Türk Devletleri - Safevî Devleti (Safevîler) Hakkında Bilgi
On altı ile on sekizinci yüzyıllar arasında İran’da hüküm süren Türk hânedânı. Evliyanın büyüklerinden olan Şeyh Safiyyüddin Erdebilî’nin soyundan geldikleri için, Safevî ismiyle anıldılar.
Safevîlerin dedesi olan Safiyyüddin Erdebilî, 1252-1334 yılları arasında, Erdebil ve civarında yaşamış bir veliydi. Kendisi ve halifeleri zamanında, yolu, İran, Irak ve Andolu’da yayıldı. Osmanlı padişahlarının, Timur Han ve Akkoyunlular'ın ilgi ve yakınlıklarını gördüler. Timur Han, Safiyyüddin Erdebilî’nin torunlarından Hoca Ali’ye Erdebil şehrini vermiş ve burada bağımsız hareket etme yetkisi tanımıştı. Anadolu’ya daha önceki devirlerde yerleşmiş olan Bâtınîler ve Timur Han tarafından Anadolu’dan götürülen Türkmenler, Safeviyye yolunun mensupları arasına girdiler. Bâtıniyye sapık fırkasının, Eshâb-ı kirâm (Hazret-i Peygamber'in arkadaşları) düşmanlığını esas alan fikirlerini, Safevîler arasında yaymaya başladılar. Hoca Ali’nin torunu olan Cüneyd’e de, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını bulaştırdılar.
Cüneyd, Bâtınîlerin fikirlerinin etkisinde kalarak, doğru yoldan ayrıldı. Ehl-i sünnet itikadında olan Müslümanların nefretini kazanan Cüneyd, baba ve dedelerinden dolayı kendisine gösterilen hürmet ve sevgiyi istismar edip, siyasete karıştı. Bölgeye hakim olan Karakoyunlular'a karşı, zaman zaman ayaklanmalar düzenledi. Bu yüzden memleketini terk etmeye mecbur kalarak, bir ara Osmanlılar'a ve Karamanoğulları'na sığındı. Ancak, sapık fikirlerinden dolayı buralarda da tutunamadı. Güney ve Güneybatı Anadolu ile Suriye’nin kuzeyindeki Türkmenler arasında sapık fikirlerini yayarak, bu bölgede bir beylik kurmaya çalıştı. Fakat Mısır Memlûk hükümdarlarının müdahalesiyle başarısızlığa uğradı. Sonra Trabzon ve Canik bölgesine giderek burada faaliyetlerde bulundu. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Şeyh Cüneyd’in nüfuzundan faydalanmak üzere, onu kızkardeşi Hadîce Begüm’le evlendirdi. Bu evlilikten, Haydar adında bir oğlu dünyaya geldi. Gürcistan ve Çerkez ülkelerine seferler düzenledi. Şirvan hükümdarı Halil ile yaptığı muharebede öldü (1460).
Fikrî temelleri, Eshâb-ı kirâm düşmanlığına dayanan bir devlet kurmayı gaye edinen Cüneyd’in yerine, oğlu Haydar geçti. O da açıkça Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalıştı. Dayısı Uzun Hasan’ın kızı Halime Begüm Âlemşâh’la evlendi. Bu evlilikten, meşhur Şâh İsmâil dünyaya geldi. Akkoyunlularla akrabalık bağlarını daha da pekiştiren Haydar, gücünü arttırdı. Kendine tâbi olanlara, kızıl başlıklar giydirdi. Bu sebeple ona tâbi olanlara “Kızılbaş” adı verildi. Babasının öcünü almak üzere, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesâr üzerine yürüdüyse de, 1488’de yapılan savaşta öldü. Haydar’ın ölümünden sonra, İsmâil’in de aralarında bulunduğu çocukları, anneleriyle birlikte, dayıları ve Akkoyunlu sultanı olan Yakub tarafından hapsedildiler. Sultan Yakub’un 1490’da ölümünden sonra, İsmâil ve kardeşleri, anneleriyle birlikte serbest bırakıldılar. Büyük kardeşleri olan Sultan Ali, Safevîlerin başına geçti. Daha sonra Akkoyunlularla araları iyice açıldı. 1493’te Akkoyunlularla yaptığı bir muharebede, Sultan Ali’nin ölümünden sonra Safevîler dağıldı. Sultan Ali, ölmeden önce yerine henüz altı yaşında olan kardeşi İsmâil’i veliaht tayin etmişti. İsmail ve kardeşi İbrahim’in başına bir iş geleceğinden korkan Safevîler, onları gizlediler. Bir müddet Gilan’a götürülen İsmâil, orada altı yıldan fazla kaldı.
Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Rüstem’in ölmesi üzerine meydana gelen kargaşalıktan istifade etmesini bilen Safevîler, çocuk yaşta olan İsmail’in etrafında toplanıp, Akkoyunlu tahtında hak iddia ettiler. Çoğu Anadolu’da bulunan birçok Türkmen kabilesini de yanlarına alarak, Arran (Karabağ) ve Şirvan’ın bir kısmını ele geçirdiler. Âzerbaycan üzerine yürüdüler. Akkoyunlu hükümdarı Elvend Beyi, yenilgiye uğrattılar. Tebriz’e dönen İsmail bin Haydar’ı, 1501’de şah ilan ederek, Safevî Devletini kurdular.
Şah İsmail Safevî, öncelikle çevresindeki beylik ve devletlerle savaşıp, bazılarını hakimiyeti altına aldı. Şiîliği yayarak, Tebriz’de on iki imam adına hutbe okutup, kendi adına para bastırdı.
Akkoyunlular, elden çıkan topraklarını ele geçirmek için teşebbüse geçtilerse de başarılı olamadılar. Doğuda bulunan Timurlu Devleti de zayıflamıştı. Kendini güçlü hisseden Şah İsmail, 1502-1503’te Irak üzerine yürüyüp Akkoyunlu Hükümdarı Murad Beyi mağlup ederek Şiraz’ı ele geçirdi. Kazerûn’u alıp, pek çok Sünnî âlim ve Müslümanı kılıçtan geçirtti. Yezd ve İsfahan’ı da istilâ ederek, sapık fikirlerini kabul etmeyen Müslümanlara zulüm yaptı ve kabul etmeyip karşı çıkanları öldürttü. Anadolu içlerinde ve Osmanlı topraklarına da fikirlerini yaymaya teşebbüs etti. İsfahan’da bulunduğu sırada, Osmanlı Padişahı İkinci Bayezid Han, elçiler göndererek fikirlerinden vazgeçmesini ve Sünnî Müslümanlara karşı uyguladığı zulmü durdurmasını istedi.
Bir taraftan Osmanlı hükümdarlarına bağlılığını bildiren Şah İsmail, diğer taraftan Sünni Müslümanlara karşı zulüm hareketini devam ettiriyordu. 1505’te Kazvin’e gelerek, Hâlid bin Velid’in soyundan olan Hâlidîleri topluca katlettirdi. 1507’de, Dulkadiroğlu Alâüddevle Beyi mağlup edip, Erciş, Ahlat ve Bitlis’i ele geçirdi ve Elbistan’a kadar ilerledi. İşgal ettiği yerlerde on binlerce Sünnî Müslümanı katlettirdi. Hakimiyet sahasını genişleten Şah İsmail, Irak-ı Arab’a sefer düzenledi. 1509’da Bağdat’ı istilâ etti. Burada bulunan Sünnî âlimlerinden pek çoğunun türbelerini tahrip ettirip, Sünnî Müslümanları topluca katlettirdi. Bir müddet sonra, Huzistan üzerine yürüyerek burayı zaptetti.
Horasan’ı fetheden Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybek üzerine yürüyerek, 1509’da Merv civarında Özbek kuvvetleriyle karşılaştı. Bu muharebede Muhammed Şeybek Han yenildi. Muhammed Şeybek Hanın kafatasını kendisine şarap kadehi yapan Şah İsmail, derisine saman doldurup, zaferine alamet olmak üzere Osmanlı Sultanı İkinci Bayezid Hana gönderdi. Bu galibiyetten sonra kendini güçlü hisseden Şah İsmail, Mâverâünnehir üzerine yürüdü. Özbeklerin sulh talebi üzerine, Belh ve birkaç vilayeti zaptettikten sonra, Irak’a döndü.
