Son konular

Yabancıların Gözüyle Osmanlı'da Vakıf Hizmetleri

SoruCevap

Yeni Üye
Çözümler
1
Tepkime
52
Yaş
36
Coin
256,936
Tarihteki vakıflar, günümüzün sivil toplum örgütlerine benzer. Bu vakıflar vesilesiyle Müslüman toplumlarda birlik ve beraberlik sağlanmıştır. Vakıf hizmetleri canlı cansız bütün varlığa hizmet götürme düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Kalbleri sevgi ve şefkatle dolu Osmanlı insanları kurduğu vakıflarla sadece insanı değil, kuşları bile düşünmüştür. Kuşların barınması için yaptırılan ‘kuş evleri’ bol güneş alan rüzgârsız cephelerin yüksek yerlerine yerleştirilmiştir. Bu inceliği gösteren milletimiz elinin uzandığı her yerde kurduğu vakıf müesseseleriyle toplumun ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır.
16. asır başlarında Osmanlı topraklarının beşte birini vakıf arazileri oluşturmaktaydı. Osmanlı döneminde kayıtlara geçen vakıf sayısı 26.300 civarındadır. Osmanlı Devleti’nde din, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin gerçekleştirilen vakıf hizmetlerine gayrımüslimler bile bîgane kalmamıştır. Fransız Comte de Bonneval: “Osmanlı ülkesinde, verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere, her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler görmek mümkündür.” der.1 1550’li yıllarda Avusturya elçisi Busbeck ise: “Türkiye’de her şey insanileşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile.” ifadeleriyle bunu doğrular. Osmanlı topraklarına yaptığı seyahati yazıya döken Hans Lewenklaw: “Türkler, yalnızca yoksullara karşı iyiliksever olmakla yetinmezler; onlar caddeleri onarırlar, yolcuların istifade etmesi için çeşmeler yaparlar; Müslüman olsun olmasın herkesin iyiliği için, hastahane, otel, hamam, köprü ve cami inşa ettirirler.”2 şeklindeki tespitleriyle Osmanlı’daki vakıf anlayışının çerçevesini çizmeye çalışır.
Moradjea D’ohsson’a göre bu köklü hayırseverliğin menşei İslâmdır. D’ohsson eserinde sözlerini şöyle noktalar: “Kur’ân, Türkleri, dünyanın en hayırseveri hâline getirmiştir.”3 2. Mahmut’un: “Ben tebâmın Müslümanını câmide, Hristiyanını kilisede, Mûsevisini de havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur, cümlesi hakkında muhabbet ve adâletim kavidir ve hepsi hakiki evlâdımdır.”4 şeklindeki beyanı da, D’ohsson’nun sözlerini doğrulamaktadır.
Osmanlı toplum yapısında Katolik, Ermeni, Rum, Gregoriyan vs. gibi başka dinlere mensup vatandaşların mahalleleri, Müslümanlarınkinden genelde ayrı idi. Bununla beraber zaman zaman Müslümanlarla gayrımüslimlerin aynı mahallede oturdukları da oluyordu. Müslümanlarla gayrımüslimlerin ayrı mahallelerde oturmaları eşitsizlik gibi görünse de, bu yerleşim düzeni sayesinde azınlıklar kendi inançlarını açıktan ve rahat bir şekilde yaşama imkânı bulmuş; Müslüman halk içerisinde asimile olmadan kendi kültürlerini yaşatabilmişlerdir.
Diğer bir seyyah Jean Thevenot, bu hususla alâkalı tespitlerini şöyle ifade eder: “Türkler çok yardımseverdir. Onlar dinlerine bakmaksızın, bütün düşkünlere yardım ettiklerinden toplumda dilenci sayısı azdır: Yalnızca zenginlerin verdiği sadakaların dilencileri yok ettiğini söylemiyorum; ancak bildiğim kadarıyla başka faktörler de vardır. Meselâ Büyük sultan tarafından desteklenen birçok Türk, az bir harcama ile yaşıyorlar, az çeşit ile büyük sofralar kuruyorlar, pilav, biraz et ve hoşaf hatırı sayılır bir ziyafet için yeterli oluyor. Diğer hayırseverler ise, varlıklarını, hastahane, köprü, kervansaray, ana yollara su getirme gibi işler için bağışlıyorlar. Birçok hayırsever daha hayatta iken kamu yapıları inşa ettiriyor; maddî imkânı pek iyi olmayanlar ise, ana yolların ve su hatlarının onarımı, su depolarının doldurulması gibi işlerde vazife alıyorlar. Buna da gücü yetmeyen fakir ve güçsüz kimseler yoldan geçen yabancılara yol göstererek hizmetten geri kalmıyorlar.”5
