zeberus1234
Yeni Üye
TEVRAT VE İNCİL’E GÖRE HZ.MUHAMMED (A.S.)
Yazar : Abdullah DAVUT
Yayınevi : Nil
Baskı : İzmir / 1993 / 356 shf.
Eski adı Peder Dawid Benjamin Keldani olan Abdu’l-Ahad Davud, Uniate (Papa’nın yetkisini tanımakla beraber, kendi dini ayinler ve adetlerini muhafaza eden Doğu Kilisesi) Keldani Mezhebi’nin Roma Katolik Kilisesine mensup bir rahibi idi. 1867 yılında İran’da Urmiye şehrinde doğmuş, ilk tahsilini burada tamamlamıştır. 1866’dan itibaren üç yıl yine aynı şehirde Süryani Hristiyanları için eğitim veren Canterburg Başpiskoposluğu Misyon Teşkilatında öğretim elemanı olarak çalıştı. 1892’de ise Kardinal Vaughan tarafından Propaganda Fide Collage’de dini ve felsefi çalışmalar yapmak üzere Roma’ya gönderildi ve üç yıl sonra rahipliğe terfi etti. 1895’te İran’a giderken uğradığı İstanbul’da, günlük bir gazete için Doğu Kiliseleri konusuda makale hazırladı. Süryani asıllı olan yazarımız, kesin zekasıyla büyük ümit vaad ettiği için Batılı misyonerler tarafından memleketi olan İran’ın Urmiye şehrinden Roma’ya götürülmüş ve burada iyi bir Hıristiyan eğitimi görmüştür. Ne var ki Avrupa’da elde ettiği yeni bilgiler ve eski dinleri orjinal kaynaklarından öğrenme imkanı, Abdu’l-Ahad Davud’un mütecessis zekasına yeni ufuklar açmış, hakikatı arama arzusuna yeni boyutlar kazandırmıştır.
Her ne kadar bazı Müslüman araştırmacılar da Hz. Muhammed’in eski Mukaddes Kitaplar’da müjdelendiğine dair risaleler ve bazı yazılar kaleme almış iseler de, bunların çoğu ya sadece Hristiyanların muharref saydıkları Barnaba İncil’ine dayandığı, ya da yazarlarının İbranice, Süryanice, Aramice, Latince ve Yunanca gibi, Tevrat ve İncil’i asli nüshalarından okuyup incelemek için son derece önemli olan lisanları bilmedikleri için eksik kalmaktan kurtulamamıştır. Kaldı ki bunların Hristiyan ve Yahudi literatürlerini tam anlamıyla tanıdıkları ve taradıkları da söylenemez.
Bilindiği gibi insanı insan yapan, alelade bir varlık olmaktan çıkarıp ‘eşref-i mahluk’ haline getiren şey şu üç haslettir: İyi, doğru ve güzel… İşte bunun içindir ki, sevdiklerimize ve başarılı olmasını temenni ettiğimiz kimselere ‘iyiye, doğruya, güzele…’ deriz. Gerçekten de insan olabilmenin şuuruna erebilmiş bir dimağ için bunları elde etmekten daha iyi, daha doğru ve daha güzel ne olabilir? Ne var ki, bu muazzam değerlerden birini veya birkaçını elde edip gün ışığına çıkarmayı ve onları diğer insanların istifadesine sunmayı kendisine şiar edinmiş pek az mütefekkir, ilim adamı ve sanatkar bulunmaktadır. İşte İngilizce’den tercümesini yaptığımız kitabımızın yazarı Abdu’l-Ahad Davud da böyle nadide ilim adamlarından biridir.