Şah İsmail, bir taraftan seferler düzenleyerek ülkesini genişletmeye çalışırken, diğer taraftan derviş kılığında ve tarikat mensubu adı altında pek çok taraftarını, komşu ülkelere, bilhassa Osmanlı topraklarına göndererek isyan ve karışıklıklar çıkarttı. Bunlardan Şah-kulu veya Şeytan-kulu diye bilinen Karabıyıkoğlu, üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerini, üst üste bozguna uğrattı. Kütahya’yı tahrip etti. Veziriâzam Ali Paşa ile giriştiği muharebede öldürüldü ise de Ali Paşa da şehit düştü. Anadolu’daki isyanlar üzerine, İkinci Bayezid Han, Safevîlere meyledenlerin İran’a gitmelerini yasaklayarak, bunların bir kısmını, Rumeli’ye sürgüne gönderdi. Şah İsmail, taraftarlarının kendisini ziyarete gelmelerinin yasaklandığını haber alınca, İkinci Bayezid Hana mektup yazarak onların gönderilmelerini istedi. İkinci Bayezid Han ise yazdığı mektupta, İran’a gidenlerin Şahı ziyaret için değil, askerlikten kaçmak için gittiklerini bildirdi ve Şah İsmail’in isteğini yerine getirmedi.
Bu sırada Şah İsmail’in, Osmanlı Devleti için içten ve dıştan büyük bir tehlike arz etmeye başladığını, Osmanlılara karşı Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gûrî (Gavri) ile anlaştığını tespit eden İkinci Bayezid Han, gerekli tedbirleri aldı. Fakat herhangi bir harekete geçmedi. Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı padişahı olunca, Anadolu’da bulunan Safevî taraftarlarına karşı takibata girişti. Özbek Hanına haber göndererek, Şah İsmail’e karşı harekete geçmesini istedi. Şah İsmail’e de, ağır hakaretlerle dolu mektuplar yazarak, onu savaşa girmeye tahrik etti. Nihayet, 23 Ağustos 1514’te Çaldıran’da yapılan savaşta, ağır mağlûbiyete uğrayan Şah İsmail, muharebe meydanından kaçtı (Bkz. Çaldıran Savaşı). Bu sırada Özbekler, Horasan’ı tekrar ele geçirdiler. İçkiye ve işrete düşkün olan Şah İsmail, devlet erkânının isteği üzerine, henüz bir yaşında olan oğlu Tahmasb’ı, veliaht tayin etti. 1524’te Erdebil’in Serab kasabasında öldü.
Şah İsmail’in ölümünden sonra, yerine, henüz on yaşında bulunan büyük oğlu Ebü’l-Muzaffer Tahmasb geçti. Yeni Şahın çocuk olması, bazı karışıklıklara sebep oldu. Hattâ, bazı kabileler, kendi bölgelerinde bağımsız hareket etmeye başladılar. Bu durumdan istifade eden Özbekler, birçok kere Horasan’ı zaptettiler. Şah Tahmasb’ın daha sonra Horasan’a tayin ettiği vali, bu bölgeyi hakimiyeti altına aldı.
Bitlis Hakimi Şeref Beyin, Safevîlere itaat etmesi, Osmanlı ordusunun, Safevîlere karşı sefer açmasına sebep oldu. Bu sırada Özbekler, Horasan’ı tekrar zaptettiler. Osmanlı ordusunun, Irakeyn Seferinden dönmesini fırsat bilen Şah Tahmasb, Özbek Hanı Ubeydullah Han üzerine yürüyerek Herat ve Kandehar’ı tekrar aldı. Elkas Mirzâ komutasındaki yirmi bin kişilik bir orduyu da, Şirvanşâhların idaresindeki Şirvan üzerine gönderdi. Bu ordu, 1538’de Şirvan’ın önemli kalelerini ele geçirdi.
Gürcülerle de mücadeleye girişen Safevîler, uzun çarpışmalardan sonra, onları hakimiyetleri altına aldılar.
Bu sırada, Avrupa seferleri sebebiyle, Osmanlı-Safevî münasebetleri bir müddet sessiz kaldı. Ancak, Safevî kumandanlarından Elkas Mirzâ’nın, Osmanlılara ilticâ etmesinden sonra Kanunî Sultan Süleyman, 1548’de Tebriz üzerine bir sefer daha düzenledi. Meren civarında, Safevî ordusu, Osmanlılara yenildi. Kanunî Sultan Süleyman Hanın vefatından sonra, Osmanlı-Safevî münasebetlerinde sessizlik hakim oldu. Şah Tahmasb, İkinci Selim ve Üçüncü Murad’ın cüluslarında (tahta çıkışlarında) İstanbul’a elçi göndererek, cülus tebriknâmesi ve hediyeler takdim etti. 53 yıl gibi uzun bir müddet saltanat süren Şah Tahmasb, hükümet merkezini Tebriz’den Kazvin’e nakletti. Tezkire-i Şah Tahmasb adıyla bilinen kendi hâl tercümesini (otobiyografisini) yazan Şah Tahmasb, veliahd tayini hususunda Kızılbaş reisleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle, 15 Mayıs 1576’da zehirlenerek öldürüldü.
Şah Tahmasb’ın ölümünden sonra oğlu İsmail Mirzâ, İkinci Şah İsmail unvanıyla tahta geçti. Bazı Kızılbaş ileri gelenlerini ve diğer şehzadeleri ortadan kaldırdı. Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden Şafiî mezhebini tercih edip, âlim geçinen ve Eshâb-ı kirâm düşmanı olan kimseleri, sarayından uzaklaştırdı. Ehl-i sünnet âlimlerine karşı ilgi duyup, onları sarayına aldı. Osmanlılarla antlaşma yaptı. Devlet kademelerinde bulunan Kızılbaşları azledip, yerlerine, kendine tâbi, fakat tecrübesiz kimseleri getirmesi, Eshâb-ı kirâm düşmanlarının karşı çıkmasına sebep oldu. Bir sene kadar saltanatta kaldıktan sonra, 1577’de düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Şah İkinci İsmail’in vefatından sonra, yerine kardeşi Muhammed Hudâbende geçti. Âmâ olan bu hükümdar, idareden âciz olduğu için, memleketi eşi idare etmeye başladı. Yerine de Hamza Mirzâ’yı veliaht tayin etti. Şah İkinci İsmail zamanında Osmanlılarla yapılan anlaşma bozulduğundan, Osmanlı Sultanı Üçüncü Murad Han tarafından Safevîlere harp ilan edildi. Vezir Lala Mustafa Paşa kumandasındaki ordu, Safevîleri, Çıldır Ovasında yendi. Tiflis ve Şirvan bölgeleri, Osmanlıların eline geçti. Safevîler, kaybettikleri toprakları geri almak üzere teşebbüse geçtilerse de, başarılı olamadılar. Bu durum karşısında Şah Hamza Mirzâ, sulh isteğinde bulundu. Fakat, 1586’da Şah Hamza Mirzâ da öldürüldü.
Şâh Hamza Mirzâ’nın öldürülmesinden sonra, yerine tayin edilecek veliaht hususunda Kızılbaş reisleri arasında anlaşmazlıklar çıktı. Nihayet 1588’de, Abbas Mirzâ, Safevî tahtına geçti. Şah Abbas, tahta geçtikten sonra, Osmanlılarla sulha taraftar olan emîrleri katlettirdi. Özbek Hanı Abdullah Hanın, Herat’ı zapt ederek, Meşhed üzerine yürüdüğünü duyup, onu durdurmak için Horasan’a hareket etti. Bu sırada, Ferhat Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Gence’yi; Sinan Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu da Nihavend’i ele geçirdi. Doğuda Özbek, batıda Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî devletinde iç isyanlar başgösterdi. Şah Abbas, iç isyanları bastırmak için Osmanlılarla anlaşmak istedi. Sulh için İstanbul’a bir elçi gönderdi. 1590’da yapılan antlaşmayla, İran’da; Peygamber efendimizin Ashâbına ve halifelerine hakaretten vazgeçilmesi, Sünnî olan Müslümanlara karşı kötü hareketlerde bulunulmaması kararlaştırıldı. Âzerbaycan, Şirvan, Gürcistan, Karabağ ve Lûristan’ın bir kısmı Osmanlılarda kaldı.
