 1293) gibi felsefeyi dine dayayan, akıldan çok imana önem veren filozoflar yetişti. Bunların üstünde durdukları konular, genellikle tanrısal oluşmaları, varlıkları, yaratılış, ölüm, kıyamet, ruh, ruhun ölümsüzlüğü, ölümlülüğü, bedenin ölümden sonraki durumu, evrenin başlangıcı, sonu, Tanrı’nın özü, nitelikleri, bilinmezliği, tanrısal bilginin özü ve nitelikleri, insanla Tanrı ve evren arasındaki bağlantı, insan varlığını kuran ilkeler, tanrısal irade karşısında insan iradesinin durumu, insanın hür irade taşıyıp taşımadığı gibi metafizik alanı ilgilendiren meselelerdir.
Selçuklu devleti sınırları içinde ele alınan felsefe, daha çok bir iman felsefesiydi. Onun, Batı’da gelişmekte olan akılcı, deneyci felsefeyle bir bağlantısı, özlü bir ilişkisi yoktu. Bu dönemde felsefenin ana konusu iman ve ruhtu. İnsan bu iki varlığın özleştirdiği geçici (fani) bir varlık sayılıyordu. Bu düşünürlerin geliştirdikleri felsefe, doğu düşüncesini yansıtan bir nitelik taşıyordu. Bazen felsefeyle tasavvuf birbirinden ayrılamıyor, birbiri içinde eriyordu, özellikle Muhiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Fahreddin Iraki gibi filozofların düşüncesinde felsefe daha çok tasavvuf anlamına geliyordu.
Felsefeyle tasavvufun kaynaşmasını, birbiri içinde erimesini sağlayan oluşmalardan biri de Şeyh Feridüddin Attar’ın derin etkisi altında kalarak, onun işlediği konuları, ortaya attığı düşünceleri yeniden ele alan Mevlânâ Celâleddin Rûmi (öl. 1274) ve çevresindekilerdir. Ahlâki ve felsefi düşüncelerini genellikle Şiir aracılığıyla dile getiren Mevlânâ Celâleddin’e göre felsefe insanı yanıltır; gerçeklerden, tanrısal gelişmelerden uzaklaştırır.
Gerçeğe götüren yalnız tasavvuf yoludur. Akıl insanı aldatır; çünkü, nefsin elindedir, önemli olan, insanı yanıltmayan «aşk»tır, «iman»dır. Gerçeğe götüren bu iki ilkenin yanında insanı aldatmayan, yanıltmayan üçüncü bir ilke de «sezgi»dir. Bütün gerçekler, tanrısal varlıklar, bilgi ve ruh alanında olanlar ancak bu sezgiye dayanan aşk ile elde edilir. Felsefenin üstünde durması gereken konu budur. Onun dışında önemli bir görevi yoktur. Akıl sürekli bir yanıltmalar aracıdır. Oysa bütün tanrısal gerçekler onun sınırlarını aşar. Bu yüzden onunla gerçeğe, öze ulaşılamaz. Sezginin, aşkın ise sınırları yoktur.
Onların gerçeği kavramasını önleyecek bir güç de yoktur, öyleyse gerçeğe varan akıl değil, imana dayanan aşk ve sezgi yoludur. Bu konuların kaynağı yeni-Eflatun’cu felsefedir. İslâm Ortaçağı bu konuda bir yenilik getirmedi, geliştirici bir felsefe çığırı kuramadı. Yalnız daha önceki çağlarda ele alınan konulan tekrarlamakla yetindi. Kirman Selçuklularında da durum öteki Selçuklulardakinin aynıdır. Ancak orada Şii inançlarının daha yaygın olması, İran’ın Şii mezhebine bağlı bulunması, beşinci mezhep sayılan Şii inançlarına bağlı bir tasavvuf (onunla karışık felsefe) anlayışının gelişmesini sağladı.
Bu dönemde (1092-1187) felsefe Şii inançlarıyla beslenen, daha bağımsız bir dünya görüşüne dayanmayı amaç edinen düşüncelerle gelişir. Felsefenin konusu gene insan, Tanrı, evren, varlıkların oluşu, ruh nitelikleri, Tanrı’nın nitelikleri gibi bellibaşlı ortaçağ meseleleridir. Ancak, insan düşüncesi sınırlandırılmış, sünniler de olduğu gibi ağır bir baskı altına alınmış değildir. İnsanla Tanrı karşı karşıyadır. Tanrı kadar insan da bir gerçektir. Kendinden önce işlenen bir suçun cezasını çekmekle yükümlü değildir. Böyle bir ceza Tanrı’nın adaletiyle bağdaşamaz, insan ancak kendi yaptıklarından sorumlu tutulabilir. Tanrısal adalet budur.