Başta Doğu kiliseleri olmak üzere, çeşitli kiliselerde, kilise babaları arasında Kelam’a dair çok şiddetli münakaşalar vuku bulmuştur. Daha ikinci asırda başlayan bu tartışmalar, Tevhidci görüşü savunurların ezilmeleri ve kitaplarının kaynaklarının yok edilmesine kadar devam etmiştir. Bugün bunların, İncil ve İncil tefsirleriyle, çeşitli yazarlarından günümüze değişmeden gelen yegane şeyler, bu Tevhidcilerin muarızları olan Teslisçilerin, mesela Greek Patriği Plhoutius’un ve bundan önceki bir kaç kişinin tenkit etmek için risalelerine aynen aldığı parçalarından ibarettir.
Tevrat ve İncil’lerin muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak zor değildir. Aslında bir hak peygamberin, kendisinden sonra gelecek peygamberin adını ve bazı özel işaretlerini bildirmesi mantıki bir zarurettir. Aksi taktirde bir hak peygamberi, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahta peygamberlerden ayırt etmek kolay kolay mümkün olmayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Adem’den itibaren her peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberin ve ‘Hatemül Enbiya’nın işaret ve alametlerini beyan etmiş, böylece de o peygamberin zamanına yetişecek olan insanların, kendi rehberlerini tanımaları mümkün olabilmiştir.
Abdu’l-Ahad da bu eserinin birçok yerinde bu kitabı yazmaktaki maksadının, Hristiyanları ve Yahudileri rencide etmek, onlarla boşuna bir çatışmaya girmek değil, Kitab-ı Mukaddes’te mevcut olup da bunların din adamları tarafından özellikle gözden kaçırılmak istenen bir hakikatı gün ışığına çıkarmak olduğunu beyan etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “hakikati aramak” ise “insan olmanın”en tabii icabıdır. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’in dört yerinde (Bakara-111, Enbiya-24, Kasas-75) iddialarında samimi olanları, delillerini getirmeye davet etmektedir.
Üstelik bu Eski ve Yeni Ahidler’deki pek çok ayet, Kitab-ı Mukaddes mütehassısı olmayan bir kimsenin dahi hemence dikkatini çekecek mahiyettedir. Böyle bir durum, Kur’an-ı Kerim’in “Allah, peygamberlerden şu hususta söz almıştır: ‘Size kitap ve hikmet verdikten sonra, sizinle beraber olanı tasdik eden bir resul gelecektir. O’na kesinlikle inanacak ve yardım edeceksiniz.” (Al-i İmran - 81,82) ve “Hani bir zaman da Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrail oğulları, şüphesiz ki ben size gönderilen Allah’ın peygamberiyim, önümdeki Tevrat’ı doğrulayanım ve benden sonra gelecek olan Ahmet ismindeki bir peygamberi müjdeleyenim.”(Saff-6) şeklindeki hikmetine ne kadar da uygundur. İşte bu sebeple, Tevrat ve İncil’lerin bu muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak hiç de zor olmayacaktır. Aslında bir hak peygamber, kendisinden sonra gelecek peygamberi bazı emareleri ile belirtmediği taktirde peygamberin, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahte peygamberlerden ayırt edilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır.
1900 yılbaşı gününde Ermeniler’e “Yeni Asır ve Yeni İnsan” konulu bir vaaz verdi. O, bu vaazında İslam’ın zuhurundan önce Nasturi misyonerlerin İncil’i bütün Asya’da vaaz ettiklerini hatırlatmaktan başka onların Hindistan’da, Tataristan’da, Çin’de ve Moğolistan’da çeşitli müesseslere sahip olduklarını, İncil’i Uygurca’ya ve diğer dillere tercüme ettiklerini, Katolik, Amerikan ve Anglikan misyonerleri, küçük bir iyiliğe rağmen, zaten bir avuç olan ve İran’a, Doğu Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya dağılmış bulunan Asuri-Keldani ulusunu, temel öğretim yoluyla çeşitli düşman mezhepler halinde parçaladıklarını ve onların bu çabalarının nihai çöküşü hazırlamaya matuf olduğunu dile getiriyordu.
Netice olarak, o yerlilere yabancı misyonerlerin himmetine güvenerek değil de, kendi işlerini kendileri gören insanlar olabilmesi için bazı fedakarlıklara katlanmalarını telkin ediyordu.