Şah Abbas, Osmanlılarla bu antlaşmayı imzaladıktan sonra, içerdeki karışıklıkları bastırdı. Özbekleri de Horasan’dan uzaklaştırdı. Devlet merkezini de Kazvin’den İsfahan’a nakletti. “Şahsevenler” adı verilen yeni bir ordu da kuran Şah Abbas, Avrupa devletleriyle sıkı münasebetler kurmaya başladı. İçeride istikrarı sağladıktan sonra, Osmanlıların fethettiği yerleri, geri almaya teşebbüs etti. Çok zalim ve kan dökücü olan Şah Abbas, Basra Körfezindeki adaları da Portekizlilerden aldı. 42 yıl saltanat sürdükten sonra, 1628’de öldü.
Şah Abbas’ın ölümünden sonra torunu Sam Mirzâ, Şah Birinci Safî unvanıyla tahta geçti. Zalim bir şahsiyete sahip olan Sam Mirzâ da, Özbekler ve Osmanlılar'la uğraşmaya devam etti. Van bölgesini Osmanlılardan almaya teşebbüs etti. Bunun üzerine Osmanlı padişahı Dördüncü Murad Han, Revan Seferine çıktı. Daha sonra da Bağdat üzerine yürüyüp, bu bölgeyi kesin olarak Osmanlı hakimiyetine aldı. Şah Birinci Safî, 1642’de ölünce, yerine on yaşındaki oğlu İkinci Abbas geçti. Onun da 1667’de ölümünden sonra, oğlu Safî Mirzâ, Şah Birinci Süleyman unvanıyla tahta geçti. Şah Birinci Süleyman zamanında İran halkı, istikrar içinde yaşadı. 1694’te ölünce, yerine Sultan Hüseyin geçti.
Yirmi beş yıldan fazla tahtta kalan Sultan Hüseyin, Sünnî Müslümanlara çok zulmetti. Halk tarafından da pek sevilmeyen Sultan Hüseyin’in, Afganlılarla arası açıldı. Kandehar Valisi Mîr Üveys, 1709’da bağımsızlığını ilan etti. Mîr Üveys’in oğlu Mahmud, 1722’de İsfahan’ı ele geçirerek, Şah Hüseyin’i Safevî tahtından uzaklaştırdı. Bu sırada, Safevî Hanedanının, Mahmud’un eline esir düşmesini istemeyen İran devlet adamları, Şah Hüseyin’in oğlu İkinci Tahmasb’ı, Kazvin taraflarına kaçırdılar.
Aslen Avşar olan Safevî kumandanlarından Nâdir’in gayretleriyle Afganlılar, İran’dan uzaklaştırıldıktan sonra, 1722’de İkinci Tahmasb, Safevî tahtına çıkarıldı. Fakat memlekette iç karışıklıklar baş gösterdi. Sünnî Müslümanlara zulüm ve kıyım hareketleri arttı.
Osmanlılar, Sünnî Müslümanların bulunduğu bazı şehirleri Safevîlerin elinden kurtarmaya karar verdiler. Erzurum Valisi Silahtar İbrahim Paşa kumandasındaki ordu, 1723’te Tiflis bölgesini ele geçirdi. Rus Çarı Deli Petro, bazı toprakların Rusya’ya verilmesi karşılığı, Afganlıları İran’dan çıkarmayı vaad etti. Antlaşma imzalandı. Şah İkinci Tahmasb, Osmanlılarla da anlaşmak üzere elçiler gönderdi. Fakat Osmanlılar, bu teklifi kabul etmediler. Nihayet Osmanlı orduları, üç koldan İran üzerine yürüdü. 1723’te Kirmanşah ve Erdelen eyaletinin merkezi olan Sine şehrini aldılar. Köprülüzade Abdullah Paşa kumandasındaki ordu da, 1724 Mayısında Tebriz önüne geldi. Şah İkinci Tahmasb’ın kumandasındaki Safevî ordusu, Osmanlılara karşı şiddetle savaştı. Fakat, bütün gayretlerine rağmen, iki aylık bir kuşatmadan sonra Tebriz, Osmanlıların eline geçti. Ordu, Revan üzerine yürüdü. İran topraklarını ele geçirmeleri, Osmanlıları, Rusya ile karşı karşıya getirdi. Nihayet 24 Haziran 1724’te, İstanbul’da yapılan bir toplantıda, İran topraklarının, Rusya ile Osmanlı Devleti arasında taksim edilmesi kararlaştırıldı. Memleketi; Afganlılar, Osmanlılar ve Ruslar tarafından taksim edilen Şah İkinci Tahmasb, Fransa aracılığıyla, bu anlaşma ve taksimata itirazda bulundu ve anlaşmayı kabul etmeyeceğini açıkladı. İran’a karşı tekrar harp ilan eden Osmanlılar, önce Lûristan eyaletinin belli başlı şehirlerini aldılar. 1724’te Hemedan ve Nihavend’i de ele geçirdiler.
İkinci Tahmasb’ın şahlığı, 1731’e kadar devam etti. Ancak, bu devirde idare, Avşarlı Nâdir Şah'ın elinde idi. Nâdir Şah, 1730’da Afganlıları İran’dan çıkardı. Başşehir İsfahan’ı geri aldı. Ahmed Paşa zamanında Bağdat’ı kuşattı. Sekiz ay sonra İstanbul’dan Topal Osman Paşanın ordusu gelince, kuşatmayı kaldırıp kaçtı. Nâdir Şah, 1731’de Şah İkinci Tahmasb’ı saltanattan uzaklaştırarak, onun yerine küçük yaştaki oğlu Üçüncü Abbas’ı, Safevî tahtına çıkardı. O zamana kadar zaten bağımsız hareket eden Nâdir Şah, Üçüncü Abbas’ın 1736’da ölmesinden sonra, İran’da idareye hakim oldu. Böylece iki yüz yıldan fazla hüküm süren Safevî Hanedanı son buldu.
Safevîlerde Kültür ve Medeniyet
İlk zamanlar Akkoyunlu Devletinin idarî teşkilât ve müesseselerini kabul eden Safevîler, daha sonra Osmanlılardaki idare usulü ve müesseseleriyle idare edildiler. Mutlak hakimiyet sahibi olan Şahın bir müşavere (danışma) meclisi vardı. Şahlık, babadan oğula kalırdı. Şahtan sonra en büyük devlet adamı Vezîriâzamdı. İtimâdüddevle unvanıyla da anılan Vezîriâzam, şahın vekiliydi. Safevî devlet teşkilâtında, itimâdüddevleden sonra ikinci önemli vazife, bütün adlî işlere bakan Dîvân beyliği ve Kâdılkudât adı verilen makamdı. Diğer mühim bir rütbe de, Meclis-nüvis veya Vekâyi-nüvisti. Safevî devlet ricâli arasında, Vezîriâzamdan sonra, Kurcıbaşı, Kullarağası, Eşikağasıbaşı ve Tüfekçibaşı gelirdi. Vezîriâzam, Dîvân beyi, Vekâyi-nüvîsle beraber devlet ileri gelenleri, toplam yedi kişi olurlar ve mühim devlet işlerine istişare ile karar verirlerdi.
Taşra teşkilâtı ise, vali veya beylerbeyi tarafından idare edilen eyaletlere ayrılmıştı. Ordu teşkîlâtı da Akkoyunlu ordu teşkilâtına çok benzerdi. Şah Abbas devrinden itibaren ordu, iki kısımdan meydana geliyordu. Birinci kısım, İran’ın her tarafına dağılmış olan ve savaş zamanlarında eyalet valileri tarafından toplanarak merkeze gönderilen daimî süvarilerdi. İkincisi ise, Şah Abbas tarafından meydana getirilen ve Şahsevenler adı verilen yeni orduydu. Bu yeni ordu, Tüfekçiler, Kullar ve Topçulardan meydana geliyordu.