Selçuklularda, daha önceki dönemlerde başlayan atomcu, maddeci felsefe gelişme göstermedi. En önemli ürünleri IX.X. yy.larda veren bu felsefe Selçuklular döneminde hiç bir öğretim kurumuna sokulmadı.
Başta Anadolu olmak üzere, Selçukluların yönetimi altında bulunan bütün bölgelerde varlık birliği (vahdeti vücud) anlayışını savunan, kaynağını gene Kur’an ve hadislerde bulan tasavvuf çığırları (tarikatlar) doğdu. Medreselerin dışında kalan bu düşünce ve inanç çığırları ayrı bir yol tutarak kendi kendilerine öğretim ve eğitim yapacak nitelikte kurumlar açtılar. Tekke, dergâh, zaviye gibi değişik adlarla anılan bu kuruluşlarda bütün gözler öteki dünyaya çevrilmiş, felsefenin yerini iyiden iyiye tasavvuf inançları almıştır.
Filozof, bu kurumlarda bir «şeyh» niteliğindedir. Kendi düşünce ortamında filozofun yerini alan, dine dayanmakla birlikte birçok konunun yorumunda ondan ayrılan bu şeyhler, Selçuklular döneminin en ilgi çekici düşünür ve bilgin tipleridir. Muhiddin Arabi tarafından kurulduğu söylenen Ekberiye, Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled tarafından düzenlendiği bilinen Mevlevilik, Selçuklular çağının iki önemli tasavvuf çığırıdır.
Her ikisinin de kaynağı yeni Eflatun’cu felsefedir. Bu ikisinin yanında, oldukça önemli sayılan ve Necmeddin Kübra taafından kurulan Kübreviye, Abdülkadir Geylâni tarafından kurulan Kadiriye, Ahmed Yesevi (öl. 1166) tarafından kurulan Yeseviye tarikatları da tasavvuf görüşlerinin bütün İslam ülkelerinde yayılmasını sağlayan düşünce çığırlarıdır. Bunlar arasında en çok yayılanı, Mevleviliktir. Bütün düşüncelerini Mevlânâ’nın Mesnevi ve Divanı Kebir adlı şiir kitaplarında yoğunlaştıran bu tarikat, görüş bakımından Şeyh Feridüddin Attar’ın ortaya attığı tasavvuf görüşlerinin yeni bir yorumu, bir bakıma tekrarı olmaktan öteye geçemez.
Vahdeti vücud (varlık birliği) inancına dayanan bu tasavvuf çığırı daha çok büyük merkezlerde, illerde tutundu. Getirdiği anlayış, benimsediği görüşler bakımından köylere, geniş halk katlarına pek yayılamadı. Anadolu Selçuklularında tasavvuf görüşlerinin beslendiği ikinci bir kaynak da İranlı mutasavvıf Hakim Senai’dir (öl. 1131). Gazneli bir şair olan Senai’nin Mevlânâ’nın üstünde ona yol gösterecek, ışık tutacak kadar büyük etkisi vardır. Attar ile Senai, Selçuklular döneminde tasavvuf düşüncelerinin gelişmesinde iki ana kaynaktır.
alıntı
Düşünce ve dünya görüşü bakımından kesin bir ortaçağ niteliği taşıyan İslam felsefesi, Selçuklular çağında (1041-1308) herhangi bir yenilik göstermez. Bütün düşünce kurumlarında din görüşlerinin, din ilkelerinin hâkim olduğu bir dönemde felsefe daha önceki çağlarda olduğu gibi yeni-Eflatun’cu çığırı sürdürür. Suriye, Kirman, Anadolu ve Irak’ta kurulan dört Selçuklu devletinde de felsefe bakımından önceki çağlara göre yeni sayılabilecek bir atılım, bir gelişme yoktur.
Aristoteles felsefesiyle İslam düşüncesini bağdaştırmağa çalışan Farabi, İbni Sina gibi İslam filozoflarının ardından gelerek akılcı, deneyci düşünceye karşı çıkan, felsefenin gereksizliğini, aklın insanı yanılttığını ileri süren imam Gazzali de Selçuklu devletinin yaşadığı dönemin en ilgi çekici düşünürüdür. Onun etkisiyle felsefe dine yöneldi, aklın yerini şaşmaz bir ilke olduğu ileri sürülen «iman» aldı. imanın kaynağı din olduğu için, bu dönemde, akla dayanan, bağımsız düşünce çok gelişemedi.