Peder Benjamin, aslında prensip olarak tamamen haklıydı. Ne var ki, bu işaret edilen hususlar, Hıristiyan misyonerlerinin ilgisini çekecek kadar fazla kabul görmedi.
O zamana kadar beş büyük ve gösterişli misyoner teşkilatı - ki bunlar Amerikan, Fransız, Alman, Anglikan ve Rus idiler; kolejleri, zengin dini cemiyetler tarafından desteklenen basınları, konsoloslukları ve sefaretleriyle,yaklaşık yüz bin Asuri-Keldani’yi Süryani dininden koparıp her biri kendi inançlarına sokmaya büyük gayret gösteriyorlardı.
Bu rahibin zihninde uzun zamandan beri çözüm bekleyen büyük bir konu gitgide vuzuha kavuşmaya başlıyordu. Hıristiyanlık, bütün bu değişik ve çok sayıda tefsir şekilleriyle güvenilir olmaması sebebiyle, sahte ve tahrif edilmiş kitabıyla Allah’ın hak dini olabilir miydi ?
Peder Benjamin, 1900 yılının yazında Digalo köyündeki meşhur Çalı Bolağı Çeşmesi yanında bulunan bağ evinde inzivaya çekildi. Buradaki bir ayını ibadetle, tefekkürle ve Kitab-ı Mukaddes’i orjinal metinlerinden okuyarak geçirdi. Nihayet aradığını bulunca Urmiye Başpiskoposluğu’na bir yazı göndererek Papazlık görevinden ayrılış sebeplerini samimi bir şekilde izah etti. David Benjamin’i kararından caydırmak için kilise ileri gelenleri tarafından yapılan teşebbüslerin hiçbiri fayda vermedi.
David, Belçikalı uzmanların idaresi altında faaliyet gösteren Tebriz’deki İran Posta ve Gümrük İşletmesi’nden yapılan davet üzerine müfettiş olarak birkaç ay görev yaptıktan sonra Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın sarayında öğretmen ve mütercim olarak çalıştı. 1904 yılında Britanya Unitaryan Cemiyeti tarafından İran’daki kendi cemaati arasında eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunması için görevlendirildi. İşte bu münasebetle yolu, İran güzergahı üzerinde bulunan İstanbul’a düştü ve burada Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ve diğer ulemayla yaptığı bir kaç görüşmeden sonra İslam dinini kabul etti.
Müellif eserin büyük bir bölümünde birinci derecede önemli gördüğü konu, Allah’ın sıfatları meselesidir. Sonra, eserin devamında müellif Ahid’in gerçek sahibinin sadece ve sadece Hz. Muhammed(sav) olduğunu beyan etmektedir. Ve yine Eski Ahid’de dile getirilen bir çok beşarete de bakıldığında tam manasıyla Hz. Muhammed’in(sav) müjdesinin verildiği açıkça anlaşılmaktadır.
Hakikatin teslimi ve dünya barışı açısından Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında, ciddi ve esaslı bir çalışmayı gerektiren iki esaslı konu bulunmaktadır. Bu her iki din de, ilhamını bir ve aynı kaynaktan aldığını iddia ederken, bu konu üzerinde durulmamış da, önemsiz bazı hususlar münakaşa konusu olmakta devam ede gelmiştir. Aslında bu her iki dinde Allah’ın varlığına ve O’nunla İbrahim(as.) arasında bir ahdin mevcudiyetine inanır. Bu iki ana noktaya istinaden her iki dinin aydın mensupları arasında tamamen adil ve nihai bir anlaşmaya varmak mümkün olabilir. Önce şunu sormak gerektirir:Bir tek Allah’a inanır veO2na kulluk edersek daha zavallı daha aciz mahluklar oluruz, yoksa birden fazla Allah’a inanır ve onlardan korkarsak mı daha zavallı ve cahil kimseler oluruz? Önce bu iki soruya cevap verilmelidir.