Safevîler devrinde, İran’da, canlı bir ilim hayatı yoktu. Yalnız Şiî fıkhıyla ilgilenen ve müftî denilen kimseler vardı. Bunun haricinde bir ilmî çalışmaya pek rastlanmazdı. Safevîler devrinde yetişen Bahâî, Mîr Dâmâd ve Molla Sadra gibileri, o devrin ilmî şahsiyetleri arasında sayılabilir. Bahâî; matematik, astronomi ve tıpta üstün bir seviyeye ulaşmış ve bu konularda birçok eser vücuda getirmişti. Mîr Muhammed Bâkır-ı Esterâbâdî de felsefe ve matematikte devrinin meşhur bilginleri arasında yer almıştı. İsfahan’da yetişen Molla Sadra (Sadreddîn Muhammed bin İbrâhim-i Şirâzî) tefsir, hadis, fıkıh ve felsefe öğrenmiş ve bu konularda birçok eser yazmıştı. Molla Muhsin Feyzî Kâşânî, şâir olarak şöhret kazanmış ve pek çok kitap ve risale yazmıştır. Safevîlerden önce zirveye ulaşmış olan Fars edebiyatı, bu dönemde pek ilerleme kaydedememiştir. Abdurrahmân-ı Câmî ve Celâleddîn Devânî gibi Sünnî şâir ve münşîler, Safevîlerin ilk zamanlarında yetişmişti. Türkçe'nin resmî dil olarak kabul edilmesi sebebiyle, Azerî edebiyatı da önem kazanmıştı. Fuzulî, bu dönemde yetişen şairlerdendir. Ancak, pek itibar görmemiştir. Yine Avşar Türklerinden olan Sâdıkî, Mecmâü’n-Navâs adlı tezkiresini, Ali Şir Nevâî’ye zeyl mahiyetinde, bu devirde yazdı ve bunu diğer eserler takip etti. Aynı devirde bazı tarihçiler de yetişti: Tevekkül bin İsmâil bin Bezzâr el-Erdebîlî, Kadı Ahmed Gaffîrî-i Kazvînî, Hasan Bey Rumlu, Celâl Müneccim, İskender Münşî, Vahhid-i Kazvînî ve Şeyh bin Şeyh Abdüzzâhidî bunlardandır.
Safevîler döneminde güzel sanatlara önem verilmiştir. Bilhassa, camiler, türbeler ve saraylar gibi mimarî eserler meydana getirilmiştir. İsfahan’da bulunan Nakş-i Cihân Meydanı, Ali Kapı, Şeyh Lütfullah Camii, Şah Camii, Hıyâbânı Çehârbağ, Allahverdihan Köprüsü, Çihl Sütûn ve Heşt-Behişt sarayları bu devirlerde yapılan belli başlı mimarî eserlerdendir.
Ayrıca Şah İsmail devrinde oldukça ilgi gören hat sanatında ta’lik, nesta’lik, dîvânî, siyâkat ve müsennâ stilinde eserler meydana getirilmiştir. Tezhib, yani süsleme sanatı da bu devirde yüksek seviyeye ulaşmış, kitaplara altın suyu ile süslemeler yapılmıştır. Safevîler devrinde minyatür sanatı ileri gitmiş olup, silâh, halı ve diğer süsleme sanatlarında madenlerden yapılan süs ve şekillere rastlanır. Halı dokumacılığı da gelişmiş olup, acem halıları adıyla meşhur halılar, bu devrin eserleridir. İpekten dokunan bu halılar, hayvan ve kuş resimleriyle süslenmişti. Safevîler devrinde, İran’da, kumaş imalatı, çinicilik, ciltçilik, oymacılık ve tahta işlemeciliği gibi sanatların da oldukça geliştiği görülür.
Safevî Hükümdârları / Tahta Geçişi
* Şâh İsmâil I - 1501
* I. Tahmasb - 1524
* Şâh İsmâil II - 1576
* Muhammed Hudâbende - 1578
* Şah Abbâs I - 1588
* I. Safî - 1629
* II. Abbâs - 1642
* I. Süleymân (II. Safî) - 1666
* I. Hüseyin - 1694
* II. Tahmasb - 1722
* III. Abbâs - 1732
* II. Süleymân - 1749
* III. İsmâil - 1750
* II. Hüseyin - 1753
* Muhammed - 1786
(III. Abbâs’tan Muhammed’e kadar olan son beş hükümdâr, İran’ın bâzı kısımlarında ismen hükümdârdır.)
Safeviler İlhanlıların Tekrarı Gibidir
Safevîlerin bunları Çağataylardan aldıklarında şüphe yoktur. Bir de bunlara Çağatay edebiyatının Safevîler arasında çok revaçta olduğu ilave edilirse Safevî devletine bir çok bakımlardan İlhanlı İmparatorluğu'nun ihyası nazarı ile bakmak hiç de isabetsiz bir görüş sayılmaz. Bilindiği gibi İran Selçukluları (hatta Anadolu Selçukluları) divanından çıkmış hiç bir Türkçe vesikaya sahip değiliz. Kara-Koyunlular için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ak-Koyunlu beylerinden bir kaçının Türkiye'ye Türkçe mektuplar gönderdikleri biliniyor. Safevîlere gelince daha Şah İsmail'den itibaren bu devletin divanında pek fazla olmamakla beraber Türkçe mektuplar da yazılmakta idi.
Safevîlerin İran'ı, Türk unsurun daha önceki devirlere nazaran en fazla kesafet peyda ettiği bir ülke haline gelmiş bulunuyordu. Bunun sebebi Safevî devletinin kuruluşu ile ilgili olarak Türkiye'den vuku bulan kümeler halindeki devamlı göçlerdir.Bu göçler bir asırdan fazla sürmüştür. Hatta XVIII. yüzyılın başlarında bile bu ülkeye göçler yapıldığına belgeler vardır. Daha önce başka yerlerde yazıldığı gibi Anadolu'dan İran'a XIV. yüzyıldan beri siyasî faaliyetlerle ilgili olarak göç hareketleri yapılmakta idi. Hatta XIX. yüzyılda İran'daki Türk oymaklarından bir çokları Anadolu'dan geldiklerini unutmuşlardı. Bu göçlerin ilki Moğolların Diyarbakır Valisi Uyrat Ali Padişah'ın 1336'da İlhanlı hükümdarı Arpagaun'un üzerinde yürümesi ile başlamıştır. Ali Padişah'ın Arpagaun'u yenerek iktidarı ele alması üzerine Güney-Doğu Anadolu bir kısım Doğu-Anadolu yörelerinden kalabalık sayıda bir Moğol ve Türk topluluğu İran'a gitti. Bunu aynı yılda Moğollar'ın Anadolu umumî valisi Celâyir Şeyh Hasan idaresinde Orta-Anadolu'dan gelen bir diğer Moğol-Türk kümesi takip etti. Çobanlı Şeyh Hasan ile Düzmece Demirtaş'ın yine daha ziyade Orta-Anadolu'dan İran'a getirdikleri topluluk ise ilk ikisinden çok daha kalabalık idi.
XV. yüzyılda İran'a Kara-Koyunluların göç ettiklerini biliyoruz. Bunlar yalnız Doğu-Anadolu ile Güney-Doğu Anadolu'da yaşayan Türk oymaklarının pek mühim bir kısmını götürmekle kalmadılar, Orta-Anadolu'daki Türk oymaklarıdan bazılarının da İran'a göç etmelerine âmil oldular. Mesela Kara-Koyunlular Maraş-Elbistan bölgesindeki Ağaç-Eriler'den bir kolu İran'a göçürdüler ki, bu kol orada varlığını zamanımıza kadar devam ettirmiştir. Fakat aşağıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere Safevî devletinin kurulması ile gerçekleşen göçler diğerleri ile mukayese edilemeyecek derecede yoğun ve devamlı olmuştur. Hatta Safevî devleti kurulduktan sonra da uzun bir zaman -bilhassa insan gücü bakımından- Anadolu'dan beslenmiştir. Böylece bir birinin amansız düşmanı olan Osmanlılar ile Safevîler bir asır kadar bu ülkeden müştereken faydalanmışlardır.