Felsefenin yerine tasavvuf geçti. Kendinden önce gelen bütün İslam filozoflarına karşı çıkan, akla dayanan düşüncenin gereksizliğini, insanı her zaman yanılttığını ortaya atan Gazzali’nin görüşleri Selçukluların hâkim olduğu bütün çevrelerde hızla yayıldı. Selçuklu devletinin başlangıçtan itibaren sünni inancı benimsemesi, bütün öğretim ve eğitim kurumlarının sünni inançlara göre düzenlenmesi, ona aykırı gelen görüşlerin gelişmesini, tutunmasını önledi. Buna karşılık düşünce alanında Farabi ve İbni Sina’ya dayanan, kaynağını yunan düşüncesinde bulan felsefe görüşleri, daha çok, Selçuklu devletinin sınırları dışında gelişme gösterdi, özellikle Endülüs’te İbni Rüşd’ün (öl. 1198) geliştirdiği Aristoteles’çi felsefe akımı ancak XIII. yy. oltalarında Selçuklu devleti sınırları içinde yayıldı.
Felsefe alanında genellikle Muhiddin Arabi (öl. 1240), Sadreddin Konevi (öl. 1274), Fahreddin Iraki (öl. 1287), Müeyyedül Cendi (öl. 1291), Sadeddin Fergani (öl. 1293) gibi felsefeyi dine dayayan, akıldan çok imana önem veren filozoflar yetişti. Bunların üstünde durdukları konular, genellikle tanrısal oluşmaları, varlıkları, yaratılış, ölüm, kıyamet, ruh, ruhun ölümsüzlüğü, ölümlülüğü, bedenin ölümden sonraki durumu, evrenin başlangıcı, sonu, Tanrı’nın özü, nitelikleri, bilinmezliği, tanrısal bilginin özü ve nitelikleri, insanla Tanrı ve evren arasındaki bağlantı, insan varlığını kuran ilkeler, tanrısal irade karşısında insan iradesinin durumu, insanın hür irade taşıyıp taşımadığı gibi metafizik alanı ilgilendiren meselelerdir.
Selçuklu devleti sınırları içinde ele alınan felsefe, daha çok bir iman felsefesiydi. Onun, Batı’da gelişmekte olan akılcı, deneyci felsefeyle bir bağlantısı, özlü bir ilişkisi yoktu. Bu dönemde felsefenin ana konusu iman ve ruhtu. İnsan bu iki varlığın özleştirdiği geçici (fani) bir varlık sayılıyordu. Bu düşünürlerin geliştirdikleri felsefe, doğu düşüncesini yansıtan bir nitelik taşıyordu. Bazen felsefeyle tasavvuf birbirinden ayrılamıyor, birbiri içinde eriyordu, özellikle Muhiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Fahreddin Iraki gibi filozofların düşüncesinde felsefe daha çok tasavvuf anlamına geliyordu.
Felsefeyle tasavvufun kaynaşmasını, birbiri içinde erimesini sağlayan oluşmalardan biri de Şeyh Feridüddin Attar’ın derin etkisi altında kalarak, onun işlediği konuları, ortaya attığı düşünceleri yeniden ele alan Mevlânâ Celâleddin Rûmi (öl. 1274) ve çevresindekilerdir. Ahlâki ve felsefi düşüncelerini genellikle Şiir aracılığıyla dile getiren Mevlânâ Celâleddin’e göre felsefe insanı yanıltır; gerçeklerden, tanrısal gelişmelerden uzaklaştırır.
Gerçeğe götüren yalnız tasavvuf yoludur. Akıl insanı aldatır; çünkü, nefsin elindedir, önemli olan, insanı yanıltmayan «aşk»tır, «iman»dır. Gerçeğe götüren bu iki ilkenin yanında insanı aldatmayan, yanıltmayan üçüncü bir ilke de «sezgi»dir. Bütün gerçekler, tanrısal varlıklar, bilgi ve ruh alanında olanlar ancak bu sezgiye dayanan aşk ile elde edilir. Felsefenin üstünde durması gereken konu budur. Onun dışında önemli bir görevi yoktur. Akıl sürekli bir yanıltmalar aracıdır. Oysa bütün tanrısal gerçekler onun sınırlarını aşar. Bu yüzden onunla gerçeğe, öze ulaşılamaz. Sezginin, aşkın ise sınırları yoktur.