İslamın Allah anlayışının, gerçek Allah kavramından farklı ve sadece Hz. Muhammed’in kendi uydurduğu hayali bir ilah olduğu şeklindeki cahilce ve peşin hükümlü kanaatlar safsatadan ibarettir. Eğer Hıristiyan din adamları ve papazları,Kitab’ı Mukaddes’in tercümelerini değil de, Müslümanların Kuran’ı Arapça aslından okudukları gibi, orjinal İbranice asıllarından okumuş olsalardı,Müslümanların inandığı Allah’ın Hz. Adem (as) ve diğer peygamberlere vahiyle bulunan Cenab-ı Haktan ayrı olmayıp bu Allah kelimesinin eski Sami asıllı olduğunu açıkça göreceklerdi.
Hıristiyanlara, zoraki bir şekilde Üç’ün Üçüncüsü olan, yani üç İlah’tan biri olan Allah’ı kabul ettirdiler. Cenab-ı Hak, bunların bu inançlarını şöyle kınamaktadır: “And olsun ki,Allah Üç’ün Üçüncüsüdür (Üç İlah’tan biridir) diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, herhalde onlardan küfre girenlere elem verici azap vardır.”(Maide-V/73).
Allah yaratıcıdır, çünkü ezelde yaratmış, daima da yaratmaktadır. Allah kendine mahsus bir şekilde ezelde konuştuğu gibi, daima da konuşmaktadır. Fakat Allah’ın yarattığı şey ezeli veya ilahi bir şahsiyet arz etmez. Bu yüzden O’nun kelamı da ilahi veya ezeli bir şahsiyet değildir. Halbuki Hıristiyanlar daha ileri giderek Yaratıcı’yı “İlahi Baba”, O’nun kelamını “Oğul” yarattıklarına ruh vermesi sebebiyle de “Kutsal Ruh” yaparlar. Fakat bunu yaparken O’nun, yaratmadan önce Baba, konuşmadan önce Oğul ve hayat vermeden önce Ruhu’l-Kudüs olamayacağı şeklinde bir mantığı unuturlar.
Allah’ın sıfatlarını, O’nun aposteriori (kesbi bilgi) tezahürlerdeki eserleri sayesinde anlayabilirsek de ne müellifin bir görüş ileri sürebileceğini, ne de herhangi bir insan zekasının ilahi sıfatın mahiyetini ve Allah’ın Zatı ile olan münasebetini idrak edebileceğini düşünebiliriz. Ezeliyi, Apriori (vehbi ilimle) sıfatları kavrayabilmemiz de mümkün görünmemektedir. Aslında Cenab-ı Allah bize kendi varlığının mahiyetinin nasıl bir şey olduğunu kutsal kitaplarında açıklamadığı gibi, insan zekası da bunu kavrayabilecek kapasitede değildir.
Müellif bu yazılarıyla kanayan bir yarayı yeniden depreştirmeyi veya Kilise ile lüzumsuz bir münakaşaya, kavgaya girmeyi de asla arzulamamıştır. Bunları yazmakla müellif, onları sadece çok önemli bir meselenin dostça ve hoş bir şekilde müzakeresine davet etmektedir.
Hıristiyanlar şayet Cenab-ı Allah’ın zatını tarif konusunda boş teşebbüslerinden vazgeçer ve O’nun mutlak “Bir” olduğunu itiraf ederlerse, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yakınlaşma da kolay sağlanır, hatta ve hatta böyle bir birlik “ihtimal” olmaktan çıkar, “mümkün” hale gelir. İlk önce Allah’ın bir olduğu gerçeği bilinip kabul edilmeli ki, bu iki din arasında diğer birçok mesele kolayca çözümlenebilsin.
Müellif sıkıntılı bir hayattan sonra Dar’ül Aceze’de vefat etmiştir.
Yazar : Abdullah DAVUT
Yayınevi : Nil
Baskı : İzmir / 1993 / 356 shf.