On altı ile on sekizinci yüzyıllar arasında İran’da hüküm süren Türk hânedânı. Evliyanın büyüklerinden olan Şeyh Safiyyüddin Erdebilî’nin soyundan geldikleri için, Safevî ismiyle anıldılar.
Safevîlerin dedesi olan Safiyyüddin Erdebilî, 1252-1334 yılları arasında, Erdebil ve civarında yaşamış bir veliydi. Kendisi ve halifeleri zamanında, yolu, İran, Irak ve Andolu’da yayıldı. Osmanlı padişahlarının, Timur Han ve Akkoyunlular'ın ilgi ve yakınlıklarını gördüler. Timur Han, Safiyyüddin Erdebilî’nin torunlarından Hoca Ali’ye Erdebil şehrini vermiş ve burada bağımsız hareket etme yetkisi tanımıştı. Anadolu’ya daha önceki devirlerde yerleşmiş olan Bâtınîler ve Timur Han tarafından Anadolu’dan götürülen Türkmenler, Safeviyye yolunun mensupları arasına girdiler. Bâtıniyye sapık fırkasının, Eshâb-ı kirâm (Hazret-i Peygamber'in arkadaşları) düşmanlığını esas alan fikirlerini, Safevîler arasında yaymaya başladılar. Hoca Ali’nin torunu olan Cüneyd’e de, Eshâb-ı kirâm düşmanlığını bulaştırdılar.
Cüneyd, Bâtınîlerin fikirlerinin etkisinde kalarak, doğru yoldan ayrıldı. Ehl-i sünnet itikadında olan Müslümanların nefretini kazanan Cüneyd, baba ve dedelerinden dolayı kendisine gösterilen hürmet ve sevgiyi istismar edip, siyasete karıştı. Bölgeye hakim olan Karakoyunlular'a karşı, zaman zaman ayaklanmalar düzenledi. Bu yüzden memleketini terk etmeye mecbur kalarak, bir ara Osmanlılar'a ve Karamanoğulları'na sığındı. Ancak, sapık fikirlerinden dolayı buralarda da tutunamadı. Güney ve Güneybatı Anadolu ile Suriye’nin kuzeyindeki Türkmenler arasında sapık fikirlerini yayarak, bu bölgede bir beylik kurmaya çalıştı. Fakat Mısır Memlûk hükümdarlarının müdahalesiyle başarısızlığa uğradı. Sonra Trabzon ve Canik bölgesine giderek burada faaliyetlerde bulundu. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Şeyh Cüneyd’in nüfuzundan faydalanmak üzere, onu kızkardeşi Hadîce Begüm’le evlendirdi. Bu evlilikten, Haydar adında bir oğlu dünyaya geldi. Gürcistan ve Çerkez ülkelerine seferler düzenledi. Şirvan hükümdarı Halil ile yaptığı muharebede öldü (1460).
Fikrî temelleri, Eshâb-ı kirâm düşmanlığına dayanan bir devlet kurmayı gaye edinen Cüneyd’in yerine, oğlu Haydar geçti. O da açıkça Eshâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalıştı. Dayısı Uzun Hasan’ın kızı Halime Begüm Âlemşâh’la evlendi. Bu evlilikten, meşhur Şâh İsmâil dünyaya geldi. Akkoyunlularla akrabalık bağlarını daha da pekiştiren Haydar, gücünü arttırdı. Kendine tâbi olanlara, kızıl başlıklar giydirdi. Bu sebeple ona tâbi olanlara “Kızılbaş” adı verildi. Babasının öcünü almak üzere, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesâr üzerine yürüdüyse de, 1488’de yapılan savaşta öldü. Haydar’ın ölümünden sonra, İsmâil’in de aralarında bulunduğu çocukları, anneleriyle birlikte, dayıları ve Akkoyunlu sultanı olan Yakub tarafından hapsedildiler. Sultan Yakub’un 1490’da ölümünden sonra, İsmâil ve kardeşleri, anneleriyle birlikte serbest bırakıldılar. Büyük kardeşleri olan Sultan Ali, Safevîlerin başına geçti. Daha sonra Akkoyunlularla araları iyice açıldı. 1493’te Akkoyunlularla yaptığı bir muharebede, Sultan Ali’nin ölümünden sonra Safevîler dağıldı. Sultan Ali, ölmeden önce yerine henüz altı yaşında olan kardeşi İsmâil’i veliaht tayin etmişti. İsmail ve kardeşi İbrahim’in başına bir iş geleceğinden korkan Safevîler, onları gizlediler. Bir müddet Gilan’a götürülen İsmâil, orada altı yıldan fazla kaldı.
Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Rüstem’in ölmesi üzerine meydana gelen kargaşalıktan istifade etmesini bilen Safevîler, çocuk yaşta olan İsmail’in etrafında toplanıp, Akkoyunlu tahtında hak iddia ettiler. Çoğu Anadolu’da bulunan birçok Türkmen kabilesini de yanlarına alarak, Arran (Karabağ) ve Şirvan’ın bir kısmını ele geçirdiler. Âzerbaycan üzerine yürüdüler. Akkoyunlu hükümdarı Elvend Beyi, yenilgiye uğrattılar. Tebriz’e dönen İsmail bin Haydar’ı, 1501’de şah ilan ederek, Safevî Devletini kurdular.
Şah İsmail Safevî, öncelikle çevresindeki beylik ve devletlerle savaşıp, bazılarını hakimiyeti altına aldı. Şiîliği yayarak, Tebriz’de on iki imam adına hutbe okutup, kendi adına para bastırdı.
Akkoyunlular, elden çıkan topraklarını ele geçirmek için teşebbüse geçtilerse de başarılı olamadılar. Doğuda bulunan Timurlu Devleti de zayıflamıştı. Kendini güçlü hisseden Şah İsmail, 1502-1503’te Irak üzerine yürüyüp Akkoyunlu Hükümdarı Murad Beyi mağlup ederek Şiraz’ı ele geçirdi. Kazerûn’u alıp, pek çok Sünnî âlim ve Müslümanı kılıçtan geçirtti. Yezd ve İsfahan’ı da istilâ ederek, sapık fikirlerini kabul etmeyen Müslümanlara zulüm yaptı ve kabul etmeyip karşı çıkanları öldürttü. Anadolu içlerinde ve Osmanlı topraklarına da fikirlerini yaymaya teşebbüs etti. İsfahan’da bulunduğu sırada, Osmanlı Padişahı İkinci Bayezid Han, elçiler göndererek fikirlerinden vazgeçmesini ve Sünnî Müslümanlara karşı uyguladığı zulmü durdurmasını istedi.
Bir taraftan Osmanlı hükümdarlarına bağlılığını bildiren Şah İsmail, diğer taraftan Sünni Müslümanlara karşı zulüm hareketini devam ettiriyordu. 1505’te Kazvin’e gelerek, Hâlid bin Velid’in soyundan olan Hâlidîleri topluca katlettirdi. 1507’de, Dulkadiroğlu Alâüddevle Beyi mağlup edip, Erciş, Ahlat ve Bitlis’i ele geçirdi ve Elbistan’a kadar ilerledi. İşgal ettiği yerlerde on binlerce Sünnî Müslümanı katlettirdi. Hakimiyet sahasını genişleten Şah İsmail, Irak-ı Arab’a sefer düzenledi. 1509’da Bağdat’ı istilâ etti. Burada bulunan Sünnî âlimlerinden pek çoğunun türbelerini tahrip ettirip, Sünnî Müslümanları topluca katlettirdi. Bir müddet sonra, Huzistan üzerine yürüyerek burayı zaptetti.
Horasan’ı fetheden Özbek Hükümdarı Muhammed Şeybek üzerine yürüyerek, 1509’da Merv civarında Özbek kuvvetleriyle karşılaştı. Bu muharebede Muhammed Şeybek Han yenildi. Muhammed Şeybek Hanın kafatasını kendisine şarap kadehi yapan Şah İsmail, derisine saman doldurup, zaferine alamet olmak üzere Osmanlı Sultanı İkinci Bayezid Hana gönderdi. Bu galibiyetten sonra kendini güçlü hisseden Şah İsmail, Mâverâünnehir üzerine yürüdü. Özbeklerin sulh talebi üzerine, Belh ve birkaç vilayeti zaptettikten sonra, Irak’a döndü.