Onların gerçeği kavramasını önleyecek bir güç de yoktur, öyleyse gerçeğe varan akıl değil, imana dayanan aşk ve sezgi yoludur. Bu konuların kaynağı yeni-Eflatun’cu felsefedir. İslâm Ortaçağı bu konuda bir yenilik getirmedi, geliştirici bir felsefe çığırı kuramadı. Yalnız daha önceki çağlarda ele alınan konulan tekrarlamakla yetindi. Kirman Selçuklularında da durum öteki Selçuklulardakinin aynıdır. Ancak orada Şii inançlarının daha yaygın olması, İran’ın Şii mezhebine bağlı bulunması, beşinci mezhep sayılan Şii inançlarına bağlı bir tasavvuf (onunla karışık felsefe) anlayışının gelişmesini sağladı.
Bu dönemde (1092-1187) felsefe Şii inançlarıyla beslenen, daha bağımsız bir dünya görüşüne dayanmayı amaç edinen düşüncelerle gelişir. Felsefenin konusu gene insan, Tanrı, evren, varlıkların oluşu, ruh nitelikleri, Tanrı’nın nitelikleri gibi bellibaşlı ortaçağ meseleleridir. Ancak, insan düşüncesi sınırlandırılmış, sünniler de olduğu gibi ağır bir baskı altına alınmış değildir. İnsanla Tanrı karşı karşıyadır. Tanrı kadar insan da bir gerçektir. Kendinden önce işlenen bir suçun cezasını çekmekle yükümlü değildir. Böyle bir ceza Tanrı’nın adaletiyle bağdaşamaz, insan ancak kendi yaptıklarından sorumlu tutulabilir. Tanrısal adalet budur.
Selçuklularda, daha önceki dönemlerde başlayan atomcu, maddeci felsefe gelişme göstermedi. En önemli ürünleri IX.X. yy.larda veren bu felsefe Selçuklular döneminde hiç bir öğretim kurumuna sokulmadı.
Başta Anadolu olmak üzere, Selçukluların yönetimi altında bulunan bütün bölgelerde varlık birliği (vahdeti vücud) anlayışını savunan, kaynağını gene Kur’an ve hadislerde bulan tasavvuf çığırları (tarikatlar) doğdu. Medreselerin dışında kalan bu düşünce ve inanç çığırları ayrı bir yol tutarak kendi kendilerine öğretim ve eğitim yapacak nitelikte kurumlar açtılar. Tekke, dergâh, zaviye gibi değişik adlarla anılan bu kuruluşlarda bütün gözler öteki dünyaya çevrilmiş, felsefenin yerini iyiden iyiye tasavvuf inançları almıştır.
Filozof, bu kurumlarda bir «şeyh» niteliğindedir. Kendi düşünce ortamında filozofun yerini alan, dine dayanmakla birlikte birçok konunun yorumunda ondan ayrılan bu şeyhler, Selçuklular döneminin en ilgi çekici düşünür ve bilgin tipleridir. Muhiddin Arabi tarafından kurulduğu söylenen Ekberiye, Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled tarafından düzenlendiği bilinen Mevlevilik, Selçuklular çağının iki önemli tasavvuf çığırıdır.
Her ikisinin de kaynağı yeni Eflatun’cu felsefedir. Bu ikisinin yanında, oldukça önemli sayılan ve Necmeddin Kübra taafından kurulan Kübreviye, Abdülkadir Geylâni tarafından kurulan Kadiriye, Ahmed Yesevi (öl. 1166) tarafından kurulan Yeseviye tarikatları da tasavvuf görüşlerinin bütün İslam ülkelerinde yayılmasını sağlayan düşünce çığırlarıdır. Bunlar arasında en çok yayılanı, Mevleviliktir. Bütün düşüncelerini Mevlânâ’nın Mesnevi ve Divanı Kebir adlı şiir kitaplarında yoğunlaştıran bu tarikat, görüş bakımından Şeyh Feridüddin Attar’ın ortaya attığı tasavvuf görüşlerinin yeni bir yorumu, bir bakıma tekrarı olmaktan öteye geçemez.
Vahdeti vücud (varlık birliği) inancına dayanan bu tasavvuf çığırı daha çok büyük merkezlerde, illerde tutundu. Getirdiği anlayış, benimsediği görüşler bakımından köylere, geniş halk katlarına pek yayılamadı. Anadolu Selçuklularında tasavvuf görüşlerinin beslendiği ikinci bir kaynak da İranlı mutasavvıf Hakim Senai’dir (öl. 1131). Gazneli bir şair olan Senai’nin Mevlânâ’nın üstünde ona yol gösterecek, ışık tutacak kadar büyük etkisi vardır. Attar ile Senai, Selçuklular döneminde tasavvuf düşüncelerinin gelişmesinde iki ana kaynaktır.
alıntı