Eski adı Peder Dawid Benjamin Keldani olan Abdu’l-Ahad Davud, Uniate (Papa’nın yetkisini tanımakla beraber, kendi dini ayinler ve adetlerini muhafaza eden Doğu Kilisesi) Keldani Mezhebi’nin Roma Katolik Kilisesine mensup bir rahibi idi. 1867 yılında İran’da Urmiye şehrinde doğmuş, ilk tahsilini burada tamamlamıştır. 1866’dan itibaren üç yıl yine aynı şehirde Süryani Hristiyanları için eğitim veren Canterburg Başpiskoposluğu Misyon Teşkilatında öğretim elemanı olarak çalıştı. 1892’de ise Kardinal Vaughan tarafından Propaganda Fide Collage’de dini ve felsefi çalışmalar yapmak üzere Roma’ya gönderildi ve üç yıl sonra rahipliğe terfi etti. 1895’te İran’a giderken uğradığı İstanbul’da, günlük bir gazete için Doğu Kiliseleri konusuda makale hazırladı. Süryani asıllı olan yazarımız, kesin zekasıyla büyük ümit vaad ettiği için Batılı misyonerler tarafından memleketi olan İran’ın Urmiye şehrinden Roma’ya götürülmüş ve burada iyi bir Hıristiyan eğitimi görmüştür. Ne var ki Avrupa’da elde ettiği yeni bilgiler ve eski dinleri orjinal kaynaklarından öğrenme imkanı, Abdu’l-Ahad Davud’un mütecessis zekasına yeni ufuklar açmış, hakikatı arama arzusuna yeni boyutlar kazandırmıştır.
Her ne kadar bazı Müslüman araştırmacılar da Hz. Muhammed’in eski Mukaddes Kitaplar’da müjdelendiğine dair risaleler ve bazı yazılar kaleme almış iseler de, bunların çoğu ya sadece Hristiyanların muharref saydıkları Barnaba İncil’ine dayandığı, ya da yazarlarının İbranice, Süryanice, Aramice, Latince ve Yunanca gibi, Tevrat ve İncil’i asli nüshalarından okuyup incelemek için son derece önemli olan lisanları bilmedikleri için eksik kalmaktan kurtulamamıştır. Kaldı ki bunların Hristiyan ve Yahudi literatürlerini tam anlamıyla tanıdıkları ve taradıkları da söylenemez.
Bilindiği gibi insanı insan yapan, alelade bir varlık olmaktan çıkarıp ‘eşref-i mahluk’ haline getiren şey şu üç haslettir: İyi, doğru ve güzel… İşte bunun içindir ki, sevdiklerimize ve başarılı olmasını temenni ettiğimiz kimselere ‘iyiye, doğruya, güzele…’ deriz. Gerçekten de insan olabilmenin şuuruna erebilmiş bir dimağ için bunları elde etmekten daha iyi, daha doğru ve daha güzel ne olabilir? Ne var ki, bu muazzam değerlerden birini veya birkaçını elde edip gün ışığına çıkarmayı ve onları diğer insanların istifadesine sunmayı kendisine şiar edinmiş pek az mütefekkir, ilim adamı ve sanatkar bulunmaktadır. İşte İngilizce’den tercümesini yaptığımız kitabımızın yazarı Abdu’l-Ahad Davud da böyle nadide ilim adamlarından biridir.
Başta Doğu kiliseleri olmak üzere, çeşitli kiliselerde, kilise babaları arasında Kelam’a dair çok şiddetli münakaşalar vuku bulmuştur. Daha ikinci asırda başlayan bu tartışmalar, Tevhidci görüşü savunurların ezilmeleri ve kitaplarının kaynaklarının yok edilmesine kadar devam etmiştir. Bugün bunların, İncil ve İncil tefsirleriyle, çeşitli yazarlarından günümüze değişmeden gelen yegane şeyler, bu Tevhidcilerin muarızları olan Teslisçilerin, mesela Greek Patriği Plhoutius’un ve bundan önceki bir kaç kişinin tenkit etmek için risalelerine aynen aldığı parçalarından ibarettir.