Şah İsmail, bir taraftan seferler düzenleyerek ülkesini genişletmeye çalışırken, diğer taraftan derviş kılığında ve tarikat mensubu adı altında pek çok taraftarını, komşu ülkelere, bilhassa Osmanlı topraklarına göndererek isyan ve karışıklıklar çıkarttı. Bunlardan Şah-kulu veya Şeytan-kulu diye bilinen Karabıyıkoğlu, üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerini, üst üste bozguna uğrattı. Kütahya’yı tahrip etti. Veziriâzam Ali Paşa ile giriştiği muharebede öldürüldü ise de Ali Paşa da şehit düştü. Anadolu’daki isyanlar üzerine, İkinci Bayezid Han, Safevîlere meyledenlerin İran’a gitmelerini yasaklayarak, bunların bir kısmını, Rumeli’ye sürgüne gönderdi. Şah İsmail, taraftarlarının kendisini ziyarete gelmelerinin yasaklandığını haber alınca, İkinci Bayezid Hana mektup yazarak onların gönderilmelerini istedi. İkinci Bayezid Han ise yazdığı mektupta, İran’a gidenlerin Şahı ziyaret için değil, askerlikten kaçmak için gittiklerini bildirdi ve Şah İsmail’in isteğini yerine getirmedi.
Bu sırada Şah İsmail’in, Osmanlı Devleti için içten ve dıştan büyük bir tehlike arz etmeye başladığını, Osmanlılara karşı Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gûrî (Gavri) ile anlaştığını tespit eden İkinci Bayezid Han, gerekli tedbirleri aldı. Fakat herhangi bir harekete geçmedi. Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı padişahı olunca, Anadolu’da bulunan Safevî taraftarlarına karşı takibata girişti. Özbek Hanına haber göndererek, Şah İsmail’e karşı harekete geçmesini istedi. Şah İsmail’e de, ağır hakaretlerle dolu mektuplar yazarak, onu savaşa girmeye tahrik etti. Nihayet, 23 Ağustos 1514’te Çaldıran’da yapılan savaşta, ağır mağlûbiyete uğrayan Şah İsmail, muharebe meydanından kaçtı (Bkz. Çaldıran Savaşı). Bu sırada Özbekler, Horasan’ı tekrar ele geçirdiler. İçkiye ve işrete düşkün olan Şah İsmail, devlet erkânının isteği üzerine, henüz bir yaşında olan oğlu Tahmasb’ı, veliaht tayin etti. 1524’te Erdebil’in Serab kasabasında öldü.
Şah İsmail’in ölümünden sonra, yerine, henüz on yaşında bulunan büyük oğlu Ebü’l-Muzaffer Tahmasb geçti. Yeni Şahın çocuk olması, bazı karışıklıklara sebep oldu. Hattâ, bazı kabileler, kendi bölgelerinde bağımsız hareket etmeye başladılar. Bu durumdan istifade eden Özbekler, birçok kere Horasan’ı zaptettiler. Şah Tahmasb’ın daha sonra Horasan’a tayin ettiği vali, bu bölgeyi hakimiyeti altına aldı.
Bitlis Hakimi Şeref Beyin, Safevîlere itaat etmesi, Osmanlı ordusunun, Safevîlere karşı sefer açmasına sebep oldu. Bu sırada Özbekler, Horasan’ı tekrar zaptettiler. Osmanlı ordusunun, Irakeyn Seferinden dönmesini fırsat bilen Şah Tahmasb, Özbek Hanı Ubeydullah Han üzerine yürüyerek Herat ve Kandehar’ı tekrar aldı. Elkas Mirzâ komutasındaki yirmi bin kişilik bir orduyu da, Şirvanşâhların idaresindeki Şirvan üzerine gönderdi. Bu ordu, 1538’de Şirvan’ın önemli kalelerini ele geçirdi.
Gürcülerle de mücadeleye girişen Safevîler, uzun çarpışmalardan sonra, onları hakimiyetleri altına aldılar.
Bu sırada, Avrupa seferleri sebebiyle, Osmanlı-Safevî münasebetleri bir müddet sessiz kaldı. Ancak, Safevî kumandanlarından Elkas Mirzâ’nın, Osmanlılara ilticâ etmesinden sonra Kanunî Sultan Süleyman, 1548’de Tebriz üzerine bir sefer daha düzenledi. Meren civarında, Safevî ordusu, Osmanlılara yenildi. Kanunî Sultan Süleyman Hanın vefatından sonra, Osmanlı-Safevî münasebetlerinde sessizlik hakim oldu. Şah Tahmasb, İkinci Selim ve Üçüncü Murad’ın cüluslarında (tahta çıkışlarında) İstanbul’a elçi göndererek, cülus tebriknâmesi ve hediyeler takdim etti. 53 yıl gibi uzun bir müddet saltanat süren Şah Tahmasb, hükümet merkezini Tebriz’den Kazvin’e nakletti. Tezkire-i Şah Tahmasb adıyla bilinen kendi hâl tercümesini (otobiyografisini) yazan Şah Tahmasb, veliahd tayini hususunda Kızılbaş reisleri arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle, 15 Mayıs 1576’da zehirlenerek öldürüldü.
Şah Tahmasb’ın ölümünden sonra oğlu İsmail Mirzâ, İkinci Şah İsmail unvanıyla tahta geçti. Bazı Kızılbaş ileri gelenlerini ve diğer şehzadeleri ortadan kaldırdı. Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden Şafiî mezhebini tercih edip, âlim geçinen ve Eshâb-ı kirâm düşmanı olan kimseleri, sarayından uzaklaştırdı. Ehl-i sünnet âlimlerine karşı ilgi duyup, onları sarayına aldı. Osmanlılarla antlaşma yaptı. Devlet kademelerinde bulunan Kızılbaşları azledip, yerlerine, kendine tâbi, fakat tecrübesiz kimseleri getirmesi, Eshâb-ı kirâm düşmanlarının karşı çıkmasına sebep oldu. Bir sene kadar saltanatta kaldıktan sonra, 1577’de düşmanları tarafından zehirlenerek öldürüldü.
Şah İkinci İsmail’in vefatından sonra, yerine kardeşi Muhammed Hudâbende geçti. Âmâ olan bu hükümdar, idareden âciz olduğu için, memleketi eşi idare etmeye başladı. Yerine de Hamza Mirzâ’yı veliaht tayin etti. Şah İkinci İsmail zamanında Osmanlılarla yapılan anlaşma bozulduğundan, Osmanlı Sultanı Üçüncü Murad Han tarafından Safevîlere harp ilan edildi. Vezir Lala Mustafa Paşa kumandasındaki ordu, Safevîleri, Çıldır Ovasında yendi. Tiflis ve Şirvan bölgeleri, Osmanlıların eline geçti. Safevîler, kaybettikleri toprakları geri almak üzere teşebbüse geçtilerse de, başarılı olamadılar. Bu durum karşısında Şah Hamza Mirzâ, sulh isteğinde bulundu. Fakat, 1586’da Şah Hamza Mirzâ da öldürüldü.
Şâh Hamza Mirzâ’nın öldürülmesinden sonra, yerine tayin edilecek veliaht hususunda Kızılbaş reisleri arasında anlaşmazlıklar çıktı. Nihayet 1588’de, Abbas Mirzâ, Safevî tahtına geçti. Şah Abbas, tahta geçtikten sonra, Osmanlılarla sulha taraftar olan emîrleri katlettirdi. Özbek Hanı Abdullah Hanın, Herat’ı zapt ederek, Meşhed üzerine yürüdüğünü duyup, onu durdurmak için Horasan’a hareket etti. Bu sırada, Ferhat Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Gence’yi; Sinan Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu da Nihavend’i ele geçirdi. Doğuda Özbek, batıda Osmanlı kuvvetlerinin tehdidi altında kalan Safevî devletinde iç isyanlar başgösterdi. Şah Abbas, iç isyanları bastırmak için Osmanlılarla anlaşmak istedi. Sulh için İstanbul’a bir elçi gönderdi. 1590’da yapılan antlaşmayla, İran’da; Peygamber efendimizin Ashâbına ve halifelerine hakaretten vazgeçilmesi, Sünnî olan Müslümanlara karşı kötü hareketlerde bulunulmaması kararlaştırıldı. Âzerbaycan, Şirvan, Gürcistan, Karabağ ve Lûristan’ın bir kısmı Osmanlılarda kaldı.