Osmanlı’da su ihtiyacı da büyük bir nispette vakıflar vasıtasıyla karşılanıyordu. Fatih zamanında Halkalı Köyü ile Cebeci Köyü arasındaki alandan, Kanûnî zamanında Belgrat Ormanı Havzası’ndan, 2. Abdülhamid zamanında ise Kemerburgaz tarafından İstanbul’a getirilen çeşme sularının hemen hepsi vakıf eserleri olarak inşa edilmiştir.6 Büyük hizmetlerin vakıflarla karşılandığı Osmanlıda yalnız askerî hizmetler (yollar, köprüler, kaleler, kışlalar, silâh fabrikaları) devlet tarafından veriliyordu.
Cami, mescit, çeşme, yol, köprü, kütüphane ve kabristan gibi hayır müesseselerini yoksul ve zenginler birlikte kullanırdı. Bununla birlikte vakıflar tarafından yaptırılan imaret, misafirhâne, ve hastahaneler doğrudan yoksullara hizmet veriyordu. Vakıfların kontrolündeki mektep ve medrese gibi eğitim kurumlarında (özellikle sıbyan mekteplerinde), fakirler öncelik hakkına sahipti. Sosyal hizmet vermek maksadıyla kurulan vakıflarda muhtaçlara aylık bağlanır, eğitim çağındaki öksüz ve yetim öğrenciler giydirilir, dul ve yetimler evlendirilir, kimsesiz şehit eşleri çocuklarıyla birlikte barındırılırdı.
Sultan Ahmed Camii İmareti’nde, sadece insanlar için değil, kuşlar için bile yerler yapılmıştı. İmaret vakfiyesinde, artmış ve yenmeyecek durumda olan yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılı bulunmaktadır.7 Hayvanlara bile bu şekilde şefkat gösteren Osmanlı insanının, kendinden farklı kimselere ayrı muamele etmeleri söz konusu olamazdı. 1874 senesinde İstanbul’u ziyaret eden İtalyan seyyah Edmando De Amicis şunları söylemiştir: “Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler. Kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’un her yerinde, insanın etrafında uçuşan kuşlar vardır.”8
1611 Haziran’ında Polonyalı rahip Simeon, Edirne’de şahit olduklarını şöyle anlatır: “İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir. Her dinlenme noktasında han, hastahane, kervansaray ve hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedâva bakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.”9
15. asrın ilk yıllarında Bursa’da yedi imâret vardı. Alman seyyahı Schiltberger’e göre bu imâretlerde “Hristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu.” Yine bir Yahudi hacısı olan Samuel Ben Davit Yemşel, 17. asır ortalarında (1641-1642) üç arkadaşıyla Mısır’dan İstanbul’a kadar 67 gün yolculuk yaptıklarını; yolculuk boyunca (Kahire, Kudüs, Nablus, Şam, Humus, Hama, Halep, Antakya, İstanbul) yol güzergahında her gece bir han veya kervansaray bulduklarını ve buralarda misafir edildiklerini, bunlardan mahrum iki küçük kasabada ise, yolculara tahsis edilmiş misafir odalarında ağırlandıklarını, köylüler tarafından kendilerine yemek ikram edildiğini belirtmektedir.10
Polonyalı seyyah Simeon ise konuyla alâkalı intibalarını: “Türkler o kadar hayır seven bir millettir ki, her sokak başına bir çeşme yapmışlar ve gelen geçenin içebilmesi için yanlarına taslar koymuşlardır. Köylerde, yol kenarlarında ve hattâ çöllerde bile soğuk su çeşmeleri yapmışlardır.”11 şeklinde dile getirmiştir.
İmkânların arttığı günümüzde ihtiyaçlar da artmış, insanların huzur içinde yaşamaları için gerekli hizmetlerin götürülmesinde sivil toplum kuruluşları büyük önem kazanmıştır. Uçan kuşlara hizmet götüren, fakir kimselerin cenaze masraflarını karşılayan, hapisteki kimselerin borçlarını ödeyen, bozuk yolları imar eden, insan olmanın şuuruyla dünyayı mâmûr hâle getiren bir ecdadın torunları olarak bizlerin de çağın ihtiyaçları doğrultusunda sadece kendi insanımıza değil, her milletten insana yapabileceğimiz büyük hizmetler vardır. Bu hizmetleri yapabilenlere ne mutlu.
 
Üst Alt