Tevrat ve İncil’lerin muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak zor değildir. Aslında bir hak peygamberin, kendisinden sonra gelecek peygamberin adını ve bazı özel işaretlerini bildirmesi mantıki bir zarurettir. Aksi taktirde bir hak peygamberi, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahta peygamberlerden ayırt etmek kolay kolay mümkün olmayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Adem’den itibaren her peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberin ve ‘Hatemül Enbiya’nın işaret ve alametlerini beyan etmiş, böylece de o peygamberin zamanına yetişecek olan insanların, kendi rehberlerini tanımaları mümkün olabilmiştir.
Abdu’l-Ahad da bu eserinin birçok yerinde bu kitabı yazmaktaki maksadının, Hristiyanları ve Yahudileri rencide etmek, onlarla boşuna bir çatışmaya girmek değil, Kitab-ı Mukaddes’te mevcut olup da bunların din adamları tarafından özellikle gözden kaçırılmak istenen bir hakikatı gün ışığına çıkarmak olduğunu beyan etmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “hakikati aramak” ise “insan olmanın”en tabii icabıdır. İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’in dört yerinde (Bakara-111, Enbiya-24, Kasas-75) iddialarında samimi olanları, delillerini getirmeye davet etmektedir.
Üstelik bu Eski ve Yeni Ahidler’deki pek çok ayet, Kitab-ı Mukaddes mütehassısı olmayan bir kimsenin dahi hemence dikkatini çekecek mahiyettedir. Böyle bir durum, Kur’an-ı Kerim’in “Allah, peygamberlerden şu hususta söz almıştır: ‘Size kitap ve hikmet verdikten sonra, sizinle beraber olanı tasdik eden bir resul gelecektir. O’na kesinlikle inanacak ve yardım edeceksiniz.” (Al-i İmran - 81,82) ve “Hani bir zaman da Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey İsrail oğulları, şüphesiz ki ben size gönderilen Allah’ın peygamberiyim, önümdeki Tevrat’ı doğrulayanım ve benden sonra gelecek olan Ahmet ismindeki bir peygamberi müjdeleyenim.”(Saff-6) şeklindeki hikmetine ne kadar da uygundur. İşte bu sebeple, Tevrat ve İncil’lerin bu muharref nüshalarında bile Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair açık veya kapalı işaretler bulmak hiç de zor olmayacaktır. Aslında bir hak peygamber, kendisinden sonra gelecek peygamberi bazı emareleri ile belirtmediği taktirde peygamberin, bir takım olağanüstü gösterilerde bulunabilen bazı kahin, sihirbaz, büyücü ve sahte peygamberlerden ayırt edilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır.
1900 yılbaşı gününde Ermeniler’e “Yeni Asır ve Yeni İnsan” konulu bir vaaz verdi. O, bu vaazında İslam’ın zuhurundan önce Nasturi misyonerlerin İncil’i bütün Asya’da vaaz ettiklerini hatırlatmaktan başka onların Hindistan’da, Tataristan’da, Çin’de ve Moğolistan’da çeşitli müesseslere sahip olduklarını, İncil’i Uygurca’ya ve diğer dillere tercüme ettiklerini, Katolik, Amerikan ve Anglikan misyonerleri, küçük bir iyiliğe rağmen, zaten bir avuç olan ve İran’a, Doğu Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya dağılmış bulunan Asuri-Keldani ulusunu, temel öğretim yoluyla çeşitli düşman mezhepler halinde parçaladıklarını ve onların bu çabalarının nihai çöküşü hazırlamaya matuf olduğunu dile getiriyordu.
Netice olarak, o yerlilere yabancı misyonerlerin himmetine güvenerek değil de, kendi işlerini kendileri gören insanlar olabilmesi için bazı fedakarlıklara katlanmalarını telkin ediyordu.