Şah Abbas, Osmanlılarla bu antlaşmayı imzaladıktan sonra, içerdeki karışıklıkları bastırdı. Özbekleri de Horasan’dan uzaklaştırdı. Devlet merkezini de Kazvin’den İsfahan’a nakletti. “Şahsevenler” adı verilen yeni bir ordu da kuran Şah Abbas, Avrupa devletleriyle sıkı münasebetler kurmaya başladı. İçeride istikrarı sağladıktan sonra, Osmanlıların fethettiği yerleri, geri almaya teşebbüs etti. Çok zalim ve kan dökücü olan Şah Abbas, Basra Körfezindeki adaları da Portekizlilerden aldı. 42 yıl saltanat sürdükten sonra, 1628’de öldü.
Şah Abbas’ın ölümünden sonra torunu Sam Mirzâ, Şah Birinci Safî unvanıyla tahta geçti. Zalim bir şahsiyete sahip olan Sam Mirzâ da, Özbekler ve Osmanlılar'la uğraşmaya devam etti. Van bölgesini Osmanlılardan almaya teşebbüs etti. Bunun üzerine Osmanlı padişahı Dördüncü Murad Han, Revan Seferine çıktı. Daha sonra da Bağdat üzerine yürüyüp, bu bölgeyi kesin olarak Osmanlı hakimiyetine aldı. Şah Birinci Safî, 1642’de ölünce, yerine on yaşındaki oğlu İkinci Abbas geçti. Onun da 1667’de ölümünden sonra, oğlu Safî Mirzâ, Şah Birinci Süleyman unvanıyla tahta geçti. Şah Birinci Süleyman zamanında İran halkı, istikrar içinde yaşadı. 1694’te ölünce, yerine Sultan Hüseyin geçti.
Yirmi beş yıldan fazla tahtta kalan Sultan Hüseyin, Sünnî Müslümanlara çok zulmetti. Halk tarafından da pek sevilmeyen Sultan Hüseyin’in, Afganlılarla arası açıldı. Kandehar Valisi Mîr Üveys, 1709’da bağımsızlığını ilan etti. Mîr Üveys’in oğlu Mahmud, 1722’de İsfahan’ı ele geçirerek, Şah Hüseyin’i Safevî tahtından uzaklaştırdı. Bu sırada, Safevî Hanedanının, Mahmud’un eline esir düşmesini istemeyen İran devlet adamları, Şah Hüseyin’in oğlu İkinci Tahmasb’ı, Kazvin taraflarına kaçırdılar.
Aslen Avşar olan Safevî kumandanlarından Nâdir’in gayretleriyle Afganlılar, İran’dan uzaklaştırıldıktan sonra, 1722’de İkinci Tahmasb, Safevî tahtına çıkarıldı. Fakat memlekette iç karışıklıklar baş gösterdi. Sünnî Müslümanlara zulüm ve kıyım hareketleri arttı.
Osmanlılar, Sünnî Müslümanların bulunduğu bazı şehirleri Safevîlerin elinden kurtarmaya karar verdiler. Erzurum Valisi Silahtar İbrahim Paşa kumandasındaki ordu, 1723’te Tiflis bölgesini ele geçirdi. Rus Çarı Deli Petro, bazı toprakların Rusya’ya verilmesi karşılığı, Afganlıları İran’dan çıkarmayı vaad etti. Antlaşma imzalandı. Şah İkinci Tahmasb, Osmanlılarla da anlaşmak üzere elçiler gönderdi. Fakat Osmanlılar, bu teklifi kabul etmediler. Nihayet Osmanlı orduları, üç koldan İran üzerine yürüdü. 1723’te Kirmanşah ve Erdelen eyaletinin merkezi olan Sine şehrini aldılar. Köprülüzade Abdullah Paşa kumandasındaki ordu da, 1724 Mayısında Tebriz önüne geldi. Şah İkinci Tahmasb’ın kumandasındaki Safevî ordusu, Osmanlılara karşı şiddetle savaştı. Fakat, bütün gayretlerine rağmen, iki aylık bir kuşatmadan sonra Tebriz, Osmanlıların eline geçti. Ordu, Revan üzerine yürüdü. İran topraklarını ele geçirmeleri, Osmanlıları, Rusya ile karşı karşıya getirdi. Nihayet 24 Haziran 1724’te, İstanbul’da yapılan bir toplantıda, İran topraklarının, Rusya ile Osmanlı Devleti arasında taksim edilmesi kararlaştırıldı. Memleketi; Afganlılar, Osmanlılar ve Ruslar tarafından taksim edilen Şah İkinci Tahmasb, Fransa aracılığıyla, bu anlaşma ve taksimata itirazda bulundu ve anlaşmayı kabul etmeyeceğini açıkladı. İran’a karşı tekrar harp ilan eden Osmanlılar, önce Lûristan eyaletinin belli başlı şehirlerini aldılar. 1724’te Hemedan ve Nihavend’i de ele geçirdiler.
İkinci Tahmasb’ın şahlığı, 1731’e kadar devam etti. Ancak, bu devirde idare, Avşarlı Nâdir Şah'ın elinde idi. Nâdir Şah, 1730’da Afganlıları İran’dan çıkardı. Başşehir İsfahan’ı geri aldı. Ahmed Paşa zamanında Bağdat’ı kuşattı. Sekiz ay sonra İstanbul’dan Topal Osman Paşanın ordusu gelince, kuşatmayı kaldırıp kaçtı. Nâdir Şah, 1731’de Şah İkinci Tahmasb’ı saltanattan uzaklaştırarak, onun yerine küçük yaştaki oğlu Üçüncü Abbas’ı, Safevî tahtına çıkardı. O zamana kadar zaten bağımsız hareket eden Nâdir Şah, Üçüncü Abbas’ın 1736’da ölmesinden sonra, İran’da idareye hakim oldu. Böylece iki yüz yıldan fazla hüküm süren Safevî Hanedanı son buldu.
Safevîlerde Kültür ve Medeniyet
İlk zamanlar Akkoyunlu Devletinin idarî teşkilât ve müesseselerini kabul eden Safevîler, daha sonra Osmanlılardaki idare usulü ve müesseseleriyle idare edildiler. Mutlak hakimiyet sahibi olan Şahın bir müşavere (danışma) meclisi vardı. Şahlık, babadan oğula kalırdı. Şahtan sonra en büyük devlet adamı Vezîriâzamdı. İtimâdüddevle unvanıyla da anılan Vezîriâzam, şahın vekiliydi. Safevî devlet teşkilâtında, itimâdüddevleden sonra ikinci önemli vazife, bütün adlî işlere bakan Dîvân beyliği ve Kâdılkudât adı verilen makamdı. Diğer mühim bir rütbe de, Meclis-nüvis veya Vekâyi-nüvisti. Safevî devlet ricâli arasında, Vezîriâzamdan sonra, Kurcıbaşı, Kullarağası, Eşikağasıbaşı ve Tüfekçibaşı gelirdi. Vezîriâzam, Dîvân beyi, Vekâyi-nüvîsle beraber devlet ileri gelenleri, toplam yedi kişi olurlar ve mühim devlet işlerine istişare ile karar verirlerdi.
Taşra teşkilâtı ise, vali veya beylerbeyi tarafından idare edilen eyaletlere ayrılmıştı. Ordu teşkîlâtı da Akkoyunlu ordu teşkilâtına çok benzerdi. Şah Abbas devrinden itibaren ordu, iki kısımdan meydana geliyordu. Birinci kısım, İran’ın her tarafına dağılmış olan ve savaş zamanlarında eyalet valileri tarafından toplanarak merkeze gönderilen daimî süvarilerdi. İkincisi ise, Şah Abbas tarafından meydana getirilen ve Şahsevenler adı verilen yeni orduydu. Bu yeni ordu, Tüfekçiler, Kullar ve Topçulardan meydana geliyordu.