Peder Benjamin, aslında prensip olarak tamamen haklıydı. Ne var ki, bu işaret edilen hususlar, Hıristiyan misyonerlerinin ilgisini çekecek kadar fazla kabul görmedi.
O zamana kadar beş büyük ve gösterişli misyoner teşkilatı - ki bunlar Amerikan, Fransız, Alman, Anglikan ve Rus idiler; kolejleri, zengin dini cemiyetler tarafından desteklenen basınları, konsoloslukları ve sefaretleriyle,yaklaşık yüz bin Asuri-Keldani’yi Süryani dininden koparıp her biri kendi inançlarına sokmaya büyük gayret gösteriyorlardı.
Bu rahibin zihninde uzun zamandan beri çözüm bekleyen büyük bir konu gitgide vuzuha kavuşmaya başlıyordu. Hıristiyanlık, bütün bu değişik ve çok sayıda tefsir şekilleriyle güvenilir olmaması sebebiyle, sahte ve tahrif edilmiş kitabıyla Allah’ın hak dini olabilir miydi ?
Peder Benjamin, 1900 yılının yazında Digalo köyündeki meşhur Çalı Bolağı Çeşmesi yanında bulunan bağ evinde inzivaya çekildi. Buradaki bir ayını ibadetle, tefekkürle ve Kitab-ı Mukaddes’i orjinal metinlerinden okuyarak geçirdi. Nihayet aradığını bulunca Urmiye Başpiskoposluğu’na bir yazı göndererek Papazlık görevinden ayrılış sebeplerini samimi bir şekilde izah etti. David Benjamin’i kararından caydırmak için kilise ileri gelenleri tarafından yapılan teşebbüslerin hiçbiri fayda vermedi.
David, Belçikalı uzmanların idaresi altında faaliyet gösteren Tebriz’deki İran Posta ve Gümrük İşletmesi’nden yapılan davet üzerine müfettiş olarak birkaç ay görev yaptıktan sonra Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın sarayında öğretmen ve mütercim olarak çalıştı. 1904 yılında Britanya Unitaryan Cemiyeti tarafından İran’daki kendi cemaati arasında eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunması için görevlendirildi. İşte bu münasebetle yolu, İran güzergahı üzerinde bulunan İstanbul’a düştü ve burada Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ve diğer ulemayla yaptığı bir kaç görüşmeden sonra İslam dinini kabul etti.
Müellif eserin büyük bir bölümünde birinci derecede önemli gördüğü konu, Allah’ın sıfatları meselesidir. Sonra, eserin devamında müellif Ahid’in gerçek sahibinin sadece ve sadece Hz. Muhammed(sav) olduğunu beyan etmektedir. Ve yine Eski Ahid’de dile getirilen bir çok beşarete de bakıldığında tam manasıyla Hz. Muhammed’in(sav) müjdesinin verildiği açıkça anlaşılmaktadır.
Hakikatin teslimi ve dünya barışı açısından Hıristiyanlık ve İslamiyet arasında, ciddi ve esaslı bir çalışmayı gerektiren iki esaslı konu bulunmaktadır. Bu her iki din de, ilhamını bir ve aynı kaynaktan aldığını iddia ederken, bu konu üzerinde durulmamış da, önemsiz bazı hususlar münakaşa konusu olmakta devam ede gelmiştir. Aslında bu her iki dinde Allah’ın varlığına ve O’nunla İbrahim(as.) arasında bir ahdin mevcudiyetine inanır. Bu iki ana noktaya istinaden her iki dinin aydın mensupları arasında tamamen adil ve nihai bir anlaşmaya varmak mümkün olabilir. Önce şunu sormak gerektirir:Bir tek Allah’a inanır veO2na kulluk edersek daha zavallı daha aciz mahluklar oluruz, yoksa birden fazla Allah’a inanır ve onlardan korkarsak mı daha zavallı ve cahil kimseler oluruz? Önce bu iki soruya cevap verilmelidir.