Safevîler devrinde, İran’da, canlı bir ilim hayatı yoktu. Yalnız Şiî fıkhıyla ilgilenen ve müftî denilen kimseler vardı. Bunun haricinde bir ilmî çalışmaya pek rastlanmazdı. Safevîler devrinde yetişen Bahâî, Mîr Dâmâd ve Molla Sadra gibileri, o devrin ilmî şahsiyetleri arasında sayılabilir. Bahâî; matematik, astronomi ve tıpta üstün bir seviyeye ulaşmış ve bu konularda birçok eser vücuda getirmişti. Mîr Muhammed Bâkır-ı Esterâbâdî de felsefe ve matematikte devrinin meşhur bilginleri arasında yer almıştı. İsfahan’da yetişen Molla Sadra (Sadreddîn Muhammed bin İbrâhim-i Şirâzî) tefsir, hadis, fıkıh ve felsefe öğrenmiş ve bu konularda birçok eser yazmıştı. Molla Muhsin Feyzî Kâşânî, şâir olarak şöhret kazanmış ve pek çok kitap ve risale yazmıştır. Safevîlerden önce zirveye ulaşmış olan Fars edebiyatı, bu dönemde pek ilerleme kaydedememiştir. Abdurrahmân-ı Câmî ve Celâleddîn Devânî gibi Sünnî şâir ve münşîler, Safevîlerin ilk zamanlarında yetişmişti. Türkçe'nin resmî dil olarak kabul edilmesi sebebiyle, Azerî edebiyatı da önem kazanmıştı. Fuzulî, bu dönemde yetişen şairlerdendir. Ancak, pek itibar görmemiştir. Yine Avşar Türklerinden olan Sâdıkî, Mecmâü’n-Navâs adlı tezkiresini, Ali Şir Nevâî’ye zeyl mahiyetinde, bu devirde yazdı ve bunu diğer eserler takip etti. Aynı devirde bazı tarihçiler de yetişti: Tevekkül bin İsmâil bin Bezzâr el-Erdebîlî, Kadı Ahmed Gaffîrî-i Kazvînî, Hasan Bey Rumlu, Celâl Müneccim, İskender Münşî, Vahhid-i Kazvînî ve Şeyh bin Şeyh Abdüzzâhidî bunlardandır.
Safevîler döneminde güzel sanatlara önem verilmiştir. Bilhassa, camiler, türbeler ve saraylar gibi mimarî eserler meydana getirilmiştir. İsfahan’da bulunan Nakş-i Cihân Meydanı, Ali Kapı, Şeyh Lütfullah Camii, Şah Camii, Hıyâbânı Çehârbağ, Allahverdihan Köprüsü, Çihl Sütûn ve Heşt-Behişt sarayları bu devirlerde yapılan belli başlı mimarî eserlerdendir.
Ayrıca Şah İsmail devrinde oldukça ilgi gören hat sanatında ta’lik, nesta’lik, dîvânî, siyâkat ve müsennâ stilinde eserler meydana getirilmiştir. Tezhib, yani süsleme sanatı da bu devirde yüksek seviyeye ulaşmış, kitaplara altın suyu ile süslemeler yapılmıştır. Safevîler devrinde minyatür sanatı ileri gitmiş olup, silâh, halı ve diğer süsleme sanatlarında madenlerden yapılan süs ve şekillere rastlanır. Halı dokumacılığı da gelişmiş olup, acem halıları adıyla meşhur halılar, bu devrin eserleridir. İpekten dokunan bu halılar, hayvan ve kuş resimleriyle süslenmişti. Safevîler devrinde, İran’da, kumaş imalatı, çinicilik, ciltçilik, oymacılık ve tahta işlemeciliği gibi sanatların da oldukça geliştiği görülür.
Safevî Hükümdârları / Tahta Geçişi
* Şâh İsmâil I - 1501
* I. Tahmasb - 1524
* Şâh İsmâil II - 1576
* Muhammed Hudâbende - 1578
* Şah Abbâs I - 1588
* I. Safî - 1629
* II. Abbâs - 1642
* I. Süleymân (II. Safî) - 1666
* I. Hüseyin - 1694
* II. Tahmasb - 1722
* III. Abbâs - 1732
* II. Süleymân - 1749
* III. İsmâil - 1750
* II. Hüseyin - 1753
* Muhammed - 1786
(III. Abbâs’tan Muhammed’e kadar olan son beş hükümdâr, İran’ın bâzı kısımlarında ismen hükümdârdır.)
Safeviler İlhanlıların Tekrarı Gibidir
Safevîlerin bunları Çağataylardan aldıklarında şüphe yoktur. Bir de bunlara Çağatay edebiyatının Safevîler arasında çok revaçta olduğu ilave edilirse Safevî devletine bir çok bakımlardan İlhanlı İmparatorluğu'nun ihyası nazarı ile bakmak hiç de isabetsiz bir görüş sayılmaz. Bilindiği gibi İran Selçukluları (hatta Anadolu Selçukluları) divanından çıkmış hiç bir Türkçe vesikaya sahip değiliz. Kara-Koyunlular için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ak-Koyunlu beylerinden bir kaçının Türkiye'ye Türkçe mektuplar gönderdikleri biliniyor. Safevîlere gelince daha Şah İsmail'den itibaren bu devletin divanında pek fazla olmamakla beraber Türkçe mektuplar da yazılmakta idi.
Safevîlerin İran'ı, Türk unsurun daha önceki devirlere nazaran en fazla kesafet peyda ettiği bir ülke haline gelmiş bulunuyordu. Bunun sebebi Safevî devletinin kuruluşu ile ilgili olarak Türkiye'den vuku bulan kümeler halindeki devamlı göçlerdir.Bu göçler bir asırdan fazla sürmüştür. Hatta XVIII. yüzyılın başlarında bile bu ülkeye göçler yapıldığına belgeler vardır. Daha önce başka yerlerde yazıldığı gibi Anadolu'dan İran'a XIV. yüzyıldan beri siyasî faaliyetlerle ilgili olarak göç hareketleri yapılmakta idi. Hatta XIX. yüzyılda İran'daki Türk oymaklarından bir çokları Anadolu'dan geldiklerini unutmuşlardı. Bu göçlerin ilki Moğolların Diyarbakır Valisi Uyrat Ali Padişah'ın 1336'da İlhanlı hükümdarı Arpagaun'un üzerinde yürümesi ile başlamıştır. Ali Padişah'ın Arpagaun'u yenerek iktidarı ele alması üzerine Güney-Doğu Anadolu bir kısım Doğu-Anadolu yörelerinden kalabalık sayıda bir Moğol ve Türk topluluğu İran'a gitti. Bunu aynı yılda Moğollar'ın Anadolu umumî valisi Celâyir Şeyh Hasan idaresinde Orta-Anadolu'dan gelen bir diğer Moğol-Türk kümesi takip etti. Çobanlı Şeyh Hasan ile Düzmece Demirtaş'ın yine daha ziyade Orta-Anadolu'dan İran'a getirdikleri topluluk ise ilk ikisinden çok daha kalabalık idi.
XV. yüzyılda İran'a Kara-Koyunluların göç ettiklerini biliyoruz. Bunlar yalnız Doğu-Anadolu ile Güney-Doğu Anadolu'da yaşayan Türk oymaklarının pek mühim bir kısmını götürmekle kalmadılar, Orta-Anadolu'daki Türk oymaklarıdan bazılarının da İran'a göç etmelerine âmil oldular. Mesela Kara-Koyunlular Maraş-Elbistan bölgesindeki Ağaç-Eriler'den bir kolu İran'a göçürdüler ki, bu kol orada varlığını zamanımıza kadar devam ettirmiştir. Fakat aşağıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere Safevî devletinin kurulması ile gerçekleşen göçler diğerleri ile mukayese edilemeyecek derecede yoğun ve devamlı olmuştur. Hatta Safevî devleti kurulduktan sonra da uzun bir zaman -bilhassa insan gücü bakımından- Anadolu'dan beslenmiştir. Böylece bir birinin amansız düşmanı olan Osmanlılar ile Safevîler bir asır kadar bu ülkeden müştereken faydalanmışlardır.