İslamın Allah anlayışının, gerçek Allah kavramından farklı ve sadece Hz. Muhammed’in kendi uydurduğu hayali bir ilah olduğu şeklindeki cahilce ve peşin hükümlü kanaatlar safsatadan ibarettir. Eğer Hıristiyan din adamları ve papazları,Kitab’ı Mukaddes’in tercümelerini değil de, Müslümanların Kuran’ı Arapça aslından okudukları gibi, orjinal İbranice asıllarından okumuş olsalardı,Müslümanların inandığı Allah’ın Hz. Adem (as) ve diğer peygamberlere vahiyle bulunan Cenab-ı Haktan ayrı olmayıp bu Allah kelimesinin eski Sami asıllı olduğunu açıkça göreceklerdi.
Hıristiyanlara, zoraki bir şekilde Üç’ün Üçüncüsü olan, yani üç İlah’tan biri olan Allah’ı kabul ettirdiler. Cenab-ı Hak, bunların bu inançlarını şöyle kınamaktadır: “And olsun ki,Allah Üç’ün Üçüncüsüdür (Üç İlah’tan biridir) diyenler de kafir olmuşlardır. Halbuki bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, herhalde onlardan küfre girenlere elem verici azap vardır.”(Maide-V/73).
Allah yaratıcıdır, çünkü ezelde yaratmış, daima da yaratmaktadır. Allah kendine mahsus bir şekilde ezelde konuştuğu gibi, daima da konuşmaktadır. Fakat Allah’ın yarattığı şey ezeli veya ilahi bir şahsiyet arz etmez. Bu yüzden O’nun kelamı da ilahi veya ezeli bir şahsiyet değildir. Halbuki Hıristiyanlar daha ileri giderek Yaratıcı’yı “İlahi Baba”, O’nun kelamını “Oğul” yarattıklarına ruh vermesi sebebiyle de “Kutsal Ruh” yaparlar. Fakat bunu yaparken O’nun, yaratmadan önce Baba, konuşmadan önce Oğul ve hayat vermeden önce Ruhu’l-Kudüs olamayacağı şeklinde bir mantığı unuturlar.
Allah’ın sıfatlarını, O’nun aposteriori (kesbi bilgi) tezahürlerdeki eserleri sayesinde anlayabilirsek de ne müellifin bir görüş ileri sürebileceğini, ne de herhangi bir insan zekasının ilahi sıfatın mahiyetini ve Allah’ın Zatı ile olan münasebetini idrak edebileceğini düşünebiliriz. Ezeliyi, Apriori (vehbi ilimle) sıfatları kavrayabilmemiz de mümkün görünmemektedir. Aslında Cenab-ı Allah bize kendi varlığının mahiyetinin nasıl bir şey olduğunu kutsal kitaplarında açıklamadığı gibi, insan zekası da bunu kavrayabilecek kapasitede değildir.
Müellif bu yazılarıyla kanayan bir yarayı yeniden depreştirmeyi veya Kilise ile lüzumsuz bir münakaşaya, kavgaya girmeyi de asla arzulamamıştır. Bunları yazmakla müellif, onları sadece çok önemli bir meselenin dostça ve hoş bir şekilde müzakeresine davet etmektedir.
Hıristiyanlar şayet Cenab-ı Allah’ın zatını tarif konusunda boş teşebbüslerinden vazgeçer ve O’nun mutlak “Bir” olduğunu itiraf ederlerse, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yakınlaşma da kolay sağlanır, hatta ve hatta böyle bir birlik “ihtimal” olmaktan çıkar, “mümkün” hale gelir. İlk önce Allah’ın bir olduğu gerçeği bilinip kabul edilmeli ki, bu iki din arasında diğer birçok mesele kolayca çözümlenebilsin.
Müellif sıkıntılı bir hayattan sonra Dar’ül Aceze’de vefat etmiştir.